20.07.2014 / Levent Kırca - Zübük


    
Bir mesaj geldi telefonuma. Diyor ki; “Bunlar, ne biçim Atatürkçü?”


     “Kötüsü Erdoğan” diye Ekmeleddin’i seçecekler. Başımızda Tayyip’ten daha kötüsü olsaydı, demek ki Tayyip’i seçeceklerdi.


     Aynı gün “Aydınlık”ın kitap ekinde Soner Yalçın’ın röportajını okuyorum. “Biz hapiste Ekmeleddin’i seçmek için mi yattık?” diyor. Herkes bir şey söylüyor. Elbette ki, fikirler özgür olmalı. Çok cevap verilebilir ama, tek doğru vardır. Birkaç doğru cevap olamaz. Eğrisi doğrusu, insanlar oyları bölmemek için yerel seçimlerde şaşkındılar. Seçim sonuçlarının hemen akabinde, dizlerinde trampet çaldılar. Örneğin bana; “Oyları bölme” diyen Fazıl Say’a; “Gördün mü?” diye mesaj atmak zorunda kalmıştım. Fazıl Say şimdilerde ortalıklarda yok. Zaten sanatçılar üçe ayrılmış durumda. Tayyip’ten yana olanlar, ortalıkta olmayanlar, saçlarını süpürge edenler. Tayyip ve avucundaki Türkiye...


     Bu dönemde sadece sanatçıların değil, hemen herkesin ne olduğu anlaşılmış durumda. Belli ki, “Cumhurbaşkanlığı seçimleri”nden sonra da, dizlerde yine trampet çalınacak pişmanlıktan. “Ördek” var, “şaşkın ördek” var, hiç “ördek” olmamak da var...


     Dün gece değerli bir dostumla sohbet ettik. Konumuz; “Sanat ve sanatçıydı.” Kimlere sanatçı denir? Kimlere denmez? Onları ayıkladıktan sonra, başladık saydıklarımızın rahmetlilerinden konuşmaya...


     Zeki Müren, sahnede bir oyunumu izledi. Oyun sonunda kendisini sahneye davet ettim. Seyirciye hitaben yaptığı konuşmada; “Bir üniversite daha bitirdim bu gece” demişti. Dostum, bu kez Zeki Müren’in bir fıkrasını anlattı; “Birisi Zeki Müren’e sormuş; ‘Herkes size paşa diyor. Neden?’ Müren, beklemeden yanıtlamış; ‘Ankara’dakilere i.ne diyemedikleri için.” Ben de son yıllarında zaman zaman birlikte olduğum Bedia Muvahhit’le ilgili şunu anlattım; “Oyununu izleyen bir genç kız, kuliste Bedia Muvahhit’in yanına gelip; ‘Çok iyi oynadınız. Ben de sizin gibi bir sanatçı olmak istemiştim. Ne var ki, ailem orospu olursun diye kabul etmedi.” demiş. Bedia Hanım da; “Peki sonradan nasıl oldun kızım?” diye yapıştırmış cevabı.


     Devam ediyorum anlatmaya... Atatürk bir gece Muhsin Ertuğrul’un oyununu izlemeye gidecek. Oyun saat sekizde başlıyor. Saat sekiz olmuş, Atatürk ortalarda yok. Biraz bekledikten sonra, Muhsin Bey; “Atatürk’te olsa, oyun beklemez. Saatinde oynanır” deyip, piyesi başlatıyor. Yarım saat sonra, Atatürk çıkageliyor. Salonun ışıkları yanıyor. Paşa, halkı selamladıktan sonra locadaki yerini alıyor. Tiyatronun yöneticisi yanına gelip; “Paşam” diyor. "Muhsin Bey “Oyun saatinde başlamalı” dedi. “Sizi beklemeden başladılar” diyor. Kemal Paşa; “İşte budur” diyor. “Sanatçı böyle olur. Çok isabet buyurmuş. Kendisiyle kesinlikle aynı fikirdeyim. Hatta bravo dediğimi de ilave et. Yalnız baştan oynasınlar da, ben göreyim” diyor.


     Neyse, bir başka gece oyun bitmiş, Bedia Muvahhit dahil bütün oyuncuları varlıklı bir aile akşam yemeğine davet etmiş. Yeniliyor, içiliyor. Sıra tatlılara geliyor. Garson elinde not defteriyle Bedia Hanım’a eğiliyor; “Sufle alır mısınız?” diyor. (Sufle tatlı) Bedia Hanım yapıştırıyor; “Sufle almam, ezbere oynarım.”


     Zeki Müren, takılıp dururmuş Bedia Hanım’ın kolundaki bileziklere. Artık boğazına kadar gelmiş Bedia Hanım’ın. “Yat” demiş, “Sırt üstü. Organın da havada olsun. Ben bilezikleri halka gibi atayım, takılanlar senin olsun. Yapabilir misin?”


     Aziz Nesin Filmi


     Çalışma odamda oturuyorum. Arkamdaki kütüphanemden bir kitap düştü yanı başıma. Ürperdim. Eğildim, aldım sırt üstü duran kitabı. Kitabın adı “Zübük”... Yazarı, Aziz Nesin. Olaylar şeyime döndü demeye getirmiş. Büzük diyememiş de, ters çevirip “Zübük” yapmış. Bana kendi anlatmıştı. Son yıllarında dostluğumuz bir hayli ileriydi. Bana; “Benimle ilgili bir film çekilirse, beni sen oyna” derdi. Çok doğru bir düşünceydi. Hem O’nun mizahi türü “Kara Mizah” tarzını sürdürüyordum. Hem de, O’na benziyordum.


     Kütüphanemden neredeyse başıma düşen “Zübük” kitabı, vasiyet sayabileceğim bu düşünceyi mi anlatıyordu? Kitap elimde, bunları düşünüyordum gece vakti. Hatta rahmetli, sağlığında hazırladığı “Aziz Nesin” filminin senaryo yazarı bir profesörle buluşmamı sağlamıştı. Hoca çok güzel bir senaryo yazmıştı. Aziz Nesin’i, dolayısıyla “Türkiye Cumhuriyeti”ni anlatıyordu. Aziz Ağabey’i de, benim oynamamı istiyor. Teyit edebilmek için, Aziz Ağabey’i hocamın yanından aradım, sordum; “Ben mi oynayayım seni?” dedim. “Ben, senden daha uygununu düşünemiyorum” dedi. “Senaryo için ne diyorsun?” dedim. “Güzel ama, size bırakıyorum” dedi. “Hocamın filmi finanse edecek parası yokmuş” dedim. “Ona da, karışmam” dedi. “Ben size hayatımı veriyorum. Parayı da, siz bulun” dedi. “Yaşarken seyredersem sevinirim” dedi. Yaşarken seyredemedi. Çünkü, yaşarken filmi çekecek parayı bulamadık. Senaryo da rafa kalktı. Kütüphaneden üzerime düşen kitap elimdeydi ve bana bunları düşündürüyordu. Senaryoyu buldum, tekrar okudum. Tam da, günümüzü anlatıyordu. Bir kez daha savdım mevzuyu.


     Bu filmi parasal olarak destekleyecek bir baba yiğit çıkarsa, Aziz Nesin’in vasiyeti olan şu filmi yapalım.


     Aydınlık Gazetesi - 20.07.2014, Pazar




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5753272
Online Ziyaretçi Sayısı:15
Bugünlük Ziyaret :538

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.