01.02.1997 / Hikmet Şimşek - Konser İptalleri-3


     Yurdumuzda şimdiye kadar tasarlanan en kapsamlı turne programı “1992 - Yunus Emre Yılı”ndaki turne diyeceğim ama, demeye dilim varmıyor, aşağıda açıklayacağım adeta bir destanı andıran hareket karşısında…

 

     Yıl 1926. Yeni Cumhuriyetin henüz mürekkebi bile kurumamış. Mustafa Kemal kurmaylarını çağırarak şöyle der: “Düşmanı yendik, yeni Türk Devletini kurduk. Şimdi ilk ve en önemli işimiz kendimizi dünyaya tanıtmak olmalıdır. ‘Gülcemal Vapuru’ ile bir sergi hazırlayarak Akdeniz’in kuzeyinden Baltık Denizi’ne kadar bütün önemli limanlardan sonra Karadeniz’e açılarak Odesa’ya kadar gidip tanınmamızı sağlayınız.”

 

     Ve isteği üzerine, kısa zaman sonra şu sergi projesini açıklarlar. Halı, kilim, bakır mamulleriyle incir, üzüm, kayısı gibi ürünler.

 

     Mustafa Kemal sabırsızlıkla ayağa kalkarak şöyle der: “Efendiler, zirai ürünler doğa varlıklarıdır; Türk emeğini yansıtmazlar. Halı, kilim gibi şeylerin İran kökenli en mükemmel örnekleri vardır. Dünyada bizim Avrupalılar nezdinde kendimizi tanıtıp kabul ettirecek davranışımız, onların yaptıkları en güzel şeyleri bizim de yaptığımızı göstermekle kabil olabilir. Böyle bir şey istiyorum sizlerden…” Herkes süt dökmüş kedi gibidir. Kimsenin aklına bu nitelikte bir çözüm gelmez. Donmuş havayı Mustafa Kemal’in ağzından top mermisi gibi çıkan şu sözler parçalayıp dağıtır: “Niçin ‘Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası’nı düşünmüyorsunuz? İşte Avrupalıların yaptığını bizim de yapabileceğimizin en büyük kanıtı. Şimdi yeniden düzenleyiniz programınızı.”

 

     Bunun üzerine geziye katılan orkestranın gidilen yerlerdeki etkinlikleri serginin en geniş ve olumlu yönünü oluşturur.

 

     Böyle bir şeyin yinelenmesi yıllar boyu içimi doldurtmuş olup, şöyle bir fırsat doğmuştu, Atatürk’ün doğumunun 100. yıldönümü ilişkisiyle: Başbakanlıkta yapılan çok yüksek düzeydeki kutlama komitesine ben de müzik danışmanı olarak çağırılmıştım. Söz bana gelince şu soru ile başladım: “Buradaki devleti en yüksek derecede temsil eden sayın kişilere soruyorum: Acaba Türkiye’nin mali durumu 1925 yılında mı, yoksa bugün mü daha güçlüdür?” Herkes donup kalmıştı, bu adeta “dam üstünde saksağan” davranış üzerine. 30-40 çift gözün meraklı bakışları karşısında bana binlerce yıl gibi gelen birkaç saniyelik “en uzun” zamandan sonra yukarıdaki olayı anlatarak şöyle dedim:

 

     “Gözlerinizden şunu okumaktayım çok somut şekilde: ‘Elbette bugün!…’ O halde, haydi Türkiye’nin onca yokluk içinde 55 yıl önce gerçekleştirdiği şeyi biz daha kapsamlı olarak yapalım. Hem şimdi orkestramız daha güçlü olduğu gibi, operamız, balemiz de var. Plastik sanatları da katınca, en büyük etkileri elde ederiz.”

 

     Önerim büyük heyecanla kabul edilip bir alt komisyona havale edilince kendi kendime “Eyvah!” Dedim, “Komisyona havale olumsuzluğa bahane.” Beni bu şüpheye düşüren duygu, “Kültür Bakanlığı”nı yüksek derecede temsil eden kişinin konuşmam sırasındaki huzursuz tavrı idi ve komisyonda O da vardı. Nitekim korktuğuma uğradım. Çok sonradan öğrendiğime göre, o zatın maddi durumu öne sürerek olumsuz davranışı ile önerim kadük edilmişti. Halbuki büyük bir kutlama bütçesi vardı. Sonraları Atatürk adı istismar edilerek, o zatın da içinde bulunduğu çoğu öyle anlamsız yerlere para saçıldı ki, isyan etmemek mümkün değildir. Anılarımda bu konulara kanıtlarıyla değinmekteyim.

 

     Şimdi, yukarıdaki anının esinlendirdiği olaya geliyorum. Büyük bir Yunus Emre aşığı olan o zamanki “Kültür Bakanı” sayın Namık Kemal Zeybek, “Unesco” tarafından da kabul edilmiş olan “Yunus Emre Yılı”nı en geniş çapta kutlamak üzere hiçbir özveriden kaçınmayan geniş bütçe çıkartmıştı. Müzik etkinlikleri konusunda benim fikrimi istediğinde, yapılacak turne için en uygun programın “Yunus Emre Oratoryosu” olacağını söyleyince, benden çok kapsamlı tasarı istedi.

 

     Korkarak şöyle bir planı sundum: Avrupa’yı bölerek, Viyana dahil Balkan ülkeleri ile Rusya’yı kapsayacak bölüm “İstanbul Devlet Operası” tarafından, Batı tarafı ise “Ankara Devlet Operası” tarafından gerçekleştirilecekti. Sayın Zeybek bunu yeterli görmeyerek, turnelerin Batı’da Amerika’ya, Doğu’da Türk Cumhuriyetlerine kadar uzanmasını istedi. Ancak, daha sonra bütçedeki kesinti üzerine, proje kısaltılarak yalnız Batı Avrupa ülkeleri hedef alındı. Buna göre, ilk adımı “Ankara Devlet Operası” Roma, Paris, Brüksel, Bonn konserleriyle atacak, daha sonra “İstanbul Operası” bunu takip edecekti.

 

     İlk adım için Temmuz ayında Opera Genel Müdürü sayın Erol Gömürgen’le adı geçen kentlere gidip temaslara başladık. Turne Eylül ayında planlanmış, ancak çok az zaman kaldığı için birçok problem çıkmıştı. Uzun gayretlerden sonra dönüş yolunda Münih, Frankfurt ve Stuttgart’ı da ekleyerek turnenin gerçekleşmesini saptadık. (Bu arada ‘İstanbul Operası’ sanatçılarının ağzından gibi gösterilen bana imzasız olarak yazılmış çok esef verici bir mektup olayını, konuyla ilgisi bakımından, başka bir yazımda detayları ile açıklayacağım.)

 

     Döndükten kısa zaman sonra şu çok acı sürpriz hepimizi titretti: İlgili kentlerden bazı büyükelçiler, “Dışişleri Bakanlığı”na yazarak gönüllerince başka bir orkestra ile başka bir orkestra şefini empoze etmek istiyorlardı. Kelimenin tam anlamı ile haddini bilmezlik olayı sayın Bakanı çok kızdırmıştı. İşin asıl acı yönü, bir gazetecinin aynı yöndeki desteğini alan bazı orkestra ilgililerinin yaptıkları olumsuz kulislerdi. Davranış şu sonucu gösteriyordu: “Ya biz, ya hiç kimse.” Evet, en basit meslek ahlakına sığmayan bir davranıştı ve aşağıdaki menfi sonuca endirekt olsa da önemli etkisi olmuştur.

 

     Asıl Sonuca Gelince

 

     Salon angajmanları yapılmış, bazılarına pey ödenmiş, “Ankara Devlet Operası” bütün hazırlıklarını tamamlamış iken geziye iki hafta kala çıkan şu haber adeta bomba gibi patlamıştı: “Yeni bakan bütün turneyi iptal etmiş, ancak Papa’nın huzurunda yapılacak konser çok önemli özellik taşıdığından, yalnız Roma gezisine izin çıkmıştır.”

 

     Durum skandalların skandalıydı. Ama, ne yazık ki hiç birimiz gerekli tepkiyi gösteremedik. Tam tersine, bazıları sevindi, çoğunluk umursamadı bile ve bir altın fırsat böylece yok olup gitti. Eğer o zaman birleşip gerekenleri yapsaydık, bugünkü iptaller olmazdı. Belki yarınların da olmayacağı gibi…

 

     Daha sonra sayın Gömürgen’le, başka olayların da esiniyle yapmış olduğumuz muhasebelerde hep şu açmazın içinde  bulduk kendimizi: “Bize ne kötülük geldiyse, dışarıdan çok kendi taraflarımızdan gelmiştir.”

 

     Bu olayın tek teselli edici yönü, Papa’nın yazlık sarayı olan “Kastel Gondolfo”daki çok başarılı konserdir. Çok görkemli ve gizemli atmosferde, bütün müzikçiler adeta büyülenmiş gibiydiler. Bu havayla beni de sürükleyip götürdüler, olağanüstü seslendirmenin doruk noktalarına…

 

     Şu olaylar, etkinliği şimdiye kadar olmayan yücelikle taçlandırdı:

 

     Papa, konserden sonra çok kapsamlı ve etkili bir konuşma metnini okudu. Yanına gitmemizle bizi güzel sözler ve armağanlarla ödüllendirdikten sonra yapmış olduğu şu hareketin belki de papalık tarihinde bir “ilk”i oluşturduğu söylendi: Uzun uzun, yaklaşık 40 metre uzaklıkta bulunan orkestra ve koroya baktıktan sonra, bizi de peşinden sürükleyip çok yakına gelince doğaçlama bir söylemle duygularını daha derinden açıklaması ayrı heyecanlar yarattı. Papanın ruhani reis olduktan başka, devlet başkanı da olması hasebiyle protokol kuralına göre hiç kimsenin ayağına gitmemesi gerektiği halde böyle yapması herkesi çok şaşırtmıştı. Konserle birlikte Papa’nın konuşmalarının da “Vatikan Televizyonu”ndan başka 800 milyonluk cemaata hitap eden gazetesinden yayınlanması olaya çok büyük boyutlar kazandırmıştır.

 

     Şimdi, 6 yıl geriye gittiğimde, çok zorluklarla hazırlanan ve büyük umutlar bağlanan turnenin iptalinden daha çok, o davranışların kalbimdeki ok yaralarının sızılarını hissediyorum. Tam anlamı ile “pişmiş aşa su katmak”tı olay. “Ankara Devlet Operası” kendi bünyesindeki koro ve solistleriyle “Oratoryo”yu hazırlamış, hatta kompakt diskini de yapmıştı. Böyleyken, bu olanakları olmayan “başkalarının” araya girmelerini ne akıl ve izan, ne vicdan ne de meslek ahlakı ile bağdaştırmaya olanak var mıdır? Bu konuya ileride daha geniş şekilde değinmeyi zorunlu görüyorum, belki ders olur da başka örnekleri olmaz diye.

 

     Şimdi sayın okuyuculardan şu ricalarım olacak:

 

     1. Yukarıdaki açıklamalarım hakkındaki fikirlerini, görüşlerini bildirmeleri,

 

     2. Benim bilmediğim başka iptaller varsa, onları da yazarak bir “Turne İptalleri Antolojisi” oluşturmaya yardımcı olmaları. (Ne kara mizah şaheseri olur, değil mi? Belki de ödül bile olabilir. Mesela birkaç ton kına gibi…)


     Aylık olarak yayınlanan “Orkestra Dergisi”nin 35. Yıl, 278. Sayı ile Şubat 1997 tarihinde basılan nüshasının 2-7. sayfalarından alınmıştır.




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5745990
Online Ziyaretçi Sayısı:8
Bugünlük Ziyaret :831

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.