01.08.2010 / Avar, Banu - Sızma Operasyonu ve 'Kültürel iğdiş'

     Ben ilkokulda olmalıyım. Yakacık’da bir yaz. İstanbul’un o zamanlar bir sayfiye semtinde benden birkaç yaş büyük ablaların, ‘yello submarin’ , ‘Lusin dısıkayin daymaaan::’ gibi sesler çıkararak, Beatles parçalarını gevelediklerini ilk duyuşum. “Hey Dergisi” çıkmıştı, batıdaki son trendleri gençliğin üzerine fışkırtıyordu.. Sinemalarda “Hollywood” saltanatı sürüyordu..

     “Hayat Dergisi”, Amerikalı yıldızların hayat hikayelerini, evlerini, aşklarını konu ediyordu.. Basının her yanında Amerikan rüyası vardı..

     Amerikan yardım anlaşmasının bir maddesi de, “Türk basınında sürekli Amerikan propagandası” yapılma şartıydı...

     “Amerikan Büyükelçiliği” “AFS” ve “Fulbright” bursları veriyor, gençler sıraya giriyordu..

     O yıllarda yüzlerce barış gönüllüsü Türkiye’yi harmanlıyordu..

     Doğu mitingleri hazırlık aşamasındaydı...

     ABD Türkiye’nin etnik haritasını bir kez daha incelemeye alıyordu..

     112 adet NATO haberalma tesisi Türkiye’de kuruluyordu.

     Kıbrıs’da katliam vardı..

     Amerikalı ‘uzmanlar’ her yandaydı…..

     Bunlar olurken, büyük şehirlerde gençler, “PX Amerikan Mağazaları”ndan bluejean almak için sıradaydı. Clint Eastwood’un ‘Birkaç Dolar İçin’ filminden sonra, ‘bir kısım’ gençler mahmuzlu çizme ve kovboy pançosu bulma derdine düşmüştü. “Kadıköy Cep Sineması”nda “Animals Grubu”nun parçalarını dinleyen salon, film boyunca dans etmişti.. ‘Michele Ma Belle’ ya da ‘All Hung Up In Your Green Eyes’ tınılarını bilenle bilmeyen bir olur muydu?!..

     Aynı yıllarda Türk halkının yüzde 80’i Bangladeş fukaralığına eş bir durumda yaşıyordu..

     ‘Gimme some Lovin,’

     Bu satırları, bir zaman önce “Hürriyet Gazetesi”nde bir köşe yazarını okurken yazmıştım.

     Yazar, Şakir Eczacıbaşı’nın ölümü üzerine kaleme aldığı köşe yazısında, “İstanbul Sanat Kültür Vakfı”nın faaliyetlerinin onu nasıl başkalaştırdığını anlatmış, ‘yabancı sanatçılardan habersiz yaşarken’ nasıl bir ‘kültür’ zenginliğinin içine düştüğünü uzun uzun anlatmıştı. Artık batının tüm caz sanatçılarını, tanıyor, Tepebaşı’ndaki “Amerikan Konsolosluğu” aracılığıyla tüm trendleri takip ediyordu. Bunları “İstanbul Festivali”ne borçluydu!

     Bu yıl “İstanbul Festivali” kapsamında Eric Clapton ve Steve Winwood konserine giden gazeteci Ertuğrul Özkök de kültür kökleri ile ilgili şu satırları yazmıştı:

     “20 yaşımdayken Ankara sokaklarında beni avaz avaz ‘Gimme some lovin’ diye bağırtan adam!... O gece benim ‘an’ımdı.. …63 yaşıma iyi geldi,.”

     Ne Ankara’da ‘gimme some lovin,’ diye bağıran Özkök’ün, ne İstanbul’un uzak semtlerinde ‘yello submarin’ diye mırıldanan gençlerin, aynı yıllarda uygulamaya konan “Richard Bissel Raporu”ndan haberleri yoktu!

     Bissel, “Cia”nın gizli hizmetler direktörüydü. 1968’de yazdığı gizli raporda, toplumlara ‘sızma’ tekniğinden sözediyordu. Rapora göre, hedef ülkelerde:

     1) Hükümetlere siyasal tavsiye ve danışmanlık,
     2) Tek tek şahıslarla temas, kişisel yardım uygulaması,
     3) Siyasal partilere maddi ve teknik yardım,
     4) İşçi sendikaları, kooperatifler ve özel örgütlenmeleri desteklemek,
     5) Kişilerin özel olarak eğitilmesi, eğitim takasları,
     6) Ekonomik operasyonlar,
     7) Gizli propaganda,
     8) Bir rejimi desteklemek ya da devirmek için askeri ya da siyasal operasyonlar yapılacaktı.

     “Bissel Raporu”nda yeralan aşamalar, Türkiye’de yıllardır adım adım uygulanmıştır. Toplumlara çeşitli yollarla sızılmaktadır. ‘Sızma Tekniği’, “Oltadaki Balık Türkiye” (M. Emin Değer) adlı kitapta şöyle özetlenir:

     “Tıp dilinde ‘infiltrasyon/Sızma’, bir mikrobun ya da kanser hücresinin, vücudun en yaşamsal bölgesinin tüm hücrelerine girmesini, mikrobun bünyenin her tarafına yayılmasını gösterir.. İşte Amerika’nın uyguladığı yöntem de budur!”

     Amerikalı sosyologlar bu yöntemi “Görünmez Faktör” olarak tanımlarlar. Görünmez faktör, “kontrol mekanizmalarının toplamı”dır ve “görünmezlik, zihinlerin sömürgeleştirilmesi yoluyla başarılmaktadır.”

     Bu yolda en etkili araç “eğitimin ele geçirilmesi”dir.

     İdeolojik Taarruz

     Amerikalı uzman Max Von Thornburg, 1947 Ekim ayında “The Fortune Dergisi”ndeki “Türkiye’ye niçin yardım etmeli?” başlıklı raporunda “İdeolojik taarruzun Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejisi için, atom bombası kadar önemli olduğunun” altını çizmiştir.

     “Yalnız sermayemizi değil, hizmetlerimizi, geleneklerimizi, kültürümüzü ve ideallerimizi de Türkiye’ye konuşlandıracağız!” demiştir.

     İşte bu nedenle, ekonomik yardımı, eğitim/kültür anlaşmaları takip etmiştir. Ülkenin “aydın adayları”nın beynini “iğdiş” etme operasyonudur bu!

     Toplumun en üst düzeyinde yeralan elitler ya batıda eğitim almışlar ya batının misyoner şubeleri olan kolejlerde eğitilmişlerdir.

     Tümü bir iki yabancı dile vakıftırlar ve tüm yaşam biçimleri Batı tarafından şekillendirilmiştir..

     Emre, orta halli bir ailenin oğludur. Osmanlı hanedanı varisi, İsviçre bankeri karışımı bir ailenin kızıyla evlenir.. “Robert College” mezunudur. 68’lidir. 90’larda Özal’ın prensi olur. Paraya para demez. Soros’la tanışır ve Amerikan gizli devletine bağlanır.

     Şule alt orta gruptan gelir. “Galatasaray Lisesi”nden mezun olur, ardından bursla Fransa’ya gider... “Sorbon”da okur, gelip akademisyen olur... Sol fikirlidir... Üniversite’de Latin Amerika’daki direniş hareketlerine merak sarmıştır. Batının gözlüğünü takar, kendi ülkesine bakar. Çok vahim şekilde yanılacaktır. “Halkların özgürlüğü”yle lafa başlayacak, az sonra “PKK”nın en büyük savunucusu olacak, batının görevlisi olarak ekranların vazgeçilmezi olup çıkacaktır.

     Falanca edebiyatçı treni kaçırır, üniversite bursu alamaz ama “İowa Üniversitesi Yazarlar Kursu”na (International Writing Program) gider... Ermeni ve Kürtleri milyon milyon katlettiğimizden bahsedip “Nobel”e hak kazanır, milyar doları cepler.

     Eğitilenler

     Onlarca Türk genci, “Erasmus”la Avrupa yollarını tutar. Elit ailelerin çocukları, her yıl, “Turkish Coalition of America” ve “Tüsiad”ın “Washington Temsilciliği”nin katkılarıyla, “ABD Kongresi”nde staja gider.

     Önemli bürokratların, üst düzey askerlerin, işadamlarının kızları, oğulları, “ABD Temsilciler Meclisi” koridorlarında, “Cumhuriyetçi Parti”nin veya “Demokrat Parti”nin milletvekillerinin peşinde koştururlar.. Dikkatle seçilen bu gençler, belli bir kıvama geldikten sonra yüksek görevler için ülkelerine birer Amerikalı olarak geri dönerler.

     “Eğitilenler” dönünce, devletin başına, olmadı, bürokraside bir koltuğa veya bir üniversitenin başına, siyasette, -iktidar muhalefet fark etmez- liderlerin danışmanlığına, medyanın en en yukarı katlarına oturtuluverirler!

     Hatırlayın, “Fulbright”, “Rockefeller”, “Eisenhower”, “Ford” vakfı burslarıyla “eğitilenler” Türkiye’yi uzun yıllar boyunca yönetmişlerdir/yönetmektedirler.

     İslamköylü Demirel’den, büyük kent çocuğu Bülent Ecevit’e, Antalyalı Deniz Baykal’dan Kayserili Abdullah Gül’e, Ünyeli Numan Kurtulmuş’a kadar birçok lider çeşitli “imkanlarla” Avrupa ve Amerika’da “ağırlanıp, eğitilmişlerdir”. Meraklısı nette iki tuşa basarak ayrıntılı cv’lerini bulabilir.

     Algı Değiştirme Operasyonu

     Aydınlar yurtdışında eğitimden geçirilirken, büyük yığınlara da “algı değiştirme operasyonu” yapılır. Amerikalı bilim adamları, toplumların algılarıyla nasıl oynandığı, toplumların psikolojik deneme tahtası haline nasıl getirildiği konusunda örnekler verirler:

     “Yanlış olan, doğru ya da tersi olarak algılanabilir. İnsanları katletmek vatanperverlik olarak görünebileceği gibi, nefretle de karşılanabilir.. Asla kabullenilemeyecek davranışlar, normal görülebilir..”

     “1982 Anayasası”, Batının “tavsiyesiyle” hazırlanır. “2010 Anayasası” yine batının emriyle gündeme oturmuştur. Ekranlardaki propaganda makinesini çalıştıranlar “yedi düvelcilerdir”!

     Richard Bissel, raporunda, toplumları değiştirmede basının önemine de değinmiştir. “Basın Batı müdahalelerinde en önemli güçtür” demiştir.

     İçinden geçtiğimiz şu günlerde bunun nadide örnekleriyle burun burunayız.

     Federasyon ve otonomi tartışmalarının yeri göğü kapladığı bir anda , ABD formatlı bir yarışma programı ekranlara çıkar.

     “İntercities-Şehirler Yarışıyor”da şehircilik, hemşehrilik hissi kaşınır. Ulusal bütünlüğe karşı yerel yönetimlerin propagandası yapılır..

     Cia istasyon şefi Paul Henze, “Türk halkına sabah akşam ‘federasyon'dan bahsedilmeli, kulakları bu duruma alıştırılmalıdır!”, dememiş midir?

     Siyasetten uzaklaştırılmış geniş yığınlara enjekte edilen zehir de ekranlardan yayılır!

     “Evcilik Oyunu” gibi yapay evlilik denemeleri, aile yapısını sulandırır, falanca dedenin televizyonda falanca büyükanneye izdivaç teklifi, yaşlılara saygıyı azaltır, bilgeliği şaklabanlığa dönüştürür.

     “Yemekteyiz Programı”nda, kutsal sofra adabına açıkca hakaret edilmesi, “Survivor”da dedikodu ve insanların birbiriyle nefret ve rekabet ilişkisi, ekranlarda bir anda beliren kuralsız box maçlarıyla toplumsal şiddet hissinin arttırılması, “Fear Factor” ile korku duygusunun yaygınlaştırılması, toplumdaki psikolojik operasyona en bariz örneklerdir.

     Sıradan insanlar, “Kol kırılır, yen içinde kalır” kültüründen, en yakın ilişkilerini ekrana taşıma noktasına getirilmişlerdir! ABD markalı showların kucağında, “ideolojik taarruz”un en sertine muhatap olmuşlardır.

     Bunların tümü, batıya bağlı “sivil örümcekler”in, “algıyı değiştirme” çalışmalarının sonuçlarıdır.

     Gençler, anlamadıkları bir dilin ve kültürün, ürkütücü gürültüsünde sallanmaktan haz duyduklarını sanmaktadırlar!...

     Her şey psikoloji biliminin yardımıyla yapılacak, toplum psikolojik aygıtlarla şekillendirilecektir..
Üniversiteler ve medya bu çalışmaların merkezidirler.

     Medyadan yayılan zehir daha küçük gençlik gruplarında farklı yöntemler dener.

     Kısa film yarışmaları düzenlenir. Belediyeler ve AB fonları işbirliği ile “kültürlerarası diyalog” işlenir. Kim Kürt kimliği der, Ermeni kültürü ile ilgili laf eder, “ekümenik” “Ortodoks Kilisesi” için film yaparsa parayı kapar, kapağı yurtdışına atar...

     Biz Ne mi Yapacağız?!

     1947’de Amerikan yardımıyla birlikte Türk halkı, özellikle de aydınları bir kültür enjeksiyonunun hedefi olmuşlardır.

     “Ecnebi” okullarda ya da diyarlarda eğitilenler artık bu ülkenin insanları değillerdir. Onlar iki arada bir derede kalanlardır.. Kültürel “tecavüze” uğrayanlardır.

     Bu bir “sızış”tır. Bir milleti millet yapan tüm özelliklere kezzap atılışıdır.

     İşte bugün sızılmış bir Türkiye’nin sızılmış aydınları, tıpkı eskiden olduğu gibi, Türkiye’yi bölme, Amerika’ya manda yapma projesinin gönüllü askerleridir!

     Bu taarruza muhatap olan ve kendi üzerinde oynanan oyunları algılayamayan geniş yığınların sık sık “Biz ne yapacağız?” diye sorduklarını aktarırdı Attila İlhan.

     Tuhaftır, soru sahipleri, cevabı bulmakla mükellef olanın da, kendileri olduğunu ne biliyor, ne kestirebiliyor! Çünkü “kopya”, “alafrangalık” sahici “yurttaşlık bilincini” bulandırmış...

     Böyle bir soruyu sordukları anda, yetersizliklerini itiraf edip çareyi başkalarından -muhtemelen ‘ecnebi’den- beklediklerini açıklamış oluyorlar. İyi de, “kültürsüzleşme” dedikleri, “bizatihi” bu değil midir?

     İlk Kurşun Gazetesi - 01.08.2010, Pazar




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5744251
Online Ziyaretçi Sayısı:19
Bugünlük Ziyaret :975

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.