01.10.1975 / Hasan Toraganlı - Alaturka Musiki

     Günümüzde Alaturka Musiki

     Son günlerde “Alaturka Musiki”, bütün yurt düzeyinde, Rauf Yekta’ların, Hüseyin Sadettin Arel’lerin hayal bile edemeyeceği bir saygınlığa erişmiş bulunuyor.

     Radyo ve televizyon programları “Alaturka Musiki” ile dolup taşmakta, bakanlıkların, bankaların, öteki özel ve kamu kuruluşlarının sanat danışmanlıkları ile “TRT”nin müzik ve sanatla ilgili tüm daire başkanlıkları “Alaturka Musiki” sanatçılarının tekeline geçmektedir.

     Üniversite ve liselerimizde yeni yeni “Alaturka Musiki Toplulukları” kuruluyor. Bu geleneksel sanatı yaşatmak ve geliştirmek amacıyla “Alaturka Musiki Konsevatuvarları” açma hazırlıkları ilerliyor.

     Alaturka musikinin Batı müziğinden daha zengin ve çokseslilik bakımından daha ileride olduğunu tanıtlayan kitaplar yayımlanıyor.

     Kısacası, “Alaturka Musiki” en parlak günlerini yaşıyor.

     “Alaturka Musiki” sevilen bir sanattır. Kendine özgü güzellikleri vardır. Ne yazık ki, bu nitelikler “Alaturka Musiki”ye, çağdaş “Türk Sanat Musikisi” olma ayrıcalığını vermeye yetmemektedir.

     Bu geleneksel sanatı ne kadar seversek sevelim, kafalarımızı kurcalayan bir takım sorulardan kendimizi kurtaramayız.

     “Alaturka Musiki” Nedir?

     “Alaturka Musiki”, sanıldığı gibi yaşam gücünü yitirrmemiş halis bir Türk sanatı mıdır?

     Bu musikinin başlıca özelliklerinden biri olan çeyrek seslerin insan ruhu üzerindeki etkileri olumlu mudur?

     Bu yazımızda, yukarıdaki soruların yanıtını vermeye ve “Alaturka Musiki”nin ne olduğunu ve ne olmadığını anlatmaya çalışacağız.

     Alaturka Musikinin Adı

     Önce bu geleneksel musikinin adını tanımlamaya çalışalım. Bir kez daha yazmıştık. Bu sanatın ilk adı sadece “Alaturka Musiki” idi. Ardından “Divan Musikisi”, “Fasıl Musikisi” denildi. Bu adlar beğenilmediğinden “Klasik Türk Musikisi”, “Tarihi Türk Musikisi”, “Milli Türk Musikisi” adları kullanıldı. Son olarak da “Türk Sanat Musikisi” ya da sadece “Türk Müziği” olarak adlandırılıyor. Bir sanatın adını değiştirmekle, ne onu yenilemiş, ne de saygınlığını arttırmış oluruz. Sekiz kez adı değişmiş bir sanata en uygun düşen, kuşkusuz ilk adıdır. “Türk Sanat Musikisi” adının, “Alaturka Musiki” için yakıştırmacadan öteye bir anlam taşımadığı ortadadır.

     “Türk Sanat Musikisi”, çağdaş teknikle yaratılmakta olan ulusal musikinin tanımlaması olacaktır. Cemal Reşidlerin, Adnan Saygunların, Sabahattin Kalender, Muammer Sun ve Ferit Tüzünlerin ve bu kuşaklar arasındaki daha nice bestecilerin emek verdikleri bir uğraşı sonunda oluşacak olan sanatın tanımlaması.

     Alaturka – Alafranga Sorunu

     Yurdumuzda “Alaturka-Alafranga Musiki” tartışmaları “Birinci Dünya Savaşı” yıllarından sonra yoğunluk kazanmıştı. En ünlü çatışma, her iki müziğin iki yetkili kalemi, Rauf Yekta ve Mahmut Ragıp Gazimihal arasında yıllarca sürdü. Atatürk döneminde tartışmalar bitmiş ve “Alaturka Musiki” yenilgiyi kabul etmişti.

     Bugün seyrek de olsa, tek yanlı övme ve yermeler biçiminde tartışmayı sürdürenler bulunuyor.

     Bu önemli yurt sorunu, kişisel keyiflenme yönünden ele alındıkça, sonuç her zaman duygusal ve aldatıcı olacaktır. Oysa sorun, bir ulusun sanat eğitimi sorunudur. Eğitim söz konusu olunca, doğru yargıyı duygular değil, akıl verecektir.

     “Alaturka Musiki”, 6-700 yıllık yaşantısını genellikle saray ve çevresinde sürdürmüş, bu yüzden, önceleri yurt sanatı için bir sorun olmamıştı. Halk kendi müziğini söylüyor, saray ve çevresindeki bir avuç insan, yabancı bir sanatı yaşatmağa çalışıyordu.

     Batı müziği ile çok sonraları, 1828’de sarayda açılan “Muzika-i Hümayun” aracılığı ile ilişki kurabildik. “Muzika-i Hümayun”, yurdumuzda Batı müziği eğitiminin uygulandığı ilk sanat kurumu olmuştu.

     Batı müziği, yurt sanatı üzerindeki asıl olumlu etkilerini ancak yüzyıl sonra, 1924’de “Musiki Muallim Mektebi”nin açılması ile göstermiş oldu.

     Yurdumuzda ilk müzik dersinin konduğu 1870 yılından, “Birinci Dünya Savaşı” öncesine kadar geçen dönemde, okullarda yalnızca alaturka şarkı ve ilahiler söyletilirdi. Tevfik Fikret’in şiirlerinden ilk olarak yapılan okul şarkıları da alaturka idi.

     Zati Arca 1909 yılında, ardından Zeki Üngör ve Musa Süreyya, “Birinci Dünya Savaşı” yıllarında, müzik derslerinde “Batı Müziği” tekniğini uygulamağa başladılar. “Musiki Muallim Mektebi”nin açılmasıyla, “Batı Müziği” savaşı kazanmış ve “Alaturka Musiki” okullardan elini ayağını çekmişti.

     Ne yazık ki o günlerde, Türk müziğinin gelecekteki biçimlendirilmesi kesinlikle saptanamamış olduğundan, ulusal bir müzik eğitimi bulunamamış ve okullarda yalnızca “Batı Müziği” uygulanarak uzun yıllar ziyan edilmiştir.

     Ayrıca, o dönemde önemsenmeyen “Alaturka Musiki”nin, günü gelince, “Divan Edebiyatı” gibi kendiliğinden sahneden çekileceği sanılarak büyük bir hataya da düşülmüştü.

     Oysa, “Musiki Muallim Mektebi”, “Devlet Konservatuvarı” ve “Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü” gibi yetkili sanat kurumlarının, zamanında yurt müziği sorunlarına eğilerek çözüm yolları bulmaları ve bunların devlet eliyle uygulanmasını sağlamaları gerekirdi.

     “Alaturka Musiki” Değerli Bir Andaçtır

     Önemle belirtilmesi gereken bir nokta, “Alaturka Musiki”nin, kendi oluşum koşulları içinde, güzel ve değerli bir sanat olduğudur. İçinde yabancı öğelerin bulunmasına karşın, bu ortak sanatta Türk beğenisinin ağır bastığı bir gerçektir. Yüzyıllar boyunca yetişmiş değerli sanatçıların yapıtlarıyla süslenmiş bu değerli andacı korumak görevimizdir.

     Yalnız, ne kadar değerli olursa olsun, tarihsel bir andacı korumak başka şey, o andacı yapay zorlamalarla güncel yaşama uygulamak başka şeydir.

     Fuzuli’si, Baki’si ve Nef’isiyle, yüzlerce büyük ozanın oluşturduğu “Divan Edebiyatı”, “Alaturka Musiki”den daha mı az değerli bir sanattı?

     Kanımızca, “Divan Edebiyatı”, eşdeşi olan “Divan Musikisi”nden (Alaturka Musiki) daha gelişmiş bir sanattı. Öyle olduğu halde, zamanı gelince, güncel yaşamın gereksinmelerini karşılayamayacak bir duruma düşmüş ve hiçbir zorlama olmadan, kendiliğinden tarihsel köşesine çekilmişti.

     “Divan Edebiyatı”, güncel yaşamdan çekilmekle değer kaybına mı uğramıştır? Tersine, gün geçtikçe gerçek değeri anlaşılmakta ve edebiyat tarihimizin paha biçilmez bir hazinesi olarak yücelmektedir. Türk edebiyat tarihinin bu değerli hazinesini, saygın köşesinden alıp güncel yaşama uygulamak, “Divan Edebiyatı”na yapılabilecek en büyük kötülük olurdu.

     Türk ordularını yüzyıllar boyunca zaferden zafere koşturmuş bulunan “Mehter Takımları”nın tarihsel değeri her zaman yüksek olacaktır. Bu takımlardan birini “Askeri Müze”de yaşatmak, kutlanacak bir değerbilirliktir. Fakat, tarihsel değerleri büyüktür diye, ordudan bandoları kaldırıp yerine mehter takımlarını koymağı kimse düşünmemektedir.

     “Alaturka Musiki” de ne kadar değerli olursa olsun, “Divan Edebiyatı” gibi, “Mehterhane” gibi, tarihsel bir sanattır. Güncel yaşamın gereksinmelerini karşılayamamakta, zaman zaman istenmeyen durumlarla karşı karşıya gelmektedir.

     “Alaturka Musiki”yi “Çağdaş Türk Sanatı”, “Ulusal Musiki” olarak ele almak, bu sanata yarar yerine zarar veren yanlış bir davranıştır. Bu tarihsel yanlışın yapılmasında bilgisizlikle birlikte çıkar hesaplarının da bulunduğu unutulmamalıdır.

     “Alaturka Musiki”, geleneksel yapısı içerisinde, olduğu gibi korunması gereken bir sanattır. Onu bir takım yeni ve yakıştırmaca kurallara bağlamağa çalışanlarla, sözde geliştirilmesine uğraşanlar, büyük yanlışlıklara düşmekte, bu tarihsel sanata iyilik yerine kötülük yapmaktadırlar.

     Kuralcı ve geliştirmecilerin aşırı bir takımı, bugün uydurulanları bilmedikleri için, “Alaturka Musiki”yi yaratan eski büyük bestecileri bile cehaletle suçlamaktan çekinmemektedirler.

     “Alaturka Musiki”ye yapılabilecek en doğru uygulama, onu “Divan Edebiyatı” gibi, hiç bir yerine dokunmadan, tarihsel bir andaç olarak korumaktır. “Ulusal Türk Müziği”, “Halk Musikisi” kaynak alınarak, çağdaş teknikle yaratılacaktır.

     “Atatürk Dönemi”nde “Alaturka Musiki”

     “Atatürk Dönemi”nde “Alaturka Musiki” kendi kaderi ile başbaşa bırakılmıştı. Her alanda olduğu gibi, müzik sanatında da devrim ilkelerine uygun ve ileriye yönelik çalışmaların sürdürüldüğü bir dönemde yapılabilecek en doğru hareket de buydu.

     Okullarda, ders dışı zamanlarda bile “Alaturka Şarkı” söyletilmez, hangi amaçla olursa olsun “Fasıl Musikisi” dinletileri düzenlenemezdi.

     Ulusal müziğin geleceği kesinlikle saptanmamış olduğundan, halk müziğine de ilgi gösterilmezdi.

     Atatürk, yetişme koşulları sonucu “Alaturka Musiki”yi severdi. Fakat, ulusun eğitimi, ulusal müziğin geleceği söz konusu olduğu zaman, “Alaturka Musiki”nin adını bile ağzına almazdı. Bir aralık bu musikiyi radyolardan da kaldırtmış olduğunu anımsamak yerinde olur.

     Atatürk’ten Sonraki Durum

     “Atatürk Dönemi”nden sonra başlayan gevşemeler sırasında “Alaturka Musiki” üzerindeki görünmez baskı da yavaş yavaş kalktı. “Divan Edebiyatı” gibi sessizce tarihsel köşesine çekileceği sanılan “Alaturka Musiki” toparlanmaya, kendine yeni yaşam alanları aramaya koyuldu. Önce üniversitelere sokuldu. Gençlerin ulusal duyguları körüklendi. “Alaturka Musiki”nin “Türk Sanatı”, “ulusal sanat” olduğu propagandası yayıldı.

     Müzik alanında kendilerine olumlu bir yön verilmemiş saf delikanlılar, “Alaturka Musiki”ye, gönüllerindeki boşluğu dolduracak bir kurtarıcı gibi sarıldılar. Okullarında kurulan koro ve saz takımlarına katıldılar.

     Ne var ki, “Alaturka Musiki” tarihsel görevini tamamlamış ve çağdaş sanat akımlarına ayak uyduramayacak kadar eskimişti. Yüksek okulların çeşitli dallarında çağdaş bilim ve teknikle yetiştirilen gençlerimize sanat kültürü ve estetik beğeni olarak yalnızca “Alaturka Musiki”nin verilmiş olması üzüntü vericidir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, zamanında ne kadar beğenilmiş olursa olsun, artık çağ dışı kalmış tarihsel bir musiki ile çağdaş sanat beğenisi verilemez. “Alaturka mühendis”, “alaturka doktor” yetiştirmek, çağdaş üniversitenin amacı olmasa gerektir.

     Bilgi bakımından çağdaş, beğeni bakımından çağdışı yaratıklar yetiştirmekten vazgeçmeliyiz.

     Gençlerimize, uygun bir eğitimle, çağdaş bir müzik, çağdaş bir sanat anlayışı veremediğimizden, başta üniversiteler olmak üzere hepimiz sorumluyuz. “Darülfünun” adının üniversiteye çevrilişi üzerinden uzun yıllar geçti. Ne yazık ki, müderrislerimizden pek azı gerçek profesör olabildi. “Alaturka Musiki”nin hoşgörü ile karşılandığı aynı üniversitelerde çoksesli küçük bir koro, ufacık bir bando ya da bir orkestra kurma girişiminin ne büyük engellerle karşılaştığını bilmeyen yoktur.

     “Alaturka Musiki”nin Düzeltilmesi Girişimleri

     “Alaturka Musiki”nin üniversitelerde yuvalanması, yeni yeni alanlara yayılması, bu sanata gerçekten gönül vermiş nice sanat ve bilim adamının endişelerini gidermeye yetmiyordu.

     “Alaturka Musiki”nin düzeltilmesini ve çağdaşlaştırılmasını isteyenler, önce onu kurallara bağlamaya çalıştılar. “24 eşit olmayan aralıklı sistem”, büyülü bir formül gibi dillerden ve kalemlerden düşmez oldu. Düzeltme üzerine ciltlerle kitap, yüzlerce makale yazıldı. Bu iş günümüzde de sürdürülüyor. “Alaturka Musiki”nin çokseslendirilmesini değişik açılardan ve başka başka yöntemlerle ele alan kitaplar yayınlanıyor.

     Üzülerek belirtmeliyiz ki, alınan sonuçlar sıfırdan pek fazla uzaklaşamamaktadır. Bütün bu çabalardan, bunca kanun, kural ve yakıştırmalardan sonra ne değişmiştir? Zoraki kurallarla sanat yapıtı yaratılamaz. Büyük sanat yapıtları, kendi kurallarını da birlikte getirirler.

     Besteciler bilgeleştikçe, ortaya çıkan yapıtlar yavanlaşmakta, “Alaturka Musiki”nin kendine özgü güzellikleri silinip kaybolmaktadır. Teksesli “Alaturka Musiki”, geleneksel çeşnisi bozulmadan ne değiştirilebilmekte ne de yenilenebilmektedir. Bu sanata yapılabilecek en büyük iyilik, yukarıda da söylediğimiz gibi, onu aynen koruyarak tarihsel köşesinde rahat bırakmaktır.

     Çeyrek Ses

     Çeyrek ses, “Alaturka Musiki”yi savunanların sevmedikleri, ağızlarına almaktan çekindikleri bir terimdir. Bilindiği gibi, “Alaturka Musiki”de dokuz komalık bir tam ses aralığı, eşit olmayan dört parçaya bölünmektedir. Her ne kadar, “Alaturka Musiki”de, tam ses aralığını bölen bu seslere “Bakiyye”, “Küçük Mücennep”, “Büyük Mücennep” gibi adlar verilmekteyse de biz topuna birden “Çeyrek Ses” denilmesinde bir sakınca görmemekteyiz. Hüseyin Sadettin Arel, bir öğrencisinin “Çeyrek ses nedir?” sorusunu, kesinlikle “Türk musikisinde çeyrek ses yoktur” diye yanıtlamıştı.

     İster çeyrek ses densin, isterse “mücennep”, önemli olan bu küçük ses aralıklarının insan ruhu üzerindeki etkileridir. Ne yazık ki, çeyrek ses aralıklarının insan ruhu ve moral gücü üzerinde olumsuz ve yıkıcı etkiler yaptığı açıkça görülmektedir. Gerçek müzik sanatı bir eğlence aracı olarak düşünülemeyeceğine göre, ondan beklenen, insan ruhu üzerinde eğitici, yükseltici, dengeli ve düzenli bir ortam yaratmasıdır. “Alaturka Musiki”deki çeyrek sesler, bu ortamın yaratılmasını tümü ile olanaksız kılmaktadır.

     Çeyrek sesler, bastığımız toprağı yapışkan, içinden çıkılmaz bir bataklık haline getirmekte, kayıp yuvarlanan, dizlerine kadar çamura batan insan, boş yere tutunacak bir dal, ayak basacak sağlam bir toprak aramaktadır. Çeyrek ses buhurlarından yükselen ağır buğular, gevşeme ve uyuşmayı tamamlamaktadır.

     “Alaturka Musiki”, bugünkünden yüz kat güzel bir sanat olsaydı bile, içindeki bu vazgeçilemeyen çeyrek sesler yüzünden, yine de eğitici değerini kaybeder ve moral güç için zararlı olmaktan kurtulamazdı.

     Böcek yiyen bir çok zehirli bitkinin de güzel kokular saçtığını ve çekici renkleriyle göz kamaştırdığını unutmayalım.

     “Alaturka Musiki” Salt Bir Türk Sanatı mıdır?

     Bu sorunun yanıtını vermeden önce, dünya haritasına bir göz gezdirmemiz yararlı olacaktır. “Atlas Okyanusu” kıyılarındaki Fas’tan, Hindistan’a kadar, bir çizgi üzerinde yayılan geniş alandaki ülkelerin hemen hepsinde aynı musiki ezgileri yükselmektedir. Aralarındaki küçük ayrımlar, önemsenmeyecek kadar azdır. Tunuslunun, Mısırlının, İranlının ve Pakistanlının da sahip çıktığı aynı tür bir sanata biz nasıl salt Türk musikisidir, diyebiliriz? Çeşitli makamlar bizde de var, onlarda da, çeyrek sesler bizde de var, onlarda da. Elbette “Türk Alaturka Musikisi” ile öbür ülkelerin musikisi arasında bir takım küçük ayrımlar bulunacaktır. Ne var ki bu ayrımlar, bir Türkle bir Faslının, bir İranlı ile bir Mısırlının arasındaki görünüm ayrımını geçmez.

     Aşırı “Alaturka Musiki” severlerin, bu sanatın kaynağını binlerce yıl öteye, Sümer’lere kadar götürme çabaları gerçeği değiştiremez. “Alaturka Musiki”, bize İslam kültürü ile birlikte girmiştir.

     İslamiyetin ilk yıllarında Türkler, Araplardan çok daha yüksek bir uygarlık düzeyinde bulunuyorlardı. Böyle olduğu halde, İslam dininin baskısıyla, İslam kültürü Türk ülkelerinde büyük bir hoşgörü ile karşılandı.

     İslam kültürünün en büyük etkisi edebiyat ve müzik sanatları üzerinde görüldü. Plastik sanatlardan resim ve heykel, İslam dinince yasaklanmış olduğundan, bu alanda bir etki söz konusu olamazdı. Mimarlık dalına gelince, Türkler bu alanda, Orta Asya’dan sürüp gelen ve Selçuklular’da doruğa ulaşan yüksek bir uygarlık düzeyinde bulunuyorlardı. Plastik sanatlar etkilenmekten kurtulmuşlardı. Osmanlı Türkleri’nde, ayrıca Türk dili de Arap ve Fars dillerinden çok sayıda sözcükler alarak Osmanlıca’ya dönüşmüş olduğundan, edebiyat sanatında etkilenme büyük oldu. “Geleneksel Türk Halk Edebiyatı”nın yanında, halktan uzak bir “Divan Edebiyatı” doğdu. “Osmanlı İmparatorluğu” ile birlikte gelişti ve onunla birlikte tarihe mal oldu.

     “Divan Edebiyatı”, aynı koşuttaki “Divan Musikisi”nden (Alaturka Musiki) belki de daha gelişmiş, daha başarılı yapıtlar vermiş bir sanattı. Böyle olduğu halde, günü gelip çağ dışı kalınca, ortalıktan efendice çekilmesini bilmiştir.

     “Alaturka Musiki” de olanakları oranında gelişmiş; Itri, Dede Efendi ve daha nice büyük bestecileri eliyle güzel yapıtlar da vermiştir. Ne var ki, bu sanat, çağdaş evrensel müziğin düzeyine bir türlü ulaşamamış, çağlar değiştikçe, tek sesli ilkel görünümünü koruyup yerinde saymış ve sonunda büsbütün yozlaşarak çağ dışı kalmıştır.

     “Alaturka Musiki”nin bu duruma düşmesinde en büyük sorum payı, çoksesliliği ve gelişmeyi engelleyen çeyrek seslerdedir. Ayrıca, uygar dünya müziği ile çok geç ilişki kurmamızın da bu sonuç üzerinde etkisi olmuştur.

     İslam kültürü ile yurdumuza giren ve üzerinde İranlının, Arabın, Hintlinin ve Bizanslının da bizim kadar hak iddia ettiği ortak tarihsel musikiye “Milli Musiki”, “Türk Müziği” demekten artık vazgeçmeliyiz.

     Alaturka Musiki Halk Musikisiyle Aynı Kökten mi Gelmiştir?

     Şimdiye kadar, “Divan Edebiyatı” ile “Halk Edebiyatı”nın aynı kökten gelmiş ortak sanatlar olduğunu söyleyen tek bir edebiyatçıya rastlamadım. “Halk Musikisi” ile “Alaturka Musiki”nin aynı kökten gelmiş ortak sanatlar olduğu, ancak son yıllarda söylenir olmuştur. Neden açıkça ortadadır. Yaşam gücünü kaybetmiş “Alaturka Musiki”ye “Halk Müziği”nden taze kan vermek ve yıkılışını olabildiği kadar geciktirmek.

     Oysa, yakın zamana kadar “Alaturka Musiki” sanatçıları “Halk Müziği”ni horlamaktan geri durmaz, onu bir çeşit avam sanatı sayarlardı. “Alaturka Musiki” ile “Halk Musikisi”aynı sanat olsalardı, “Alaturka Musiki”nin de yüzlerce yıl öncesinden Anadolu kentlerine sokulmuş olması gerekirdi.

     Gerçek odur ki, “Alaturka Musiki” yüzyıllar boyunca yalnız İstanbul’da, saray çevresiyle tekkelerde varlığını sürdürmüş, bir çok Batı Anadolu kentine bile ancak “Birinci Dünya Savaşı” yıllarında sokulabilmişti. Anadolu halkı, “Alaturka Musiki”nin varlığından habersiz olarak yüzyıllar boyunca kendi öz musikisini söyleyip durdu.

     Alaturka Musiki Gelişmiş Çağdaş Bir Sanat mıdır?

     Sanatlar sosyal varlıklar olduğuna göre, çağlar değiştikçe onların da değişmesi ve yenilenmesi gerekir. “Alaturka Musiki”de özellikle yenilenme ya hiç olmamış ya da yozlaşma biçiminde kendini göstermiştir.

     Bu musikinin en büyük ustası Itri, günümüzden üçyüz yıl önce yaşamıştı. Itri’den sonra “Alaturka Musiki”de ne yapılabilmiştir? Geçenlerde anılan bir besteci için “Türk musikisine yeni bir çeşni, yeni bir hava getirmiştir” deniliyordu. Oysa, rahmetli bestecinin “Türk Musikisi”ne getirdiği hava, meyhane havasından başka bir şey değildi. Yaman bir “Alaturka Musiki” yazarının, bestecilik bakımından bile Dede Efendi’den üstün tuttuğu Hüseyin Sadettin Arel ne yapabildi? Bir sürü laf, ciltlerle yazı, sonuç sıfır. Aslını ararsanız Arel’in bestelerine “Alaturka Musiki” bile denemez.

     “Alaturka Musiki”, üçyüz yıldan beri havaileşmekten başka, gerçek bir değişikliğe uğramamıştır. Bu durumda gelişme ve çağdaşlaşma söz konusu olamaz.

     Itri’nin yaşadığı yıllar, “Batı Müziği”ndeki “Barok Çağı” dönemidir. Bu dönemin büyük ustaları Bach ve Haendel’den sonra “Batı Müziği” yerinde saymamış, “Klasik Çağ”da Haydn, Mozart, Beethoven; “Romantik Çağ”da Schubert, Chopin ve Wagner gibi dev besteciler yetiştirmeyi sürdürerek “Çağdaş Dönem”e erişmiştir.

     Sonuç

     “Alaturka Musiki” Türk ulusu için değerli bir andaçtır. Ne var ki, çeşitli zamanlarda harcanan bunca çabalara karşın onu yenilemek ve çağdaşlaştırmak olanağı bulunamamıştır. Öte yandan, içindeki çeyrek sesler yüzünden moral güç üzerinde zararlı etkilerini sürdürmektedir. Böyle olduğu halde, dört bir yanı kişisel çıkarlarla çevrilmiş bulunan “Alaturka Musiki”nin kendiliğinden ortadan çekileceğini sanmak büyük bir saflık olacaktır.

     Yurdun bu en büyük müzik sorununa bir çıkar yol bulmakla yükümlü kurumlar, ne yazık ki, kendi iç sorunlarını bile çözecek durumda değiller. Yukarıda biraz değindiğimiz gibi, yurdun müzik sorunlarına çözüm yolları aramak ve çağdaş Türk müziğinin yaratılmasında önderlik etmek durumunda bulunan “Ankara Devlet Konservatuvarı” ve “Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü” gibi yetkili kuruluşlar, henüz görevlerinin bilincine bile erişmiş değiller.

     Kuruluşu 40 yılı bulan “Ankara Devlet Konservatuvarı”nın kendi iç çekişmelerinden, bitmeyen çıkar kavgalarından kurtulup, bir gün olsun yurdun müzik sorunlarına eğildiği görülmüş müdür? 37 yıllık “Gazi Eğitim” de yazık ki konservatuvardan daha iyi durumda değil.

     Birbirini çekememek, başarıları kıskanmak ve punduna getirip arkadaşına çelme takmak! İşte, Atatürk tarafından kendilerine “Alaturka Musiki”nin yerine geçecek yeni ve çağdaş bir sanat yaratma görevi verilmiş bulunan sanatçılarımızın 40 yıllık uğraşıları!..

     “Türkiye Filarmoni Derneği”nin yayın organı olan “Filarmoni Aylık Müzik ve Fikir Dergisi”nden alınmıştır. – Ekim 1975, Yıl: 12, Sayı: 111, Sayfa: 9-15.




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5686183
Online Ziyaretçi Sayısı:16
Bugünlük Ziyaret :150

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.