01.08.1975 / Mehmet Ergüven - Çatırdıyan Opera

     Bulanık değer ölçüleriyle beslenen kavramlar yüzünden “Devlet Operası”nın görevi yıllardır saptanamadı. Başıboşluğu tümevarımsal dizgeyle çözmeğe çalışanlar, çoğun ayrıntılara takılıp kaldıklarından, ana sorunda uzlaşamadılar. Söz konusu çıkmazla ilgili eleştiriler genellikle üç bölümde toplanıyor. Bunlardan birinci öbeğe girenler operanın zaman aşınımıyla geçerliliğini yitirip çağın gerisinde kaldığını ileri sürerler. Özellikle yeni kuşağın desteklediği bu sav, ne kuram ne de uygulamayla tanıtlanmıştır. Operayı kentsoyluya özgü yapay eğlence görme eğilimi solcu gençlerin çeliştikleri nokta. Saz ozanlarından ötesine kuşkuyla bakıp, özümlenemeyeni yermek gerçek aydına yaraşmıyor. Aşırı uçların, yarım yamalak bilgiyle, ekin sorunlarına karışmaları gelecek adına korku verici!

     İkinci bölümdekiler de yetmezliği niteliğe bağlayıp kurtuluşu bireylerden beklerler. Gözerimi şarkıcının ses telleriyle kornocunun dudağında biten bu kişilerin tek avuncu, yeni yetişenlerin daha güçlü olacağıdır. Üç tiz notayla eserin kurtulduğunu sananlar salon dolmuyorsa nedenleri yine şarkıcının akciğer oylumunda ararlar! Niteliğin başarıya olan katkısını kimse yadsıyamaz. Ne var ki, üstlendiği görevi unutan “Devlet Operası” ilgisizliği böylesine düzeyde aramakla yıkımını hazırlıyor.

     Son bölüme girenler daha geniş boyutlu düşünerek saplantıyı güncel sorunlarla -siyasal ortam, tutumsal çıkmaz, sinema, televizyon, vb.- geçiştirirler. Yer yer doğru olmasına karşın hiç bir çözüm yolu önermeyen bu görüş de boşlukta kalmaktadır.

     Belgelere göre 1600 yılında doğan opera üç yüzyılı aşan bir süreden sonra Türkiye’ye ulaşabilmiş. Gecikmenin nedenleri ayrıca tartışılabilir, ama asıl sorun başka yerde düğümleniyor. Şundan ki, operanın ülkemize girişi, diğer Slav ülkelerinde olduğu gibi, rastlantısal değil, bilinçli bir atılımla gerçekleşmiştir. Batı ülkelerinde opera geleneğinin kuruluşu adı geçen rastlantının “ulusal okul”a dönüşmesiyle başlar. Bizde böyle bir devre oluşmadığına göre örnek sayılabilecek başlangıcın çok geçmeden yozlaşması doğaldı. Nitekim, toplumla kan bağı kuramayan “Opera”nın, her gece birkaç sıraya oynadığı eserler bu gerçeği apaçık sergiliyor. Hiç bir yatırıma girişmeden salt devşirmeyle boylanma çabası bağnazlığın, sorumsuzluğun en belirgin örneği.

     Tecimsel kaygıdan uzak “Devlet Operası” her yıl yeni bir Türk eseriyle sahnesini açıp bu yoldaki çalışmalarını özel kuruluşlar, bankalar vb. güçlendirebilirdi. Ismarlanacak yapıtların sonrasızlığı toplumla zamana bağlı olduğundan önceden değerlendirmeğe kalkışmak kimseye yaraşmaz. Öyle görünüyor ki, halk müziğiyle saz ozanlarını destekleyenler, ayrımına varmadan, aktarmacılığı kınıyorlar. Yüzyılların oluşturduğu ekin dağarcığı yeni eserler için sınırsız beslenme kaynağı. Sevi öyküleri “Kerem ile Aslı”, “Ferhat ile Şirin” de tükenmiyor. “Dedem Korkut Öyküleri”nden “Karagöz ile Hacivat”a değin saymakla bitmeyecek yazınsal gömü iyi niyetle işleneceği günü bekliyor. “Devlet Operası” bu yönde emek verse, şimdilerde bambaşka yerde olup, istediği saygınlığı çoktan kazanmıştı. Ulusal ekini savsaklayan “Opera”, toplum dışında kalıyorsa, alınmayalım.

     Öz değerlere yönelik çalışma yeterince güçlendikten sonra sıra yabancı eserlere, bunların seçiminde öncelik sorununa geliyor. Gerçekte oynanacak yapıtları sıralama sanıldığı kadar esnek bir konu değil. “Opera”nın bulunduğu kent, tutumsal gücü, yapının oylumu, yönetim dizgesi izlenecek yolu kendiliğinden belirler. Son yıllarda söylenen “repertuvar operası” kavramı kişiyi duraksatıyor. “Devlet Operası” bugüne değin ayrı bir yöntemle mi çalışıyordu? Kısıtlı gelirle dokuz ay boyunca temsil veren kurumun “stagione” anlayışıyla tökezleyeceği bilinmiyor muydu? Böylesine açık seçik konularda daha yeni bağdaşılıyorsa söylenecek söz yok! Bu bir yana, repertuvar kavramı da anlaşılmışa benzemiyor. Son on yılda oynanan eserlerin, iki hafta arayla peşpeşe sıralanmasını artam sayanlar, doğrusu acınacak durumdalar. İşin en acıklı yanı bu apar topar derlemeyle bile repertuvar için gerekli sayıda eser verilemiyor (Repertuvar operası ortalama kırk eserden oluşur). Sonbaharda açıklanan yapıtlar usdışı nedenler yüzünden yıllarca ertelenir. O kadar ki, bir kişinin hastalanması ya da kuruma küsmesi öngörülen eserin çizelgeden silinmesine yeter.

     İşleyiş düzeni böylesine kesin çizgilerle sınırlanan “Opera” elindeki olanakları gelişi güzel kullanamaz. Açıkça görüldüğü gibi, dizgenin getirdiği sorunları yüklenmeden kişisel beğeniye dayalı yatırımlar hiç bir şeyi değiştirmiyor. Bu gerçeği göremeyenler suçu toplumda arayınca kurtulduklarını sanıyorlar. Derbederliği kanıksayıp, daha kendi kendine saygı duyamayan kurum kesinlikle verimli olamaz. Bunu onlar da kavradıklarından boş salona, ilgisizliğe aldırış etmiyorlar. Çeşitli öğelerden oluşan opera, ana uğraşı yığınla uzmana böldüğünden bir kişinin her türlü sorumluluğu yüklenmesi usla bağdaşmıyor. Bunu görmezlikten gelenlerin boşverciliği bir erdem, bir olgunluk saymaları var ki, kişiyi adamakıllı tedirgin ediyor. Operaya bilinçle yaklaşım, yapısındaki karmaşıklığa saygıyla başlar. Bunu yok sayıp iki şarkıcı, üç çalgıcıyla yücelme çabası ayrıntılar içinde gerçekleri örtüyor. “Askerler” (Die Soldaten) ile çağımızın en yetkin opera örneklerinden birini veren B. A. Zimmermann (1918-1970), bu başarıyı “bilinen tanım”a bağlıyor. Bir görüşme sırasında operanın şiir, müzik, mimari, dansla oluştuğunu söyleyen sanatçı, çağdaş verilerin –sirk, akrobasi, sinema, televizyon, elektronik müzik, mikrofon, teyp vb.- bu anlayışı pekiştirmesini vurguluyor. Kanımızca “Devlet Operası”nın en önemli görevi böylesine ayrı konular arasında uyuşum sağlayıp birini diğerine yeğlememesi. Durumumuz, birinde sekenin diğerlerinde de afallayacağını, istenen düzeyin ancak çok yönlü çalışmayla sağlanabileceğini gösteriyor. Yetkililer söz konusu bunalımı “Ankara Devlet Konservatuvarı’ndan Teknik Üniversite”ye kadar uzanan görüş içinde çözmektense bir kenara çekilmeyi daha uygun buluyorlar! Aralarındaki tartışmalardan henüz a, b, c,’yi aşamayıp, uğraşın en yalın kavramlarında bile bocaladıkları anlaşılmakta. Örneğin; ikidebir “Salı gecesi Tosca’yı Bayan A kurtardı...” gibi tekerlemeler duyarız. Ne demektir bu? Belli ki düşünmeden, bilmeden konuşuyorlar. Yoksa böylesine abuk subuk sözlerle önce Puccini’yi yerdiklerini anlayıp susmaları gerekirdi. Öyle ya, bir kişiyle eser kurtuluyorsa, diğerleri ne demeğe sahneye çıkıyor?

     Konuya neresinden bakılırsa bakılsın “Devlet Operası”nın işlemediği, günbegün gerilediği saptanıyor. Düşünme alışkanlığını yitirenlerle adamsendecilerin üşüştüğü kurum, toplumsal yüz karası! Ertesi yıl oynayacağı eserleri bilemeyen, bilse de açıklamaktan korkan “Opera”, komşu ülkelerle işbirliğine girişemez. Salt bu yüzden konuk sanatçı sorunu “ne çekerse bahtına”ya indirgenmiştir. Başka türlü olsa Raimondi, Ohanesian, Pavarotti vb. sanatçılarla zamanında anlaşma yapılır, hiç değilse birkaç kez daha izlenmeleri sağlanırdı.

     Yukarda değinildiği gibi eser seçimi, iki kentin - İstanbul, Ankara – birlikte çalışmaları yine tutarsızlık örneği. Üç yüzyıllık opera dağarcığını on esere sıkıştıranlar bu da yetmiyormuş gibi aynı eserleri oynuyorlar! Önce usa, tutumsal nedenle değiş tokuşa başlayıp bezem, giysi vb. sorunları en ucuz yolla çözmeye çalıştıkları geliyor. Bir de bakıyorsunuz öyle değil! Herkes bildiğini okuyor. Boş verciliğin en somut örnekleriyle duraklayan “Opera” uyanmalı, kendine gelmeli artık. Bunun için de, ilk iş olarak, son yirmi yılın dökümlemesi yapılmalı. Öyle geliyor ki, bugüne değin yapılanı bundan böyle yapmamak ya da tersi, “Opera”nın boylanması için yeterli ipucu verecektir. Dileyelim, sorumlular en yakın gelecekte bizi utandırsınlar.

     “Türkiye Filarmoni Derneği”nin yayın organı olan “Filarmoni Aylık Müzik ve Fikir Dergisi”nden alınmıştır. – Ağustos 1975, Yıl: 11, Sayı: 109, Sayfa: 1-3.




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5755774
Online Ziyaretçi Sayısı:12
Bugünlük Ziyaret :1250

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.