14.01.2013 / Yakup Kıvrak - Üniversitede 40 Piyano

Hilmioğlu, Fatih


     “İnönü Üniversitesi”nden mesai arkadaşı Kıvrak, Rektörü Hilmioğlu’nu anlattı.


     Yakup Kıvrak, “İnönü Üniversitesi”nde 8 yıl boyunca beraber çalıştığı rektör Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nu yazdı. Kıvrak bize, Hilmioğlu’nun bilime adanmış yaşamını ve üniversiteye katkılarını etraflıca anlatıyor.


     Yakup Kıvrak müzik eğitimcisi. “Malatya İnönü Üniversitesi”nden Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun çalışma arkadaşı. Kıvrak’ın Hilmioğlu’nu anlatan yazısını sunuyoruz.


     Aslında onlar yaşam biçimleriyle, delidoluluklarıyla, yazıp çizdikleriyle, resimleri, besteleri, şiirleriyle gerçek birer deliydiler.


     Amadeus filmini izlediniz mi? Genç Wolfgang’ın Salieri’yi aristokratlar huzurunda delidolu rezil ettiği sahne unutulacak gibi değildir. Günümüze adından ve üç beş küçük eserinden gayrı hiçbir şey bırakamamış olan Salieri, arkasını aristokrasiye ve egemenlere dayayıp krallar gibi yaşamışken bizim zavallı Wolfgang Amadeus Mozart sefalet içinde genç yaşında ölmüş gitmiş, mezarı bile belli değil. Ne gam, umurunda bile değildi Wolfgang’ın, zaten kısa süre sonra tüm insanlıkça iade-i itibar oldu ki ne itibar.


     Peyami Safa da sırtını iktidar erkinin omuzlarına dayamış, yağlar, ballar içinde bir yaşam sürdürüp bir yandan da Nazım ile uğraşırken büyük ozanımızın yaşamı hapislerde ve sürgünlerde geçmekteydi.


     Bir düşün oğlum,

     bir düşün ey yetimi Safa

     bir düşün ki, son defa

     anlayabilesin:

     Sen bu kavgada

     bir nokta bile değil,

     bir küçük, eğri virgül,

     bir zavallı vesilesin!..

     Ben kızabilir miyim sana?

     Sen de bilirsin ki, benim adetim değildir

     bir posta tatarına

     bir emir kuluna sövmek,

     efendisine kızıp

     uşağını dövmek! (Nazım)


     Peyami’den günümüze ve geleceğe kalanlar?


     Nazım’a yeni yeni iade-i itibar olmalarda ki ne itibar.


     Öyle çok örnek var ki tarih boyu, hepsini yazmaya kalemler yetmez.


     Beethoven’i akıllı bir adam mı sanıyorsunuz? Delinin önde gideniydi. Koskoca Dokuzuncu Senfoni’yi bir salon dolusu insanın önünde duymayan sağır kulakla yönetmeye kalkışmak akıllı işi midir? Zaten Dokuzuncu Senfoni’nin ilk seslendirmesinin ardından Ludvig’in iyice tırlattığı söylenir.


     Einstein’in internetten bir fotoğrafını bulup gözbebeklerine bir bakın. Onlar deli gözbebekleri.


     Ya burma bıyıklarına kurban olunası Salvador Dali? Adı üstünde zaten: Salvador Deli.


     Hepsinde bir nebze delilik vardı, yaşama gülümseyerek, şakacıklarla, gülücüklerle bakmasını biliyorlardı, sonradan anlaşıldılar ve anlaşılacaklar.


     Atatürk Deyince Gözleri Parlıyor


     Buyurun size bir deli daha; hem de zır deli: Gastroloji Profesörü Doktor Fatih Hilmioğlu. Anlatayım da görün nasıl bir deliymiş:


     2000-2008 yılları arasında “Malatya İnönü Üniversitesi” rektörlüğü yaptı. Türk insanının, Anadolu insanının O’na vefa borcu vardır. Hele Türk sanat ve sanat eğitimi camiasının vefa borcu çok çok büyüktür, bu borcun ödenmesi zordur.


     Bu aydınlık, dinamik, çalışkan, yerinde duramayan, Atatürk deyince gözlerinin derinlikleri parıldayan delidolu insanla o yıllarda iki buçuk yıl boyunca birlikte çalışma, yaptığı güzel işlere omuz verme şerefine nail oldum. O şimdi ne olduğu belirsiz bir suçlamayla cezaevinde yatıyor dört yıldır, bir yandan da sirozuyla, karaciğer kanseriyle boğuşarak.


     Türkiye’nin vefa borcu var O’na, evet ama biz sanat ve sanat eğitimi camiasının vefa borcu çok daha büyük; farkında mıyız, unuttuk O’nu ve yaptığı olağanüstü güzel işleri.


     ‘Maaşlarımızla Kütüphane Yaptık’


     Delilik bu ya, 2000 yılından başlayarak Malatya’da çölden bir vaha yarattı. O sıralar müzik ve müzik eğitimi adına kocaman kampusta barakalarda eğitim yapmaya çalışan sadece müzik öğretmenliği bölümü vardı. İlk işlerinden biri, kampusun en güzel yerlerinden birine nefis bir “Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü” binası yapmak oldu. Şık, modern, içinde konser salonundan sergi salonuna her şey olan o güzel bina.


     O sıralar “İnönü Üniversitesi”nde oruç tutmadığı için öldürülen öğrenciler falan vardı, çok kısa sürede üniversiteye huzur ve güven ortamı getirdi. Kampusa yüz binlerce ağaç diktirdi, pek çok bina, yeşil alan, yol yaptırdı; burayı Türkiye’nin en güzel üniversite kampuslarından biri haline getirdi. Muhteşem bir kütüphane binası... Baktı ki inşaatın tamamlanması için ayrılan bütçe yetmeyecek; delidoludur dedik ya, biz öğretim üyelerinin maaşlarından çok cüzi miktarlarda -elbette bize danışarak- bağışlar kestirdi, muhteşem kütüphane binasını tamamlattı.


     ‘Nasıl Yaptı Anlayamadık’


     Türkiye’nin en büyük hastanelerinden biri olan üniversite hastanesini var etti. Muhteşem “Kongre ve Kültür Merkezi”nin inşaatına başından sonuna dek tanık oldum. İçinde üç bin kişilik konser salonu da olan bu kocaman, modern, şık bina nasıl oldu da bu denli kısa sürede tamamlanabildi, hala anlayabilmiş değilim.


     Burası tamamlanır tamamlanmaz büyük sahneli büyük salon önemli sanatçılarımızı ağırlamaya başladı. Solistlerimiz, operacılarımız, balelerimiz, tiyatrolarımız, başka ülkelerden çeşitli dallarda sanat toplulukları; haftada, on beş günde bir gelip sanatlarını sergiler oldular Malatya’da.


     Diyorum ya, deli işte; delinin önde gidenidir Fatih hocam.


     Kampusta Öğrencilerle Yılbaşı


     Evet, Fatih Hilmioğlu hocamın delilikleri anlat, anlat bitmez. Hiç unutmam, bir yılbaşı arefesiydi. Dedi ki: “Hocalar, yarın yılbaşı. Biliyorum ki bizim öğrenciler gidecek Malatya’da bir yerlerde içki içecek. Belki bazıları sorun yaratacak, belki bazıları sorun yaşayacak. Bırakalım, ne halt ediyorlarsa kampusumuzda, kontrolümüzde yapsınlar. Yarın içki serbest kampusta.”


     Ve o yılbaşı gecesi sabaha dek nöbetteydi, bir sorun yaşanmasın diye kampusta dolandı durdu sabaha kadar. Deliydi çünkü, hem de delinin önde gideni... O gece öğrencilerimiz rahat rahat, huzur ve güven ortamı içinde biralarını içip yılbaşılarını kutladılar. Elbette hiçbir sorun yaşanmadı. Ama ertesi gün Malatya yerel basınında manşet manşet üstüne: “Üniversite mi, meyhane mi?” “Bu ne biçim rektör?” “Üniversitemizi meyhaneye çevirdiler!”


     Atatürk Türkiye’dir, Türkiye Atatürk


     Atatürk Türkiye’dir, Türkiye Atatürk.


     Bu ne biliyor musunuz?


     Üniversitemiz kampusu hem Malatya’dan Elazığ’a, doğuya gidişte; hem doğudan Elazığ’a, batıya gidişte göz önündedir, her iki yandan da birkaç kilometre kala görünür.


     Bir tatil dönüşü Ankara’dan geliyoruz, gecenin bir yarısı. Kampusa birkaç kilometre kala karanlığın içinden bir yazı göründü. Bir yanıyor, bir sönüyor, bir süre sonra tekrar yanıyor; bir deneme durumu var belli. Yanıp sönen, görünüp kaybolan yazı şu:


     Atatürk Türkiye’dir, Türkiye Atatürk.


     Kampusumuza girdik, ışıklı yazının önünden geçip lojmanımıza gideceğiz. Fatih hocam ve on beş-yirmi kişi dolayında insan, yazıyı henüz yeni koymuşlar, test ediyorlar, gecenin bir vakti.


     Durup, camı aralayıp ellerini kabanının ceplerine sokmuş Fatih hocaya sordum:


     - Hocam, hayırdır gece vakti, nedir? Taaa uzaklardan görünüyor yazı.


     - İyi okunabiliyor mu yoldan, sen onu söyle.


     - Hocam, süper olmuş, çok güzel görünüp okunabiliyor.


     Yazı 2008’e dek hem Ankara’dan gelişte, hem Elazığ’dan gelişte birkaç kilometre kalıncaya dek göründü, okundu:


     Atatürk Türkiye’dir, Türkiye Atatürk.


     Hoca görevden ayrılır ayrılmaz yerine gelenlerin ilk işlerinden biri bu yazıyı indirmek oldu.


     ‘Köşk’e Git Piyanoyu Almadan Gelme’


     - Hocalar, nedir bu koronun kıyafetleri böyle? Hemen ödenek çıkarttırıyorum. İpek hoca, yarın çarşıya gidin, okul korosuna en iyisinden, en güzelinden kıyafet alın. Pahalısından olsun, önemli değil, kaynak yaratırız. Benim öğrencim her şeyin en iyisine layıktır. Onları sahnede en iyisini giyinmiş olarak görmek isterim.


     - Hoca, kaç para bu kuyruklu piyano dediğiniz? Bağlayın şu piyano satıcısını bana. Alooo, kaç para bu Petrof? Neee, alamayız çok pahalı. Sen şunun fiyatından on bin daha in bakalım, daha iki ay önce kırk tane konsol almadık mı senden. Yarın yolla kuyrukluyu, acil...


     - Hoca, yakıştı değil mi salonumuza? Kuğu gibi kuyruklu piyano.


     - Evet hocam, yakıştı vallaa.


     - Yav hoca, şimdi de kontrbas mı çıkarttınız başıma? Sorun bakayım, kaç paraymış bu kontrbas, üç tane alırız uygunsa.


     - Hocam iki kontrbas yeterli.


     - Yok, yok, almışken üç olsun. Başka ne lazım hocalar?


     - Hocam, ‘Çankaya Köşkü’nde bir çeyrek kuyruk piyano varmış. Ahmet Necdet Sezer ihtiyacı olan bir üniversiteye armağan edecekmiş. Piyano akortçusu Mehmet Akbulut telefonla haber verdi, kaçırmayın dedi.


     - Kızım ‘Cumhurbaşkanlığı Sekreterliği’ni bağlayın bana, çok acil. Bunu kaptırmayalım başka üniversiteye. Yakup hoca, hemen bu akşam uçağına atla Ankara’ya git, al gel piyanoyu. Kızım, havayollarını ara, Yakup hocaya bu akşam için bilet alın, gidiş dönüş. Hoca, piyanoyu almadan gelme sakın.


     ‘İnsanlığımdan Utandım’


     Aradan yıllar geçti. Birkaç ay önce Fatih hocanın oğlunun acı haberi geldi. Kampus oğlumuz Emir bir trafik kazasında yaşamını yitirmişti. Anne Nurhan öğretmen kampus yaşamımızda kızım Çiğdem’in öğretmeni, Emir ise can arkadaşıydı.


     “Kocatepe Camisi”ndeki Emir’i uğurlama töreninde insanlığımdan utandım.


     “Silivri Hapishanesi”nden jandarmalar eşliğinde getirmişlerdi. Ayakta duramıyordu, zayıflamış, bitkin ve yorgundu. Emir’in namazı kılındı, tabutu cenaze arabasına götürüldü eller üstünde.


     Fatih hocayı zor kopardılar Emir’in tabutundan, cezaevi arabasına götürdüler. Camiden “Karşıyaka Mezarlığı”na ayrı ayrı gitti aile. Emir cenaze arabasında, Fatih hoca cezaevi arabasında, anne Nuran öğretmen ise ayrı bir araba ile.


     Güya hapishaneden dört gün resmen izinliydi, acısını bile özgürce yaşamasına izin vermediler, cenaze töreninin ardından götürüp cezaevine koydular tekrar. Gerekçe: Kuvvetli kaçma şüphesi. Ayakta duramıyordu, zayıflamış, bitkin ve yorgundu.


     Hapishaneden izinliydi. Üç gecesini evinde karısıyla, dostları ve yakınlarıyla geçirebilir, acısını özgürce yaşayabilir, paylaşabilirdi, oldurmadılar.


     Türkiye Fatih hocalardan özür dileyecek bir gün, er ya da geç özür dileyeceğiz. Ama neye yarar?


     Ben o gün insanlığımdan utandım.


     Değerli insana, değerli büyüğüme tez elden kurtuluş diliyorum; hem mahpusluktan hem hastalıktan.


     Aydınlık Gazetesi - 14.01.2013, Pazartesi




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5750934
Online Ziyaretçi Sayısı:6
Bugünlük Ziyaret :514

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.