Bertan Rona - Çeşitleme Üzerine

Rona, Bertan

     Çeşitleme (variation) yazmak, çoğu kez karmaşık ve yoğun süreçleri gerektirir. Müzik tarihinin tam kırkar yıl arayla doğmuş olan üç büyük bestecisinin; Johannes Brahms (1833–1897), Sergei Rachmaninov (1873–1943) ve Witold Lutoslawski (1913–1994)’nin “Paganini’nin Bir Teması Üzerine Çeşitlemeler” adlı yapıtlarını anımsamak bile bu konuda önemli ipuçları sağlayabilir. Söz konusu bestecilerin yaşama bakışlarının, sanatsal eğilimlerinin ve kompozisyon tekniklerinin ne denli farklı olduğu açıktır. Bu gerçek bize, Paganini’nin özgün temasının sunduğu olanaklarla birlikte, çeşitleme pratiğine yön veren koşulları ve bunu hazırlayan etkenleri de düşündürmektedir. Ele alınan konunun kapsamı gereğiyle “genel olarak sanat”tan yola çıkmak ise kaçınılmaz olmaktadır.

     Sanat, bir yönüyle, kendimize benzettiğimiz gerçek (reel) doğadan zevk alma etkinliğidir ve bilme–yapma eytişimsel (diyalektik) kutuplarının gayrı–meşru bir çocuğudur. Sanata bu açıdan bakmak, onun temelinde “değiştirme” eylemini görmek demektir. Değiştirmek ise, reel olan ile ideal olan arasındaki en rafine ilişkiyi oluşturur. Aslında sanatsal yaratıcılık, belki de Yeni Ontoloji’deki varlık tabakalarına geri götürülebilecek ve ontik elemanlar yönünden bütünsel (integral) kılınabilecek birtakım özelliklere sahiptir ve realite ile idealite arasındaki köprüde yer alan en tutkulu ve büyüleyici fenomenlerden biridir.

     Her türlü ürünün temeline yerleştirdiğimiz bu değiştirme işi, sanatsal bir anlatım içinde, farklı ya da benzer yönleri vurgulamak gibi iki asal yaklaşımla gerçekleştirilebilir. Burada, soyutlamadan yararlanma ve sözü edilen vurguyu, biçimsel öğelerin üzerinde oynayarak sunma olanağı bulunmaktadır. Sonuçta, ele aldığımız malzeme ve oluşturduğumuz sanat yapıtı arasında bir benzerlikler ve farklılıklar dizgesi (sistem) kurulabileceği gibi farklılık ve benzerlik kavramları arasında da bir benzerlik ve farklılık bulunduğunun, derin bir kavrayışla anlaşılabilecek bir gerçek olduğunu görme olanağı vardır.

     Genel olarak estetik bilimi literatüründe, estetik yaşantıya giren estetik süje’nin, var olandan uzaklaşıp, irreal bir dünyaya girdiği kabul edilir. Oysa ki olmayan, olan i le yakından ilgilidir. Üstelik irrealite kavramını, tüm nesnel ilişkilerin dışı olarak tanımlamak da ancak metafizik verilerle olanaklıdır. Aslında real olandan uzaklaşmak, ideal olana yaklaşmak anlamına gelir ki sanat, tekil görünüşlerden farklılaştığı oranda tümel bir gerçekliği yansıtır.

     Sanat yapıtlarında görülen bu ikili (dualist) yön ve özellikle de (N. Hartmann tarafından) irreal iç yapıyı belirtmek üzere kullanılmış olan Hintergrund sözcüğünün anlattığı tüm nitelikler, geçmişten günümüze, oyunla sanat arasında genellikle auto–telos (amacı kendinde olmak) kavramını dolayım olarak benimsemek noktasında odaklanmış bir bağ kurulmasına neden olmuştur. Bu düşüncenin en önemli temsilcilerinden biri, Friedrich von Schiller (1759–1805)’dir. O’na göre “insan, oynadığı yerde tüm bir insandır”. Schiller bu noktaya Kant’ın, “teorik akıl, bilgiyi; pratik akıl da istemi belirler” önermesinin yanına, “estetik akıl da duyguyu belirler” önermesini koyarak ulaşmış olabilir. Schiller, estetik olanı; doğayı kavramamızı sağlayan bilgi ile eylemi düşünceye uygun olarak gerçekleştirme yasalarını düzenleyen istencin bir oyunu olarak görüyordu. Bu oyun da adı geçen kavramlar arasındaki uyumun hem nedeni hem de sonucuydu.

     Schiller’in özetle aktarılan düşüncelerinin, yukarıda ele alınan biçimiyle bir tutarsızlık izlenimi uyandırdığını söylemek oldukça güçtür. Genel–geçer değer taşıyan sanat ve oyun tanımları arasındaki benzerlik de bu kanıyı güçlendirmektedir. Ünlü bir tanıma göre “sanat, tüketim için üretim zorunluluğundan kurtulup, salt üretimin özgürlüğüne ve tadına varılmasıdır”. Oyun ise sözlüklerde “fiziksel ya da zihinsel gücün salt zevk almak için harcanması” olarak tanımlanıyor. Gerçekte ise durum bambaşkadır: Oyunla sanat arasında, realiteden uzaklaşmayı temel alan ve pek çok düşünürün kapıldığı bu sanal benzerlik bir yanılsamadır çünkü estetik yaşantının ya da sanatsal yaratımın auto–telos’unun bulunması, sanat etkinliğinin de aynı kavramla açıklanabilecek olduğunu göstermez. Oyun, kurgusal (spekülatif) görünümlerle ilgilenirken; sanat, gerçekliğin özüne sokulma çabasındadır.

     ‘Oynamak’ sözcüğünün anlamlarından biri de ‘değiştirmek’tir. Ele alınan konunun çeşitleme olduğu göz önünde bulundurulursa, önemli bir kavşağa vardığımız daha iyi anlaşılacaktır. Çünkü yazının başında adları geçen üç besteci de Paganini’nin teması ile ‘oynamışlardı’.

     Türkçe’de özdeşleyim terimiyle dile getirilen Einfühlung (empathy); insanın, çevresiyle kendisi arasında özdeşlik kurma ve çevresini kendisine benzetme davranışının en genel bütünlüğünü ifade etmek üzere bilimsel temelleri çağımızda oturmuş bir düşüncedir. Çeşitleme yazmak da özdeşleyim davranışının sanatsal bir dışavurumu olarak görülebilir. Bu dışavurum, müzikte, aynı malzemenin farklı biçimde ele alınmasını ve yeni bir bilimsel ve estetik değerler dizgesi içinde taze bir var–oluş sergilemesini gerektirir.

     Bir müzik kompozisyonu içinde herhangi bir yapısal elemanın, kendi özgün kişiliğini oluşturması, işlevsel (fonksiyonel) bir değer kazanarak anlamını bulması, yapının bütünüyle olan ilişkisine bağlıdır. Burada anlatılmak istenen, parça ile bütün arasındaki eytişimsel ilgidir. Bir yanıyla ideal bir yaratı olan bu müzik kompozisyonu, çağrışımlara yol açıyor ve yeni bir ideal tasarım yaratıyorsa, yapılması gereken; o kompozisyon içindeki öğelerin bağlantılarını, yeni kombinezonlar oluşturacak ve yepyeni bir yaşama alanı yaratacak biçimde düzenlemektir. Bu bir artikülasyon düşüncesi, bir armonik çözülüş, bir ezgisel örgü olabileceği gibi bir nüans karşıtlığı, bir tematik yürüyüş veya bir ifade karakteri de olabilir. Söz konusu işi tam anlamıyla yapabilmek için de sanatın ağır teorik ve teknik sorunlarını aşmak ve üzerinde çeşitlenecek yapıt hakkında sezgisel bile olsa çok net bir analiz yapmış olmak gerekir.

     Çeşitlemenin konusunu oluşturan verinin analizi, sanatsal yorum (icra) sırasında iki ana kaynaktan beslenir. İlki, tüm bir yaşam boyunca edinilen bilgi birikimi, ikincisi de bunun üzerinde oluşan spontane duyarlıklardır. Bu duygusal yaşantılar, söz edildiği gibi kısmen spontane olmasalardı, yoğun tekrarlara dayanan ağır bir repertuvar çalışması gerektiren müzik, çok çabuk tüketilebilen, kısa ömürlü ve ezberlenmiş bir duygular kompleksi olurdu. Oysa ki bir sanatsal yapıt; yaşayan, değişen, organik bir varlıktır.

     Doğaçlama (improvisation) uygulaması da çeşitlemeyle ilgisini, işte bu spontanelik üzerinden kurar. Bir başka deyişle, anlık duygu ve becerilerin olduğu yerde, doğaçlama da vardır. Müzik tarihine bakıldığında ünlü çeşitlemeler yazmış bestecilerin hemen hepsinin birer doğaçlama ustası olduğu görülecektir (piyano yapıtlarında sonattan sonra en çok çeşitleme biçimini tercih etmiş olan W. A. Mozart bu bağlamda özellikle örnek gösterilebilir).

     Çeşitlemenin sahip olduğu tarihsel dayanak noktaları, çoğu kez sanıldığından daha geniştir. Rönesans’tan bu yana, gerek bestecilerin birbirlerinin yapıtlarına duydukları ilgi, gerekse o dönemde klasikçilik doktrini çerçevesinde gerçekleştirilen yapısal araştırmalar, pek çok kuramcı ve yorumcuyu bu konuda düşünmeye yöneltmiştir. Çeşitleme, gelişmekte olan birtakım türlerin, biçimlerin içinde kimi zaman doğrudan, kimi zaman da daha dolaylı yoldan barınma olanağı bulmuştur. J. S. Bach’ın ve Handel’in müziğinde en yetkin örneklerine kavuşan passacaglia ve chacone gibi türler, geniş anlamda birer çeşitleme modeli içermektedirler. Klasik dönemin büyük ustalarının elinde gelişimini sürdüren çeşitleme, Beethoven’ın son dönem sonatlarında, açıkça bir biçim yönergesi olarak kullanılacak duruma gelmiştir. Beethoven’ın büyük etki alanının ve yaratıcı buluşçuluğunun ardından, tüm bir 19. yüzyıl boyunca; büyük salonlar, kentli bir dinleyici kitlesi, konser etkinlikleri ve bunların geliştirdiği konçertant türler, virtüoziteyi gündeme getirmiş ve bu eğilim, romantizmin tarih bilinciyle birleşince, çeşitleme tekrar önem kazanmıştır. Liszt, Cortot ve Horowitz gibi romantik piyano okulunun büyük ustalarının konser programları, ünlü senfonik yapıtlar ve operalar için yapılmış gösterişli düzenlemelerle doludur.

     Modern müziğin, onlarca etken tarafından koşullandırılmış olan gelişim çizgisi ele alındığında ise konumuzla ilgisi açısından akla önce dizisellik (serialism) gelmektedir. Schoenberg’in, atonal müziği dizgeleştirmek için uzun süren çalışmalar sonucunda geliştirdiği ve öğrencileri (özellikle de Webern ve onun ardılları) tarafından daha da ileri götürülen bu yeni yöntem, karşı–ezgi (contrepoint) anlayışını tarihsel uykusundan uyandırmış ve doğası gereği sunduğu yataylık olanaklarıyla, bambaşka ufuklar açmıştır. Dizi’nin yalnızca yatay değil, diğer bütün açılımlarıyla birlikte değerlendirilebilmesinin mümkün oluşu, bir çelişki yaratmamakta, aksine, maksimum bütünlük açısından çok olumlu sonuçlar doğurmaktadır. Böylece; ortaya çıkan yapıtlar, her yönden tek bir dizinin potansiyel varlığından üretilebiliyor olmaları nedeniyle, çeşitlemeye yaklaşmakta ve dizisel anlayışla yazan bestecileri de bu türde çalışmaya yöneltmektedirler. Genel olarak Viyana’lı atonalistlerin çeşitleme biçimine duydukları ilgi bir yana, Webern’in opus numarası taşıyan ilk yapıtının bir pasakalya olması, rastlantı değildir.

     Günümüzde geniş bir yaygınlık kazanmış bulunan ve doğaçlamayı adeta ruhuna sindirmiş olan caz müziğinin, bir yönüyle ele alındığında standartlar üzerine sürekli bir çeşitleme olduğu da düşünülebilir. Büyük caz müzikçilerinin bir oyun kolaylığında, doğaçtan seslendirdikleri yapıtlardaki duyuş derinliği ve çeşitlemeyi de içeren yaratıcı yorum gücü, hayranlık uyandıracak düzeydedir. Özellikle B. Evans’ın kompozisyon geleneğini sürdüren Tyner, Hancock, Jarret ve Corea gibi caz piyanistlerinin konser performansları değerlendirildiğinde, adeta müzikal birer embriyon niteliğinde olan standart yapılar üzerine yoğun bir iç kulak denetimi ve son derece üstün kişisel becerilerle elde edilen taze buluşlar dikkat çekmektedir.

     Bu yazı, bir biçim olarak sahip olduğu seçkin dağarın ötesinde, bir besteleme tekniği olmak bakımından da hemen bütün yapıtlarda kullanılan çeşitlemenin, özellikle müzikteki görünümlerini irdelemekle beraber, bu anlayışın diğer sanat dallarında da yaygınlıkla kullanıldığı, (bir cümleyle de olsa) belirtilmelidir. Müzikle akrabalığı olan edebiyat ve tiyatro gibi fonetik sanatlar, bu anlamda zengin birer mirasa sahiptirler. Edebiyat tarihi, kendinden önceki eserlere gönderme yapan onlarca sayfayla dolu olduğu gibi, tiyatro sanatı da yüzyıllar içinde köklü bir uyarlama (adaptation) geleneği oluşturmuştur. Mimarlık tarihinin en önemli birkaç yapıtından biri sayılan, Yunanca’da ‘tanrısal bilgelik’ anlamındaki Hagia Sophia adını, çağına bir meydan okuma olarak yorumlanabilecek teknik yapısından ve eşsiz estetik donanımından alan ünlü Ayasofya Kilisesi’nin de, camiye çevrilmiş olan bugünkü biçimiyle, her açıdan çok “büyük” bir çeşitleme olduğunu düşünemez miyiz?




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5744297
Online Ziyaretçi Sayısı:13
Bugünlük Ziyaret :991

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.