15.02.2015 / Levent Kırca - Sevin Bizi, Hem de Çook...


    
Geçmiş yüzyılda bilim adamı güpegündüz elinde fenerle dolanıp duruyor. Görenler “Ne yapıyorsun?” diye soruyorlar. Yanıt: “Adam arıyorum!” Adam yok değil mi? O yüzyılda da bu yüzyılda da en olmayan, bulunmayan şey “adam”. Bulamadığımız için şikayet eder dururuz. Biz ne kadar, yani kendimiz ne kadar “adamız”. Ses çıkarmamız gereken yerde susan biz değil miyiz? “Ne kadar ekmek o kadar köfteci miyiz?” “Yılanlar” bize dokunmadıkları için sarmadılar mı ortalığı. “Ne yapayım kardeşim, kimse kılını kıpırdatmıyor. Bir ben mi kaldım”, “Bana mı kaldı”cı değil miyiz? Olması gereken insanlar “romanlarda”, “hikayelerde” mi kaldı. Elle tutulamıyor mu? Artık çocuklarımızın “kahramanları” biz değil miyiz? O takdirde düşünmemiz lazım. Öyle ya bugün yaşadıklarımız dün ektiklerimizin sonucu değil mi?


     Bir Dev Geçti Kapımdan


     “Kadıköy Bahariye”de pasaj içinde bir tiyatrom var. Pasajın içindeki “giyim kuşamcıya” “biri” gelmiş geçenlerde. “Affedersiniz, tuvalet var mı?” diye sormuş. Sıkışmış anlaşılan... “Kuşamcı”, olduğu halde “Yok” demiş tuvalet için. Sonra fark etmiş ki; bu sıkışmış adam önceden seyrettiği bir filmin “başrol oyuncusu”. Yoklamış belleğini, hatırlamış “filmi de”. Demiş “Sen eşkıyasın. Eşkıya’ya tuvalet olmaz mı?” Çekmecesinden tuvaletin anahtarını alıp eşlik etmiş ona. Tiyatromun önünden geçmişler. İçeride ders var. Öğrenciler çalışıyor, elbette ben de başlarındayım. Eşkıya sormuş “Ne oluyor burada?” Kuşamcı yanıtlamış “Burası Levent Kırca’nın tiyatrosu. İçeride ders yapıyorlar. İsterseniz girelim, Levent Bey çok sevinir”. “Aman aman” demiş eşkıya. Hacetini görüp gitmiş. “Giyim kuşamcı” sordu bana “Şener Bey’le aranızda bir şey mi var?” “Yok” dedim, “Severim kendisini”. Anlattı olayı, “Böyle böyle” dedi. Dedim “Aramızda bir şey yok. Sadece sorumluluğumu yerine getirdim. Birkaç kez köşemde eleştirdim kendisini. ‘Neden kahvaltıya gittin?’ dedim. ‘Neden ‘dev’in sesi çıkmaz, olaylara ‘müdahil’ olmaz’ dedim.” Bu yüzden kızıp küsmüş olabilir. Ama her şeye rağmen ben O’nun değerini bilmezsem, sonra benimkini bilmediklerinde “neden” diye soramam.


     Kendi Kendime


     Arabamı sattım. Borç aldım. Devrimci olduğum için bankalar bana para vermedi. Evime temizliğe gelen kadının üstüne çekebildim krediyi ancak. Dört buçuk ay tırnaklarımla çalıştım. Ve bir tiyatro salonu yaptım. Kim vardı yanımda. “Olması gerekenler” yoktu. “Cuma” günü ve ondan sonraki hafta sonlarında perdemi açıyorum. Salonun yan duvarına “Türk Tiyatrosu”nun ünlü merhumlarının resimlerini astım. Seyircilerle birlikte seyredecekler oyunları. Salona seyirci henüz almamıştım. Nejat Uygur’la bakıştık. Ardından Gazanfer Özcan’la göz göze geldik. Özcan onca yıllık hizmetin ardından borçlarını ödeyemeden gitmişti, bol “ayakkabı kutulu” dünyadan. Müşfik Kenter çağırdı. Gittim yanına. Söylemedi bir şey, yutkundu. Tevfik Gelenbe’nin dolu doluydu gözleri. Adile Naşit istese de dokunamadı bana. Cüneyt Gökçer “Hadi” dedi oyuna. Orhan Erçin, her zamanki gibi gülüyordu. Yürüdüm önlerinden. Vasfi Rıza, Cahide Sonku, Muhsin Ertuğrul, Bedia Muvahhit, Güllü Agop derken çıktım sahneye ve perde!


     50. Yıl


     Türk tiyatrosuna 50 yıl yıl hizmet etmişim. Duruşumla ödün vermeden. Örnek bir “adam” olmuştum. Hani şu bulunamayan “adam”lardan biri yani.


     Gene kendi kendime kutluyorum. 50 yıl. Vay anam vay. Elbette jübile gibi yapmayacağım. Çünkü biliyorum ki, bu kutlamada gene kimse elini cebine sokmaz. Rahmetli Yılmaz Zafer için bir “jübile” düzenlemiştik. Ben de bilet satıyordum onun için. Teberrulu yani. “Yılmaz Ulusoy’u tanıyorum” dedim. Böyle birkaç zenginle daha hukukumuz var. “Onlara biletleri ben satayım” dedim. Sonuç fiyasko oldu. Başarısızdım. Hem bilet alsalar bile kendileri gelmezler “şoförlerini” ya da “aşçılarını” gönderirler ya da hiç kimseyi. Salonda boş koltuklar “çürük diş” gibi sırıtır durur. 50. yılımı ben seyircilerimle kutlarım. Bir de duvardaki “merhumlar” olur benimle.


     Yeniden Yazmak


     Uzun bir aradan sonra da olsa “siz okurlarla” birlikte olmak hoş. “Her şeydim” yazar da oldum. Yeniden yazmayı sevgili dostum, gerçek devrimci Soner Yalçın’a borçluyum. Telefonda “Neden pazar günleri senin yazılarını okuyamıyorum?” dedi. Anlattım sebeplerini. “Sen bana bırak” dedi. Yeniden aradığında “sorunu” çözmüştü hemen. “O hafta” yazmaya başladım. “Yazmalısın” demişti. “Okuru kendinden mahrum etmeye hakkın yok.” Gecikmiş bile olsa O’na borçlu olduğum teşekkürü ediyorum. Şu sokaklarda arayıp da bulamadığım “adamlardan” biri de “O”.


     Evet sevgili dostlar Türkiye’de yitirdiğimiz, yitirmekte olduğumuz “sanat”ı ancak “ilgi” göstererek kurtarıp yaşatabiliriz. Kadıköy’de benimle beraber pek çok tiyatro ilginizi, sevginizi bekliyor. Sevin bizi, hem de çook... Sadece “alacaklılar”, “haciz memurları”, “kötü niyetliler” gelmesin tiyatrolara, siz de gelin...


     Aydınlık Gazetesi - 15.02.2015, Pazar




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5685728
Online Ziyaretçi Sayısı:8
Bugünlük Ziyaret :594

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.