14.06.1988 / Gültekin Oransay - Musikinin Toplumla Etkileşimi


     Sayın Kültür ve Turizm Bakanı, Sayın Oturum Başkanı, değerli dinleyenler; en az 3500 yıllık bir süreden beri musikinin değişik bakış açılarından tanımı yapılmış. Bu tanımlardan, son kuşaklarca, Türkiye’de en çok -yinelemeli- onu bir besin olarak gösteriyor, “musiki ruhun gıdasıdır” diyor.

 

     Bunun canlı bir örneğine de rastladım ben. Gaziantep’te, derleme yaparken, bir halk sanatçısının adının unutulmuş olduğunu ve kendisine sadece “meze” dendiğini öğrendik. Kendisiyle konuştuğumuzda, Gaziantep’te yarımyüzyıl önce çalışmış bir bürokratın, akşamları hafif demlenirken kendisini çağırıp çaldırdığını ve söylettiğini ve “Sen, benim içkimin mezesisin” dediğini aktardı bize.

 

     Ortaçağda, musiki, hepinizin bildiği gibi, matematik bilimlerden biri sayılıyordu. Matematik bilimler, iki tanesi kuramsal; yani geometri, aritmetik. İki tanesi de uygulamaya yönelikti. Dünyada teğet, yani astronomi ve musiki. Dört tanesi ilim, bir tanesi musikiydi; yani, musiki bir matematik bilimidir. Bunun da nedeni, kullanıldığı seslerin hem süre bakımından, hem titreşim, yükseklik bakımından birtakım oranlardan oluşmuştur.

 

     Bu tanımı, Alman matematikçisi ve düşünürü Gottfried Wilhelm von Leibnitz şöyle anlatıyor: “Musiki bilinç dışı bir aritmetik alıştırmasıdır.”

 

     Musikinin bir başka tanımı musikiyi bir biçim olarak veriyor, çok ünlü bir tanım bu. Avusturyalı musiki eleştirmeni, tarihte Wagner ve Bruckner düşmanlığıyla iz bırakmış bir eleştirmen Eduard Hanslick. “Musiki bir biçimdir” diyor ve şöyle tanımlıyor: “Musiki tınlıyarak devinen, hareket eden bir biçimdir.”

 

     Musiki biçiminin temeline en büyük harçları atan Alman okulundan Herman Kretzschmar, musikiyi bizim de geleneğimizde olduğu gibi bir dil olarak tanımlıyor. Anadolu’da bildiğiniz gibi bizim edebiyatımıza da geçmiş, Selçuklu edebiyatından bu yana, çalgının konuştuğunu ve söylediğini, birşeyler söylediğini dile getirir bizim ozanlarımız. Herman Kretzschmar da aynı şeyi söylüyor: “Açıklığı, konuşulan dile oranla daha az olmakla birlikte, daha ince koyultulu, yani nüanslı ve daha derinden etkileyici bir konuşma sanatıdır, bir ‘sprachkunst” konusudur.”

 

     Geçen yüzyılın sonlarında, musiki, başka bir bakış açısından yeniden tanımlandı. Musikinin bir toplum kurumu, toplumsal bir kurum olduğunun bilincine varıldı. Nasıl din, dil, ahlak, eğitim birer toplumsal kurumsa, musiki de bir toplumsal kurumdur. Bu bilinçten yola çıkılarak, geçen yüzyılın sonunda yavaş yavaş bugün musiki toplum bilimi dediğimiz bir bilim oluşmaya başladı. 1930’larda konusu, yöntemleri oldukça belirginleşti ve bugün musiki toplum bilim, toplum ile insan arasında, toplum ile musiki arasında, insan ile musiki arasında olan iletişimi, etkileşimi bilimsel yöntemlerle inceleyen bir bilim oldu çıktı.

 

     Bu bilimi, toplumsal açıdan musiki tarihi kavramından ayırmanın gerektiği vurgulanıyor daima. Toplumsal açıdan musiki tarihini incelemek ayrı bir konu, musiki tarihçisinin konusu. Fakat oradan alınacak gereçlerle, musiki toplum etkileşimini incelemek, musiki toplum biliminin konusu.

 

     Musiki toplum biliminin ayrı ayrı konuları arasında başlıcaları şöyle sayılıyor: Musikicinin toplumsal ve ekonomik konumu; yani, toplum, musikiciye nasıl yaşam koşulları sağlıyor, onu nasıl görüyor.

 

     Toplum katmanları, tabakaları ile çeşitli musiki türleri arasındaki ilişki; özellikle toplum katmanları ile belirli musiki türleri; sözgelimi opera toplumsal bir sanat türüdür, toplum olmadan tek kişi ne opera oynayabilir, ne -tarihte deli kral Bavyera Kralı İkinci Ludwig’i bir kenara ayırırsanız- tek seyirciye opera oynanır. Bu, toplumsal bir yaratı türüdür ve balet de böyledir, tabii opera ve orkestra gibi türler de bu türlü toplumsal musiki türleridir.

 

     Musikinin belli türlerinin toplum üzerine büyük etkisi olduğu eskiden beri biliniyor. Özellikle din, inanç törenlerinde musiki ve büyük kitlelerin harekete geçirildiği savaş zamanındaki savaş musikisi. Bu alanda incelendiği zaman, musikinin toplumu birleştirici ve kaynaştırıcı bir etkisi olduğu anlaşılıyor.

 

     Ayrıca, 20’nci yüzyıl, bugün biliyorsunuz toplumlardan söz edilirken, sanayi toplumundan, bir de tüketici toplumdan söz ediliyor. Musiki bugün toplum bilimi açısından bir tüketilen maldır. Musiki toplum bilimi, musikiyi bir de bu konudan inceliyor. Değerli dinleyenlerim, bu konuları musiki toplum bilimi incelerken, musiki tarihinden kaynak alır, gereç alır. Onların üzerinde çalışır. Fakat, aslında şu yaşadığımız an tarihi bir anıdır. 10 yıl sonra bu konuştuklarımızın hepsi tarih olarak gözden geçirilecek ve biz tarih bilinciyle eğitilmişsek, şu anda olanları da bir tarihçi gözüyle değerlendirebilir ve toplum bilimsel araştırmalarımızda gereç olarak kullanabiliriz.

 

     Size bir örnek vermek istiyorum: Bundan 3 gün önce, cumartesi günü saat 17.00’de “Elen Televizyonu”ndan bir yerel belgesel yayın yapıldı. Bir dağda bulunan bir zaviyeye, tabii “Ortodoks Kilisesi”nin bir zaviyesine, “Aziz Sarabanbos Zaviyesi”ne yılda bir kez çıkılıyormuş ve orada da bir sığır kurban ediliyor. O yıl, ilk kez eğerleme ve ilk kez üzerine insan binen atlar, ilk yarışlarını yapıyorlar. Bu arada, tabii çeşitli gösteriler var. Sözgelimi, bizim Ege’nin “Zeybek Havaları”na benzeyen oyun havaları çalınıyor ve oynanıyor. Cumartesi günü bunu izlerken, şuna tanık oldum ve bir yerde -keşke burada filmi göstermek mümkün olsa- gerçekten irkildim. Bir geçit halinde iki Ortodoks papazının önünden geçiliyordu. Bütün insanlar; kadın, erkek, çoluk çocuk hepsi papazın elini öpüyor ve kutsanıyor. Arkadan atlar geldi. Atların her birisi papazın önünde durdu. Papaz açtı defterini dualar okudu, hayvana dokundu ve gönderdi. Atlar gittikten sonra kurban edilecek hayvan geldi, o da kutsandı. Hayvanların arkasından 5 tane çalgıcı geldi: bir trompet, bir klarnet, bir trampet, vurma çalgısı olarak bir santur, bir de keman. Bu beş çalgıcı, bir sıra halinde başlarını öne eğerek papazlara sanki bizi görmeyin dercesine, papazların önünden geçtiler. Papazlar da o sırada başlarını çevirdiler, biz sizi yok sayıyoruz diye.

 

     Bu toplum bilimi açısından ne demek: Çalgıcının, o toplumda belli koşullarda yok sayıldığını kabul ediyor. Oysa, bütün izlence boyunca, bütün o televizyon izlencesi boyunca, şuna tanık olduk ki, en başından en sonuna kadar bütün tören boyunca, o beş çalgıcı orada çaldılar, söylediler.

 

     Elen toplumunun 2 bin yıl öncesine inersek ne görüyoruz: Bu söylediğim izlencede kullanılan kelime, musiki kelimesi, eski Greklerin mitolojisinden gelme bir kelime ve baştanrı Zeus’un bellek kelimesinden türeme ismi olan bir tanrıçadan olma 9 çocuğunun, yani musların adından geldiğini öğreniyoruz. Yani, eski Greklere göre, musiki, tanrılardan inme, belleğe dayalı bir beceriymiş. Fakat, bugünkü durum, toplumun belli bir bakış açısı nedeniyle, musikiciyi yok saydığı bir toplum.

 

     Şimdi müsaadenizle bildirimi sunacağım:

 

     En az üçbin yıllık bir süreden beri musikinin pek değişik bakış açılarından çeşit çeşit tanımı yapılmıştır. Halkımız arasında pek yaygın olan “Musiki Ruhun Gıdasıdır” nitelemesi, Leibnitz’in musikiyi “Bilinç dışı bir aritmetik alıştırması” sayması, Hanslick’in “Musiki tınlıyarak devinen biçimdir” sözü, Kretzschmar’ın musikiyi “Açıklığı konuşulan dile oranla daha az koyultulu ve daha derinden etkileyici bir konuşma sanatı” (sprachkunst) olarak tanımlayışı ve daha yüzlercesi arasında bugün için en ilgi çekicisi musikinin; tıpkı aile, dil, din, ahlak, hukuk v.b. gibi, bir toplumsal kurum olduğu savıdır.

 

     Bu görüşten yola çıkılarak bir musiki toplumbilimi de özellikle 1930’lardan başlayarak biçimlenmeye başlamış, musikicinin toplumsal ve ekonomik konumunu, toplum katmanları ile musiki türlerinin ilişkisini, başta orkestra, opera ve balet olmak üzere çeşitli toplumsal musiki türlerini, musikinin sözgelimi dinsel ve savaşsal türlerinde olduğu gibi toplumu birleştirici ve kaynaştırıcı etkisini, toplumsal özelliklerin üretilen musikiye yansımasını, toplumsal musiki beğenisini ve eleştirisini ve daha nice konuları işliyen yüzlerce araştırma yayınlanmıştır.

 

     Gerçekten de her ürün bir birikimi yansıttığı gibi kendisi de bir birikime katkıda bulunur. Nitekim insanoğlunun bir ürünü olan musiki bir yandan onu üreten kişilerin dürtü, amaç ve eğilimleriyle onların duygu, düşünce, beğeni ve beceri birikimlerini yansıtırken öte yandan bir tür geri besleme (feed-back) akışıyla dinliyenlerin ve çalıp söyleyenlerin bu türden birikimlerinde yer alır, kendisinden sonraki musiki üretimlerinde benimsenen ya da yadsınan bir örnek oluşturur.

 

     Tek tek bireyler ile ürettikleri musiki konusunda kolayca saptanabilen bu gerçek, insanın toplumsal bir varlık oluşu nedeniyle elbet musiki ile toplum arasında da gözlemlenebilmektedir. Bir ülkede üretilen musikinin o ülkedeki insanların yaşayışlarını ve özellikle yönetilişlerini yansıttığını, uygun bir musiki eğitimiyle gerek bireylerin, gerekse toplumun eğitilebileceği daha ilkçağda Uzakdoğu’da Kung-Fu-tse (Konfüçyüs), Yakındoğu’da Platon (Eflatun) gibi düşünürlerden başlıyarak yüzyıllar boyu nice yazarca vurgulanmıştır.

 

     Türk bilginlerinden Taşköprülüoğlu Ahmed de çağındaki bilimleri tanıtan büyük çaplı kitabında bu konuya değinmiş, Farabi’ye ilişkin bir örnek getirerek musikinin toplulukları güldürebileceğini, ağlatabileceğini ve uyutabileceğini belirtmiştir.

 

     Genel olarak toplumbiliminin içerik ve yöntemler açısından henüz tartışmalı çok genç bir bilim dalı olması gibi musiki toplumbilimi de bir yandan toplumbilimin, öte yandan musiki araştırmacılığının ilgi alanına giren, daha doğrusu arada kalan, içeriğinin sınırları ve kullanabileceği yöntemler bakımından henüz arayış içerisinde olan çok yeni bir bilim dalıdır. Bu konudaki tartışmalarda en çok vurgulanan noktalardan biri musiki toplumbiliminin musiki tarihinden gereç devşirmesi gerektiği, ancak “toplumbilimsel bakış açısından yazılmış bir musiki tarihi” olamayacağıdır. Biz şimdilik “musiki toplumbilimi, yeryüzündeki bütün insan toplumlarının bütün katmanlarını (özellikle eğitimi düşük katmanlarını) musiki yaşamlarındaki özellikleri açısından karşılaştırıp inceliyerek musiki ile toplumun karşılıklı etkileşimi konusunda kurallar belirlemeye çalışır” diyebiliriz.

 

     Bu tanımla neler söylenmek istendiğini açıklığa kavuşturacak örneklerden ilki olarak eski Grek’lerin “musiki” kelimesini ele alalım. Baştanrı Zeus (kelime anlamı ‘göğün parlaklığı’) ile bellek tanrıçası Mnemosyne’nin dokuz kızına “yaratıcı us” anlamına “men” kökünden türemiş “Mus”lar adını veren, bu kızların anlatıcı, sevindirici ve acındırıcı becerilerine de “Muslar becerisi” anlamına “musiki tehni” ya da kısaca “musiki” diyen Grek’ler böylelikle bugün musiki dediğimiz sanatı “tanrılardan inme, göğün parlaklığı gibi göz alıcı ve etkileyici, belleğe dayanan ezginin söze ve devinimlere eşlikçi ve destek olduğu, insanları bilgilendiren, sevinç ve acı veren bir beceri” olarak gördüklerinin dolaylı olarak dile getirmişlerdir.

 

     Biz Türklerin Asya’nın dörtbir bucağına dağılmış atalarına yöneldiğimizde ise bu insanların canlı, parlak, etkileyici ve güzel nesnelerle soyut kavramları çoğun “KÖ” sesleriyle başlıyan kelimelerle adlandırdıklarını, sözgelimi canlılık kaynağı aydınlığa “KÖN” (bizim bugünkü gün ve güneş kelimelerimizin kökü), insan bedeninin en parlak öğesi, canlı ve uyanık olmanın belirtisine “KÖZ” (göz), canlılık kaynağı parlak yüzeyli su birikintisine “KÖL” (göl) dediklerini; canlı, etkileyici, güzel sese de “KÖK” adını verdiklerini görüyoruz. Bu sesin kaynağı “Gök Tanrı”nın bulunduğu gökyüzü de olabilir. (kökremek=gök gürlemek) insanoğlunun bedenin üst yarısı (kökrek ya da köküz=göğüs) da. Atalarımızın bu kelimeyi bugünkü “musiki” kavramının karşılığı olarak kullandıkları, kelimenin zamanla anlam kaymasına uğrayarak salt “insan sesiyle yapılan musiki”, “çalgıyla yapılan musiki”, “ezginin iniş çıkışı”, “kalıp ezgi”, “ezginin tartımı”, “ses”, “iyi ad”, “güzel öykü” v.b. biçimlerine girdiği bilgisinden yola çıkınca Türk Atalarımızın da musiki sanatını canlı, parlak, etkileyici bir ses güzelliği olarak algıladıklarını, insan sesiyle ve söz kullanılarak yapılan musikiye çalgıyla yapılana göre öncelik verdiklerini, musikinin kökenini belki tanrısal saydıklarını ileri sürebiliriz.

 

     Yalnızca iki kelimeye, iki adlandırmaya dayanarak iki toplumun musikiye ne gözle baktıklarını belirlemeye çalışan bu iki çarpıcı örnekte yöntem bakımından zorunlu olan bir noktayı da belirtmemiz gerek.

 

     Çıkardığımız, birer yorum niteliğinde olan bu sonuçlar ancak daha başka verilerle desteklenirse kesinleşir, bilimsel nitelik kazanır. Tek bir örneğe bakarak sonuç çıkarmaya çalışmanın ne türlü yanlışlara yol açabileceğini vurgulamak için “İstiklal Marşı”nın topluluklarca söylenişinde genellikle kulağa batan çirkin düzensizliği ele alabiliriz. Hepimizin sık sık tanık olduğu bu üzücü duruma bakarak Türk toplumunun musikideki güzellik ülküsünü (idealini) belirlemeye kalkmak, elbette büyük bir haksızlık olur. Çünkü; bu durumun neden, sözkonusu ezginin halk topluluklarınca birlikte söylenmesine olanak tanımayan genliği (en kalın sesi ile en ince sesi arasındaki onikili aralığı), ayrıca sözlerle çakışmayan ezgi bölünüşleri ve yanlış vurgulardır. Öyleyse bu görüntüyü, musiki toplumbilimi:

 

     a) Musikicinin topluma karşı sorumluluk bilinci,

     b) Toplumun uzman musikicinin sözlerine değer biömesi,

     c) İşlevini yerine getiremeyen bir ezgiye bile toplumun dokunulmazlık tanıması gibi çeşitli açılardan ele alabilir.

 

     Yukarıdaki birkaç örnekten ve yalnızca kendi musiki geçmişimizde bile yüzlercesini bulduğumuz öteki örneklerden, musikinin toplumla etkileşimi konusunda bir hayli verimi birikmiş olduğu görülür. Bu verilerden, musiki yaşamındaki hangi görüntünün toplumun hangi özelliğini yansıttığı ya da tersine toplumu ne yolda etkileyip biçimlendirdiği konusunda çok ayrıntılı olmasa da birtakım bilgiler edinilebilmektedir.

 

     Akılcı toplumlar mutluluklarını artırmak amacıyla bu bilgilerin ışığında musiki yaşamlarını, özellikle örgün ve yaygın eğitimdeki musikinin niteliğini gözden geçirmekte, bireyleri ve toplumu duygu, düşün, beğeni ve hatta beceride yüksek bir düzeye çıkaracak yolda düzenlemektedir.

 

     Nitekim bütün yaşamını Türk toplumunun çağdaş yüksek niteliklere, mutlu ve gönençli bir düzeye kavuşmasına adayan ve Montesquieu’nun “Bir ulusun musikideki eğilimine önem verilmezse o ulusu ilerletmeye olanak bulunamaz” sözünü kendi düşüncelerine uygun bulan Tuğgeneral Mustafa Kemal Paşa sağlığı nedeniyle bulunduğu Karlsbad’da 6 Temmuz 1918 günü defterine yazdığı “Benim elime büyük yetki ve güç geçerse ben toplumsal yaşayışımızda istenen devrimi bir anda, bir çırpışla uygulayacağımı sanırım” düşüncesini gerçekleştirircesine 1923’te Cumhuriyet düzenine geçilmesinden yalnızca beş ay sonra “Musiki Muallim Mektebi”ni kurdurarak “öteki yüksek ve duyarlı toplumların musikiden beklediği hizmeti” verebilecek, Türk’ün “maddi, fikri ve hissi uyanıklık ve çevikliğini pekiştirecek” yeni Türk musikisinin tohumunu atmış, konuya verdiği önemi “Büyük Millet Meclisi”ni 1 Kasım 1934 açış konuşmasında “Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrıyabilmesidir” sözleriyle ilgililere bir kez daha duyurmuştu.


     Ankara’da 14-18 Haziran 1988 tarihinde yapılan “Birinci Müzik Kongresi”nde sunulan bildirilerden oluşan “Bidiriler” kitabının 17-20.nci sayfalarından alınmıştır.




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5743606
Online Ziyaretçi Sayısı:10
Bugünlük Ziyaret :781

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.