01.02.29163 / İlhan Usmanbaş - Türkiye’de Batı Musıkisi


     1961 Nisan’ında Tokyo’da “Doğu-Batı Musıki Karşılaşması” adı altında bir kongre yapılmıştır. “Kültür Özgürlüğü Kongreleri”nin düzenlediği bu kongrede Doğu’lu ve Batı’lı delegeler bütün özel ve ortak musıki sorunlarını ortaya atmış, tartışmış, bu karşılaşmayı birbirini daha yakından ve daha iyi anlamak için bir basamak yapmıştır. Besteci İlhan Usmanbaş’ın da katıldığı bu kongrede yapılan konuşmalardan bizi ilgilendirenlerini bir yazı dizisi olarak sütunlarımızda bulacaksınız. Bugün sunduğumuz bu konuşmayı Usmanbaş özel bir toplantıda yapmıştır:

 

     Bayanlar, Baylar!

 

     Türkiye bir Doğu ülkesidir. En aşağı bir bin yıl düşününüz ki “Küçük Asya”da kurulmuş ve gelişmiş Türk devletleri genel bir anlatımla “Doğu İslam Uygarlığı” denilen uygarlığın düşüncede, davranışta, toplum düzeninde, güzel sanatlarda yaratıcı gücünü ve merkezliliğini yapmış olsunlar. Bir beşyüz yıl düşününüz ki “Yakın Doğu”da kurulmuş olan bir büyük imparatorluk, “Osmanlı İmparatorluğu”, büyük bir kendini beğenmişlikle Batı dünyasının bütün gelişmelerini küçümsesin, bu dünyanın karşısında tek başına, bilim gücüyle değil, salt inanç gücüyle durmaya çalışsın ve bu yolda kendini tüketsin. Bugünkü Türkiye’de Batı ile Doğu arasında bir ayrım yapıyorsak bu ayrımın kökleri böylesine eski bir tarihe uzanmakta, sınırları da bugünkü Türkiye’den geçmektedir.

 

     Türkiye’nin, başka alanlarda olduğu gibi musıki alanında da gerçekten bir sınır üzerinde olduğunu birkaç somut çizgiyle anlatabilirim. Bugün, Türkiye radyolarında iki türlü yayım vardır: Türk musıkisi yayımları, Batı musıkisi yayımları; büyük kentlerin konser hayatında iki türlü konser vardır: Türk musıkisi konserleri, Batı musıkisi konserleri: İstanbul’daki yarı resmi bir konservatuvarda iki türlü musıki eğitimi yapılmaktadır: Türk musıkisi eğitimi, Batı musıkisi eğitimi; Türkiye’de yalnız Türk musıkisi çalınan gazinolarla yalnız Batı musıkisi çalınan gece kulüpleri vardır.

 

     Japon meslekdaşlarım ilk bakışta kendi ülkelerine benzetecekler bu durumu. Böyle bir yargıya varmakta acele etmesinler; daha başka açıklamalar da yapacağım.

 

     Biraz önce sözünü ettiğim büyük imparatorluk, “Osmanlı İmparatorluğu”, kendini sakına sakına yirminci yüzyılın ilk yarılarına dek gelmişti. Bu zaman içinde Batı musıkisinin girebileceği ufak kapılar açılmıyordu değil. Örneğin, sarayda bir bando vardı; sonra bir senfonik orkestra kurulmuştu. Ama bunlar, İstanbul gibi kozmopolit bir kentin kozmopolit sarayının özentilerinden başka bir şey değildi; birkaç gencin yetişmesinden başka bir işe yaramadı. Sonra, “Birinci Dünya Savaşı.” İşte bu savaş ve bunun sonunda uğradığımız yenilgi Türk toplumunun da bağlandığı Doğu’nun da yenilgisi oldu. “Kurtuluş Savaşı”mızdan sonra seçecek tek bir yön vardı: Batı yönü. Büyük Atatürk’ün önderliğiyle bu yönde yürümeye başladık. Önce toplum düzeninde batılılaşma: Cumhuriyet, kadın hakları, kılık değiştirme, din ve devlet işlerinin ayrılması; sonra, eğitim alanında atılımlar: Latin harflerinin benimsenmesi, Türkçe’nin arınması, “Halkevleri” yoluyla halk eğitimi ve sanatta, özellikle musıkide batılılaşma: Doğu’lu tek sesli musıkinin yasak edilmesi, radyolarda Batı musıkisi, konservatuvar açılması, Batı’lı anlamıyla besteci ve çalgıcı yetiştirilmesi..

 

     Çok kesin ve kökten davranışlardı bunlar. Bütün kökten davranışlarda olduğu gibi iyilik ve kötülük tohumlarını da içlerinde taşıyorlardı. Bütün kökten davranışlarda olduğu gibi, en ince ayrıntılarına dek ayarlanmadığı, en bol araçlarla beslenmediği sürece, açık kalan boşluklarda kötü tohumlar yeniden kök salabilir, hiç beklenmedik bir sırada eski tohumlar ortalığı kaplayabilirdi. En kötüsü, zorla bıraktırılan şeylere karşı açıklanmayan bir özlem gizli gizli beslenebilirdi.

 

     Bakın, bizim “Halkevleri”  dediğimiz denememizi ele alalım. Bunlar, bir kitaplığı, bir spor salonu, bir tiyatro sahnesi, bir bandosu olan kurumlardı. Türkiye’nin az çok her kasabasında vardı bunlardan. Başka kasabalardaki durumlarını bilmiyorum ama, çocukluk ve gençlik yıllarımı geçirdiğim 7-8.000 nüfuslu benim küçük kasabamdaki “Halkevi”ni sizlere anlatabilirim. Tiyatro kolunda çalışanlar küçük kasabamdaki heveslilerdi. Sınıf ayrımı, genç, yaşlı ayrımı yoktu. Kendi başlarına, bildiklerince, eser koyuyorlar sahneye, gene kasabanın halkına oynuyorlardı. Bando da öyle. Pırıl pırl ilk çalgıların geldiği günleri hatırlıyorum. İlk önce, hevesliler beğendikleri çalgıları seçtiler. Bir öğretmenleri vardı, musıki öğretmenleri; her çalgıyı bilmiyordu, O da bazılarını yeni görüyor, yeni öğreniyordu. Kısa bir süre çalışıldı; birkaç marş öğrendikten sonra, kasabanın parkında, tatil ya da bayram günlerinde çalınmaya başlandı. Bunlar aralarında, bir dans orkestrası topluluğu da kurmuşlardı. Gene bir sınıf ayrımı yoktu: herkes çalıyor, herkes dinliyordu. Kasaba, biraz ilkel de olsa, kendi musıki hayatını kendi yapar olmuştu. Kötü çalınıyordu herhalde, bol nota da yoktu, repertuvarları kıttı. Ama bu işi daha derinden öğrenmek isteyenler çıkıyordu yavaş yavaş. İşte, beslenebilirdi bu hareket. Ne oldu? Çalanlar ilerleyemediler çalgılarında, iyi öğretmenleri yoktu, yeni eserler gelmiyordu ellerine, repertuvar sorunu düşünülmemişti, çalgılar eskiyordu git gide, yenilerini edinmek çok güçtü. Hevesliler güçlerini tüketmeye başladılar bu eski çalgılar üzerinde. “Halkevi” binası da eski bir binaydı; yıkılacak dendi, başka bir yere taşınmaya çalışıldı. Gençlik yıllarımda ilk ciddi eserleri okuduğum kitaplığın kitapları karmakarış bir yere dolduruldu. Yeni sahnenin yapılması gecikti, oyuncular ilgilerini kaybettiler. Radyolardan Doğu musıkisi yasağı kalkmıştı. Bu musıkinin piyasa şarkıcıları daha gösterişli yollarla kendilerini halka sunmaya başladılar. Doğu ve Batı musıkisini sevenler büyük bir hızla birbirlerinden uzaklaşmaya, her biri kendi dünyasına çekilmeye başladı. Çok partili demokrasi düzeninin kabulüyle gençler, yaşlılar gündelik dedikodu siyaseti yapmaya koyuldular. Sonra, iktidar değişimi oldu. Hala da can verilebilecek gibi olan “Halkevleri”, belki inanmazsınız, bir siyasi kıskançlık yüzünden kapatıldı. Küçük kasabaların, zavallı küçük kasabaların filizlenmeye başlayan kültür hayatları, sanat hayatları kendi alınyazılarına bırakıldı.

 

     İşte Türkiye’deki Halkevlerinin kısa, acıklı hikayesi.

 

     Peki, şimdi durum nedir, diyeceksiniz. Sözlerime başlarken, Türkiye bir Doğu ülkesidir demiştim. Türkiye, musıki bakımından kendi doğulu musıkisine büyük çoğunlukla bağlıdır. Doğu musıkisiyle Batı musıkisinin en belirgin ayrılığı açısından, yani tek seslilikle çok seslilik açısından ele alınırsa Türkiye halkının çok sesli bir musıkiyi benimsemesi, kendiliğinden çok sesli bir musıki yapması herhalde daha uzun süre düşünülemez. Ancak, bence, musıki bakımından Batı ile Doğu arasındaki en büyük ayrılık, musıkinin toplumun gündelik yaşayışında yer alıp almamasıdır. Türkiye’de belki herkes şarkı söyler; evet, tek sesli bir şarkıdır bu, ama, her Türk evine kapanıp Beethoven’in piyano sonatlarını çalsaydı gene de musıkiyi Batının anladığı yolda yapıyor sayılmazdı. Doğulu insan bireyseldir, sanatı bireysel olarak anlar. Onca sanat, bir toplum olayı değildir; bireysel bir tad alma, kendini unutma yoludur. İşte Türkiye’ye Batı musıkisinin girmesini ve yayılmasını isterken Türk önderlerinin değiştirmek istedikleri anlayış buydu. Böyle bir anlayış büyük topluluklarca benimsendiğinde başka bir yönden de değişiklik olacaktı: musıkinin toplumun bir parçası olması yanında, düşünce ve estetik alanlarında da bir güç olabilmesi gerçekleşecekti. Bir Doğu ülkesinde Batı musıkisinin benimsenmesi ve yayılması derken bu sanatın toplumda ve bireylerin kafalarındaki yerinin değişmesi anlaşılmalıdır.

 

     Bu düşüncelerin ışığı altında ülkemizde Batı musıkisinin durumunu şöylece özetleyebiliriz: Türkiye’de ilk ve orta öğretimde kuramsal bir musıki öğretimi yapılmaktadır, üç büyük kentte üç konservatuvar vardır, bir musıki öğretmen okulu vardır, bir bando okulu vardır, gene aynı kentlerde üç senfoni orkestrası vardır, bu kentlerin ikisinde opera temsilleri verilmektedir, uluslararası nitelik taşıyan birkaç bestecimiz vardır, birkaç caz topluluğu vardır, büyükçe askeri merkezlerde tören bandoları vardır, Türkiye’de koro toplulukları yoktur, oda müziği toplulukları yoktur, nota basımı yoktur, plak basımı yoktur, Türkiye’de üfleme çalgıları yapımı yoktur, piyano yapımı yoktur, Türkiye’de iki üç musıki eleştiricisi vardır, musıki dergisi yoktur, Türkiye’de  musıki üzerine araştırmalar yoktur, kitap yayımı yoktur, iki radyo istasyonu yüzde elli oranında Batı musıkisi yayını yapar.

 

     Öyleyse, Türkiye’de Batı musıkisiyle ilgilenenlerin sayısı yüzde elli oranında mıdır? Hayır! Binde elli? Hayır! Onbinde elli? Hayır! Yüzbinde elli? Evet, ama o kadar bile değil. Çok ortalama ve oldukça iyimser bir hesapla Türkiye’de Batı musıkisiyle ilgilenen ve musıkiyi Batı anlamında görenlerin sayısı on, onbeş binden fazla değildir. Yirmiyedi milyon içinde onbin kişi, aşağı yukarı yüzbinde otuz, üçbinde bir Amerikan vari bir deyimle bir kişinin Batı musıkisiyle ilgisini beslemek ve yaşatmak için üç kişi vergi ödemektedir. Niçin acele bir yargıya varmamaları gerektiğini Japon meslekdaşlarım şimdi anlamışlardır sanıyorum.

 

     Şurasını da hemen belirteyim ki, çok geniş bir kitlenin sevdiği ve benimsediği halk musıkisiyle tek sesli geleneksel musıkimizin örgütlenişi, yayın ve öğretim organları yukarıda çizdiğimiz tablodan çok daha geri durumdadır. Sanıyorum, bunun tek bir nedeni var: Türkiye’de musıki, Batı anlamında toplumsal bir güç değildir bugün.

 

     Türkiye bir Doğu ülkesidir.

 

     Teşekkür ederim.

     ____________________________________


     Aylık olarak yayınlanan “Opus Dergisi”nin 1. Yıl 5. Sayı ile Şubat 1963 tarihinde basılan nüshasının 2-3. sayfalarından alınmıştır.




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5744040
Online Ziyaretçi Sayısı:23
Bugünlük Ziyaret :919

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.