01.07.1983 / Kemal Gür - Klasik Batı Müziğinden Seçmeler


     Şimdi her ikisi de aramızdan ayrılmış iki radyocu, Baki Süha Ediboğlu ve Feridun Fazıl Tülbentçi. Biri, şiir ve yazın dünyamızın tanınmış bir sanatçısı. Çelebi, hoş sohbet, zaman zaman -o dönemin koşulları içinde- çevresindekileri çok sinirlendirmekle birlikte kimseyi kırmamağa özen gösteren hatta bunu bir sanat haline getirebilmiş. Diğeri, tam bir efendi. Hoşgörülü, en ciddi durumlarda bile olayın gülünecek yanlarını görebilen; hemen hemen kimsenin kendisine kızamadığı, radyo ve yayın hayatımıza popüler bir tarihçi olarak büyük katkıları olmuş…


 

     … Ediboğlu ve Tülbentçi, belki 30 yıllık arkadaş ve dostturlar. Bu, öyle bir arkadaşlık ve dostluktur ki uzun süre bizler için çözülmesi değil, anlaşılması olanaksız bir bilmece olarak kalmıştır. Bu iki dost, küçük büyük herhangi bir toplulukta, birbirlerini devamlı iğnelerler -bazan yorgan iğneleri bazan da çuvaldız kullanırlar-, eleştirirler, küçüklü büyüklü yergilemelerden geri durmazlardı. Bir topluluk içinde, onların birbirlerine karşı davranış ve konuşmaları bizler için çok sempatik bir eğlence gösterisi olurdu. Bugün, o anları -inanmanızı dilerim- saygı ve gözlerim buğulanarak anımsıyorum. Yine de, bu iki arkadaş, iki dost birbirlerinden hiç ayrılmazlar; zor anlarında yergi, eleştiri, mizah, köstekleme havası içinde yekdiğerini sonuna kadar desteklerlerdi.


 

     Tülbentçi, İstanbul’un Türkler tarafından alınışının yıldönümü olan 29 Mayıslardan birinde, o günleri canlandıran, kısa bir radyofonik skeç yazar. Bu küçük, güzel yapıt, oyuncuların, teknisyenlerin ve efektörlerin tabii konuşan aktörlerin başarılı katkılarıyla büyük bir yankı uyandırır radyolardan yayınlandığında. Radyolara telefonlar, telgraflar yağmaktadır. Tülbentçi çok mutludur. Hepimiz -Ediboğlu da- kendisini candan kutlarız.


 

     Ediboğlu ve Tülbentçi, çok eski bir alışkanlık olarak, akşam üzerleri 17.00’den sonra, gittikçe artan bir şekilde huzursuzlaşmağa başlarlar. İçki saati yaklaşmıştır. Hele 18.00’den sonra bu huzursuzluk daha da artar. Radyoevinden çıkınca soluğu genellikle “Divan Oteli”nin barında alırlar. İkinci dubleden sonra diller adamakıllı çözülür; yergiler, eleştiriler biraz daha keskinleşir masada.


 

     İşte, Tülbentçi’nin programının yayınlandığı akşamın ertesinde, yine aynı yere gidildi. Orada bulunanlardan büyük bir grup -zaten herkes birbirini o kadar iyi tanırdı ki- Tülbentçi’yi coşkuyla kutladılar. Bu kutlamalara Ediboğlu bir kez daha katıldı. Ama Tülbentçi, bu, kırk yıllık dostunu öyle iyi tanırdı ki. Ondan ne zaman bir salvo geleceğini kestirmeğe çalışıyor ve hazır bekliyordu. Nitekim Ediboğlu: “Feriduncuğum” diye söze başladı. “Gerçekten çok güzel yazmışsın. Fatih’in şehri kuşatmasını, şehre girişini, şehirde yaşayan bilim ve sanat adamlarına verdiği değeri, şehrin sakinlerini din ve dillerinde özgür bırakmasını, hepsini hepsini çok güzel canlandırmışsın, yalnız… …yalnız, hani, Fatih herşeyi düzene koyduktan sonra büyük bir geçit töreni düzenler ya. İşte bu, çok görkemli geçit töreninde ahaliye ‘Padişahım çok yaşa’, ‘Zito İmparator’ diye bağırtırken araya alkış efekti de koymuşsun. Oysa biliyorsun, o dönemde Türkler’de alkışlama geleneği yoktu. Senin gibi bir tarihçinin böyle büyük bir hata yapmasını bazı kişiler -o kişilerin kim olduğu belli tabii- çok yadırgamışlar.” deyince, kadehi elinde, salvonun nereden geleceğini bekleyen Tülbentçi: “Ooo alkışlar Bizanslılar’ın alkışlarıydı” diye cevap verir vermez etrafta kahkahalar ve bu hazır cevaplığa layık alkışlar yükselmişti.


 

     …………………………………………………


 

     Konservatuvarlarımızın çoğunda, öğrencilere, çalgıları yönetimce sağlanır. Bu çalgılar, o, eski püskü, kırık dökük halleriyle birçok öğrenciye yıllar yılı hizmet ederler. Ama bu hizmet çoğunlukla öğrenciyi sabote edecek bir hizmettir. Zavallı öğrenciler çalgılarından ses çıkarmak için çeşitli yöntemler geliştirirler. Aslında, “zavallı öğrenciler” deyimi oldukça hatalı. Zira; öğrencilerin büyük bir bölümü, ellerine en yeni çalgıları da verseniz, bu çalgıları yaşları, bilgisizlikleri ve çevreden, daha büyüklerden gördükleri örnekler dolayısıyla büyük bir umursamazlık içinde hoyratça kullanırlar. Yönetiminse, genellikle bu sorunla ilgilendiği yoktur. Yönetim için demirbaş listesinde gözüken sayı önemlidir. 3 klarinet, 2 trompet, 4 keman vb. Yazık ki bu durum bugün de birçok konservatuvarlarımız, hatta orkestralarımız için aynıdır.


 

     Özellikle sınav dönemlerinde öğrenciler ya öğretmenlerinin ya da orkestralardaki bir ağabeyin çalgısını, birkaç günlüğüne ödünç alırlar. Onunla çalışıp sınavdaki şanslarını biraz yükseltmeğe gayret ederler.


 

     1950’li yılların sonlarına doğruydu. Konservatuvarlarımızın birinde, flüt çalan bir öğrenci sınava hazırlanıyor. Elindeki, okulun verdiği flütten ses çıkarmak için çocuk birçok yöntemler geliştirmiş. Çalgısının kırık döküğünü onarmak için de don lastiği, kitap etiketi, talk pudrası vb. gibi bir sürü araç gereç kullanmış, bütün öğretim yılı boyunca, ama sınava bu çalgıyla girilmez. Onun için orkestrada çalan bir ağabeyden flütünü, sınavdan birkaç gün önce ödünç istiyor. Ağabey çalgısını veriyor. Yalnız, verirken, çalgıyı dikkatli kullanmasını tekrar tekrar anımsatıyor. Çalgıyı nasıl dikkatle takabileceğini, kullandıktan sonra içini, özel bezi ve çubuğuyla nasıl sileceğini uzun uzun açıklıyor.


 

     Sınav günü gelip çatıyor. Çalgısını veren ağabey de sınav jürisindedir. Öğrenciye, sınava girmeden önce, son kez, bazı şeyleri anımsatıyor. Bunların arasında, bir tanesi oldukça önemli. “Aman” diyor ağabey, “flütü kutudan çıkardıktan sonra, parçaları birbirine takmadan içindeki silme bezi ve çubuğunu çıkarmayı unutma…”


 

     Öğrenci, elinde flütle jüri önüne çıkıyor. Eşlik eden piyanistle şöyle bir bakışıyorlar ve piyanist parçanın giriş bölümünü, biraz kısaltarak çalıyor, son akorları vurup başlaması için öğrenciye bakıyor. Öğrenci flütü dudaklarına götürüyor ve üflüyor… …ses yok. Flütü, hayret ve heyecan içinde elinde bir oraya bir buraya çevirip ne olduğunu anlamağa çalışıyor. Çalgının sahibi olan jürideki ağabey, oturduğu yerden: “Bezi çıkar, bezi” diye sesleniyor. Öğrenci, heyecanla kıpkırmızı kesilerek flütü tekrar söküyor, bezi çıkarırken yere düşürüyor, onu yerden alayım derken flütün bir parçası yere düşüyor. Nihayet flüt tekrar takılıp sınav başlıyor.


 

     Burada, jüridekilerin, büyük bir bölümünün çok güldüklerini; bu gülmelerin sınav sonunda, öğrencinin notlarına olumlu katkıda bulunduğunu söylemeliyim.


 

     Ama böyle gülmeler her zaman aynı sonucu verir mi, bilemem.


 

     ______________________________



     Aylık olarak yayınlanan “Orkestra Dergisi”nin 12. Yıl, 119. Sayı ile Temmuz 1983 tarihinde basılan nüshasının 41-44. sayfalarından alınmıştır.




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5744055
Online Ziyaretçi Sayısı:26
Bugünlük Ziyaret :921

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.