01.07.2006 / Gülper Refiğ - Cumhuriyet Müziğine Kim Sahip Çıkıyor?


     Bu yazıya hazırlık yaparken gözden geçirdiğim sayıları çok sınırlı ve ne yazık ki sürekliliği olmayan müzik dergilerinde okuduğum yazılar, Türk aydınının kafa karışıklığı konusunda beni bir kez daha dehşete düşürdü.


 

     Özellikle “Cumhuriyet Dönemi Müziği” ve onun temsilcileri hakkında öyle taban tabana zıt ve tezatlarla dolu görüşler öne sürülmüş ki, Mustafa Kemal Atatürk gibi bir dehanın başta “10. Yıl Nutku” olmak üzere her fırsatta açıkça dile getirdiği “Ulusal Kültür” anlayışının 80 yıl sonra bile doğru dürüst anlaşılamamış olması insanı karamsarlığa sürüklüyor.


 

     Bugüne gelmeden önce tarihteki örneklere bir göz atmakta yarar var. Rönesans’la birlikte İtalya’da başlayan çoksesli müzik örnekleri, başta Floransa, Venedik, Roma, Napoli vb. olmak üzere kent aristokrasisinin talepleri doğrultusunda opera formu ağırlıklı gelişirken, özellikle 17. yy. Barok döneminden itibaren, son noktayı büyük füg dehası J. S. Bach’ın koyduğu yeni formlar, sanatta Kant’ın “Das Ding an Sich”(1) (işin esası), görüşüyle örtüşen formalizmi ön plana alan, Almanya’da ortaya çıkmıştır.


 

     Bu adımın bir sonraki aşaması olan ve orkestra için yazılmış en büyük ve en mükemmel form olan senfoni formu da 18. yy. başlarında Mannheim Prensi Carl Theodor’un saray bestecisi J. Stamitz ile başlayarak, Viyana klasikleri, Haydn, Mozart ve özellikle Beethoven’le kusursuzluğa ulaşmıştır.


 

     Çoksesliliğin bu gelişim yıllarından başlayarak 20. yy. ortalarına kadar besteciler hakkında çağdaş-çağdışı, ilerici-gerici gibi önyargılar ve tartışmalar hep süregelmiştir. Bu tartışmaların en çarpıcı olanı J. S. Bach’ın özellikle dini eserlerinin zamanında çağdışı bulunarak dışlanması, senfoni ve sonat formuna yönelen oğulları C. Ph. Emanuelle, J. Christian ve J. Christopher Bach’ın yüceltilmesidir. J. S. Bach’ın, “Mattheus Passionu”nun, Schumann ve Mendelssohn tarafından keşfedilerek gün ışığına çıkması, dolayısıyla J. S. Bach’ın büyüklüğünün fark edilmesi için, ölümünden sonra 80 yıl geçmesi gerekmişti. Besteciler üzerine bu tarz çekişmeler her dönemde görülmesine rağmen gerçek aydın vasfına sahip kişiler, gerçek sanatçılar, düşünürler asla ne çağdaşları ne de geçmiş dönem bestecilerinin hangisinin kalıcı büyük dehaya sahip olduğu konusunda tereddüte düşmemişlerdir.


 

     Telemann, Buxtehude, Vivaldi, J. S. Bach ve Haendel’in üstadları olmuş, J. S. Bach istisnasız tüm klasik dönem bestecilerinin temel rehberi olmuş, Beethoven döneminin büyük sanatçıları, seçkin soyluları ve tüm romantik dönem bestecileri tarafından adeta ilahlaştırılmış, Mozart’ı en azından Voltaire, Goethe, saray kütüphanecisi Kont Swieten, Salieri, Schikaneder ve bazı diğer meslektaşları kıskançlıkla karışık bile olsa zamanında anlayabilmişlerdir.


 

     Günümüze geldiğimizde artık bu tarz tartışmalar ortadan kalkmıştır. Büyük bestecilere özellikle Batı ülkelerinde, yaşarken sahip çıkılıyor, şanslı olanların eserleri dünya orkestralarının repertuvarlarına giriyor, maddi ve manevi olarak onurlandırılıyorlar. Hele gösteri dünyasında çalışıyorsanız, tanınmış bir müzikal veya film bestecisi iseniz, şöhret ve kazancınızın sınırı olmuyor.


 

     Peki Türkiye’de biz 80 yıldır neyin kavgasını yapıyoruz?

 

     Osmanlı Müziği - Cumhuriyet Müziği

 

     Alaturka - Alafranga

 

     Teksesli - Çoksesli gibi tartışmalar yıllardır sürüp gidiyor ve müzik dünyamızda büyük zaman kaybına sebep oluyor.


 

     Görmediğimiz veya görmek istemediğimiz gerçek şu ki, gerek Mustafa Kemal Atatürk, gerekse O’nun “Ulusal Türk Müziği”nin ilk yaratıcıları olarak yetişmeleri için yurt dışında eğitime gönderdiği ilk kuşak Türk bestecilerinin istisnasız hepsi Osmanlı döneminde doğmuşlar, Osmanlı terbiyesi ile yetişmişler ve eğitim görmüşlerdir. Hemen hepsinin evinde hem alaturka hem de alafranga müzik aynı ilgiyle dinlenmektedir. Anneleri, ablaları ut çalarken, onlar yabancı veya Türk hocalardan keman, piyano, viyolonsel vs. dersleri almışlardır. Benim tanıdığım Saygun da, Akses de “Divan Edebiyatı” ile Itri, Dede Efendi, Zekai Dede gibi klasik Türk bestecilerine hayranlık besliyorlardı. Akses’in, “Itri’nin Nevakar’ı Üzerine Scherzo”su, Kanuni Sultan Süleyman’ın Hürrem Sultan’a yazdığı şiir üzerine bestelediği “Bir Divandan Gazel” başlıklı tenor ve orkestra için senfonik eser, Saygun’un “Yunus Emre Oratoryosu”, “Kerem” ve “Köroğlu” operaları, C. R. Rey’in “Fatih” senfonik şiiri birçok eserden sadece birkaç örnektir. Bestecilerimizin hepsi Türk musikisi makamlarını çok iyi biliyorlardı. Saygun’un, Türk musikisi üstüne birçok makalesinin yanı sıra, eski harflerle yazılmış kalın ve hacimli bir kitabı vardır. Kimbilir “Bilkent Üniversitesi”nin “A. Saygun Araştırma Merkezi”nin hangi kitap rafında ilgi beklemektedir. Ferit Alnar büyük bir kanun virtüozu olarak yetişmiş, her iki kültürün müziği ve sistemini (tampere, makamsal) kucaklayan ilk “Kanun Konçertosu”nu bestelemiştir.


 

     Yalçın Tura Türk musikisi konusunda gerçek bir bilge olarak yıllarca hocalık yapmış, Türkiye’de makam müziğini eserlerinde en ustaca kullanan bir besteci olmanın yanı sıra, son derece çağdaş hatta postmodern sayabileceğimiz eserlere de imza atmıştır.


 

     Her sağduyulu, akıl ve izan sahibi aydın gibi Cumhuriyet dönemi bestecilerimiz de bin yıllık geçmişe sahip tarihlerine, Selçuklu, Osmanlı medeniyetlerine sahip çıkmışlardır. Aynen yepyeni bir ulusu, yeni bir devleti yokluklar içinden var eden Mustafa Kemal’e duydukları büyük bağlılık, hayranlık gibi. Anadolu toprağının tüm zenginliğini, tarihiyle, folkloruyla büyük bir hazine olarak eserlerine yansıtmışlar, dünya tarihinde görülmeyen çeşitlilikte ve geniş bir yelpazede eserlerine yansıtmışlardır. Kendi aralarında eski, yeni, çağdaş, geleneksel gibi çekişme ve tartışmalar olmamıştır.


 

     Hal ve gerçek böyle iken, bizim aklı evvellerimiz, nasıl oluyor da akla kara gibi ikiye ayrılıp, ya Cumhuriyet dönemine sözde sahip çıkarak geçmiş kültürümüzü yok sayıyor ya da Osmanlı dönemine sadakat yüzünden Cumhuriyet bestecilerinin büyük birikimini küçümsemeye kalkıyor?


 

     Peki bu kaotik ortamda sağduyulu, laf değil iş üreten, erdemli müzik adamları yok mu? Var! Bu yazının esas amacı bu sessiz kahramanı olabildiği kadar kısa ve öz anlatmaktır.


 

     1944 yılında, Yeşilköy’de Halit Ziya Uşaklıgil’in bahçesinde, C. R. Rey’in girişimi ile ilk toplantısı yapılan ve 1945 yılında faaliyete geçen “Türkiye Filarmoni Derneği”, Cumhuriyet kültürümüzün müzik alanında gerçekleşen ilk sivil müzik kurumudur. İlk yıllarında kurucu üyelerinden İstanbul Vali ve Belediye Başkanı Lütfi Kırdar ile halefi Fahrettin Kerim Gökay’dan büyük katkı ve destek gören kurum, 80’lere gelindiğinde kurucu üyelerinin çoğunun hayattan ayrılması ve üyeler arasında anlaşmazlıklar çıkması yüzünden kapanma noktasına gelmiştir. İşte o günlerde vicdan ve erdem sahibi bir müzik adamı olan Panayot Abacı, İstanbul kültür hayatına, dünyanın en büyük şefleri, solistleri, orkestralarını getirtmek, onları genç müzisyen adayları ile tanıştırmak, müzik kursları düzenlemek, burslar vermek vb. nice tarihi ilklere imza atmış bu kurumun yok olup gitmesine izin vermedi.


 

     Tek başına bir ordu gibi elinde notalar, yazılar dolu çantası, senelerce İstanbul’u semt semt kapı kapı dolaşarak “Filarmoni Derneği”ni yaşattı. Birkaç gerçek müziksever dostunu hariç tutarsak, kimseden ne maddi ne de manevi bir destek görmeden, mucizevi bir şekilde bu işi başardı. Aynı zamanda dünyada süreklilik açısından eşi bulunmayan “Orkestra Dergisi”ni de 45 yıldır hiç aksatmadan azimle çıkartmayı da başararak… Başarısının bir tek sırrı vardı: İnandığı yolda yürümek.


 

     Türk bestecileri, sözde “Atatürk’çü” müzisyenlerce görmezden gelinirken, Panayot Abacı ısrarla hem dergisinde hem de “Filarmoni Derneği Konserleri”nde, panellerinde onlara yer verdi. Ölüm ve doğum yıldönümlerinde bestecilerimiz için anma konserleri düzenledi. Sessiz, sedasız, hiçbir karşılık beklemeden, Türk bestecilerine sahip çıktı.


 

     Tabii böylesine erdemli, soylu bir sanat adamı, kültür dostu olunca, medyamızın ilgi alanına girmezsiniz! Ama O’nun medya listesindekilerden çok büyük bir farkı var. Panayot Abacı sayıları az da olsa, bugün müzik dünyamızın gerçek ustaları, geröek sanatçıları ve gerçek düşünürleri tarafından hak ettiği müzik azizleri arasındaki yerine konmuştur.


 

     İşte benim bu kategoriye dahil ettiğim ve hemen her yazımda andığım “MSGSÜ Devlet Konservatuvarı” Müdürü Prof. Mesut İktu 20 Nisan akşamı, “Galatasaray Lisesi Konser Salonu”nda, “Filarmoni Derneği”nin katkılarıyla gerçekleştirdiği Ylçın Tura’nın eserlerinin konservatuvar öğrencileri tarafından seslendirildiği unutulmaz konserd, bu alçak gönüllü, yüce ruhlu sanat adamına bir teşekkür plaketi verdi. Yalçın Tura ve Panayot Abacı’nın aynı akşamda onurlandırılmaları çok ince ve bilge bir düşünceydi. Prof. Mesut İktu’nun bu vefakar davranışı salonda bulunan herkesi çok duygulandırdı. Bu konservatuvarın bir mensubu olmaktan tekrar onur duydum.


 

     Ödüllerin, iltifatların bol keseden dağıtıldığı, değerlerin altüst olduğu, gerçek değerlerin kenara itildiği bir ortamda, ödülün alnının akıyla hak edene verildiği ender akşamlardan birini yaşadığımız o konser akşamı benim unutulmazlarım arasında yerini aldı. Aynen Panayot Abacı’nın ismi ve yaptıkları gibi…

 

     _______________________________

 

     (1) İmmanuel Kant - Kritik der reinen Vernunft (1781) (saf aklın eleştirisi).


     Aylık olarak yayınlanan “Orkestra Dergisi”nin 45. Yıl, 374-375. Sayı ile Temmuz-Ağustos 2006 tarihinde basılan nüshasının 2-7. sayfalarından alınmıştır.




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5687866
Online Ziyaretçi Sayısı:13
Bugünlük Ziyaret :1100

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.