21.03.2011 / Nuray Sancar - İmparatorluğun Uçurumları

     Doğduğu yerle doyduğu yer arasındaki uçurumdan başı dönen bir adam O.

     Belki de o yüzden, o hissi tekrar tekrar yaşasın, O’nu dinleyenlerin de başı dönsün diye sık sık söyler mağarada doğduğunu. Urfa’da olmayan “Oxford”lardan, yoksul çocukluğundan söz ettikçe “Bakın bana” der sanki “Nerelerden çıkıp nerelere geldim, hayret edin, alkışlayın beni.”

     İstisnai başarı öykülerine aşık bir sistem, mağarada doğup dişiyle tırnağıyla, becerisi ve azmiyle imparatorluğa yükselecek bir adamı tabii ki bağrına basacak, kendisini O’nun suretinde bir kez daha doğrulayacaktır. Öyle de olmuştur. Sevenlerine göre ise özünü korumuş, geldiği yeri unutmamış biri O. Onlar da o surete baktıklarında kendi muhtemel imparatorlaşmalarını görüyorlar. Albümünü “kavırlaması”, “singıl yapacam” diye konuşması, filmlerinden ve kliplerinden söz ederken iki elinin parmaklarıyla kadraj işareti yapması bünyesine pek uymuyor ama bu uyumsuzluğun sürekli mağarayı ima etmesidir zaten O’nu bir numara yapan. Konuşmasına bile gerek yok, her jestiyle uçurumu bir kez daha göze sokabilir Tatlıses.

     Önceki gün O’nu vuran adamla 1998’de çekilmiş barışma görüntüleri yayınlandı televizyonda. Abdullah Uçmak’la birbirlerine karpuz yediriyorlardı. Birbirlerinin kanını dökmeye azmetmiş iki adamın bir dargın bir barışık halleri; “Ayağına sıkarım ha” muhabbetinden erkek erkeğe karpuz yedirmelere uzanan hermafrodit ilişkiler, imparatorun bir unsuru olduğu mafyatik dünyada aşırı kırılganlık ve aşırı saldırganlık arasındaki uçurumla beslenir. Yıllar önceki bir söyleşisinde “Mafya denen camiada çok sevdiğim adamlar var. Hepsinin gönlü ipek gibi yumuşacık... Ben onlara adam diyorum. Bir iş kurup şekil yapmak istiyorlar ama etraf rahat bırakmıyor...” diyor Tatlıses. Her an patlamaya hazır silahları bellerinde “şekil yapmak” isteyen adamları, hangi etrafsa o, birileri bir türlü rahat bırakmaz işte. Aslında etrafa rahatsızlık veren adamlara rahat verilmiyor olması şaşırtıcıdır ama gerçeklik böyle bir dünyada zaten farklı algılanır, gerçeğin kendi algıladığı gibi olduğuna inanır insan-imparator da.

     Birazdan kendine acıma gözyaşlarının o sert adamların/adamın pamuk yanaklarından ineceğini düşünür insan mevzu devam ederse. Sanki uyuşturucu kolileri, haraç ve ihale zarfları, rulet masası ve “Susurluk” kamyonu sadece şekil yaparken kullanılan aksesuarlardır. Gözyaşları da oyuncaklarını yitirmiş bir çocuğun gözlerinden dökülüyordur.

     Hiç Bedel Ödemeyeceğine İnandı

     Çok ağlamışlığı vardır imparatorun kamera karşısında, ağlatmışlığı ise daha çoktur. Şiddetinin, maçoluğunun, eyvallahı olmamanın incittiği kadınlar sevilmekle ayağına sıkılma anına kadar, ve hayır sonrasında da, kulu kölesi oldular bu adamın. Banyo yaparken kapısında havlu ile bekleyen kadınlar tarafından o kadar şımartıldı ki Tatlıses, ne yaparsa yapsın hiçbir bedel ödemeyeceğine inandı. Dövdüğü, kurşunla damgaladığı kadınlar O’nu terk etmedi hiç. Aslında terk edemediler. Hem korkudan, hem eskimiş bir ilişkinin rantıyla ayakta kalmaya devam ettiklerinden. Ancak öyle ayakta kalabileceklerinden.

     Sonra Tatlıses “Sevmek dedin sevmedik mi, hatta güzel dostları senin için terk etmedik mi? Ne söyledim sana aldın başını gittin” diye bir şarkı yazabildi. Kendisinden bir kadının kaçabilmesine şaşırıyordu şimdi de. Mağdurdu yani, kırılmıştı! Erkek egemen sistemde bir kadının gördüğü şiddetten daha ikna edicidir mağduriyet durumuna, cüsseli bir adamın herkesin önünde gözyaşı dökmesi. Zalim ile mazlum arasındaki uçuruma dökülen o gözyaşları yine dönüp mağaranın duvarlarına akar sinsice; zalim birden mazlum olur yine. Zaten mağdur doğmuştur, sonuna kadar da öyle gidecektir.

     Büyük kente gelmenin, sınıf atlamaya doğru adım atmanın hem gerçek hem metaforik mekanı “Haydarpaşa” merdivenlerinde “Herkes bana bir gün İbrahim Bey diyecek” diye İstanbul’a meydan okuyan film kahramanının ismine duyduğu hayranlığın ikiye katlanması için, kentte kurduğu aşiretin el pençe divan durması yetmeyecektir hiç. “Ben İbrahim Tatlıses’im, ben İbrahim Tatlıses’im” diyen kendi sesinin kendi kulaklarında yankılanması daha ikna edicidir; bir imparatorun değerini bir imparator teslim etmiş olur o zaman çünkü. Megalomanisi büyüdükçe, megalomanisini büyüttükçe kendisini gözünde yüceltecek iç sesi de gürleşir. O ses gürleştikçe alemi büyüklüğüne daha çok ikna edebileceğine inanır. Etmiştir de, Balkanların ve Ortadoğu’nun en ünlü Kürt Türk’ü O’dur.

     Mağarasını Gittiği Yere Taşıyan Arabeskçi

     İbrahim Tatlıses “Batsın bu dünya” diye isyan eden arabeskçi öncellerinden sonraki kuşağı temsil eder. Dünyanın batmasını istemekten vaz geçmiş, sistemin dişlilerinden un ufak olmadan geçmiş, sonunda da onunla uzlaşmışların türküsünün söylendiği başka bir arabesk aleminin başlangıç noktasında yer alır. O’nun şarkılarını sadece varoştakiler değil yalıdakiler, rezidanstakiler, lüks otellerde konaklayanlar da dinler. Burjuvalarla, mafya liderleriyle, spor kulübü yöneticileriyle, siyasetçiler ve polis şefleriyle kurduğu ilişkilerin fonuna Tatlıses yine lahmacunlu, kebaplı bir mekan kurar ama. Urfasını, mağarasını gittiği her yere taşımadığı zaman O’nu O yapan rantı çarçur etmiş olacağının farkındadır. Cehaletle zeka arasında belki de çok büyük bir uçurum yoktur.

     Ve uçurumlarda gezinmeyi meslek edinmiş adam vurulduğundan beri, günlerdir O’nun gelmişi geçmişi konuşuluyor. Yakında iyileşip hastaneden çıkacak.  İçinde “Aman melekem kavur balıkları akşama getirecem kabadayıları” sözleri geçen şarkısını söylemeye ve testisinin kırıldığı su yolunda yürümeye devam edecek. Geçmiş olsun...

     Evrensel Gazetesi - 21.03.2011, Cumartesi




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5756300
Online Ziyaretçi Sayısı:16
Bugünlük Ziyaret :353

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.