01.12.1982-01.02.1983 / Alp Gültekin - Dışarıda Bir Sanat Elçimiz


     Orkestracılık, oda müzikçiliği, solistlik ve öğretmenlik... Hepsini başarı ile sürdürebilen bir insan, Ruşen Güneş...


     Dünyanın çeşitli ülkelerinde konserlere katılmış ve adından başarılı bir Türk viyolacısı olarak söz ettirmiş bir sanatçı...


     12 yılı aşkın bir süredir İngiltere’de bulunan Ruşen Güneş ile tanışmam 1978 yılı Nisan ayında oldu.


     O yıl İzmir’de “İzmir Devlet Senfoni Orkestrası” eşliğinde “Hoffmeister Viyola Konçertosu”nu çalmıştı. Hemen ardından Ankara ve İstanbul’da da Adnan Saygun’un viyola konçertosunun ilk yorumunu yapmış, ayrıca bir de resital vermişti.


     Daha sonraki yıllarda “İstanbul Festivali”ne “Londra Dörtlüsü”yle katılarak Türkiye’deki başarılarına yeni bir halka eklemiş oldu.


     Güneş’in, Türkiye’de iken “Özsoy Dörtlüsü”yle çok başarılı konserler ve radyo kayıtları yaptığını da belirtmemde yarar var, tüm solo çalışmalarının dışında.


     Gönül isterdi ki böyle bir “değer” Türkiye’de kalsın ve başka değerler yetiştirsin. Ancak yine içimiz rahat çünkü o bizi dışarıda çok iyi bir biçimde simgeliyor ve temsil ediyor.


     Kendisiyle ancak yaz aylarında görüşme fırsatımız oluyor. Bir dergi çıkarma gayretinde olduğumuzu ve bir sayıda da kendisini tanıtmak istediğimizi söyledim. Severek, sevinerek kabul etti ve böyle bir söyleşi yaptık...


     Alp Gültekin: - Özgeçmişinizi öğrenebilir miyim?
     Ruşen Güneş: - 1940 Beypazarı doğumluyum. Ailemde müzikçi yok, ancak annem çok hevesli, çok  şarkı söyler ve çocuklardan birinin bir şeyler çalmasını ister. On yaşımda, bir aile dostumuzdan alınan bir mandolinle müziğe başlıyorum. Bir başka aile dostu Hikmet Şimşek’ten bir yıl Ankara Samanpazarı’ndaki “Atatürk İlkokulu”nda mandolin dersi alıyorum. 1951’de “Ankara Devlet Konsevatuvarı” sınavına sevgili arkadaşım Cengiz Özkök ile iki mandolin için bir parça ile giriyoruz ve kazanamıyoruz. Çocukluğumda andığım en acı gün benim için o gündür. Bir yıl -okula gitmeyip- başka bir aile dostu Hüsnü Özbeyazıt’tan devamlı keman dersi alıyorum. 1952’de “Ankara Devlet Konservatuvarı”nın sınavını hem arkadaşım Cengiz hem ben kazanıyoruz. Ve yaşamımda en mutlu olduğum o dokuz yıl böylece başlıyor. Okulda Necdet Remzi Atak’tan sekiz yıl keman, hemen son yılda da Marcel Debot’tan viyola dersleri alıyor ve okulu bitiriyorum. 1961’de “Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası”na giriyorum ve ikinci rahlede Naci Bolgi ile oturuyoruz. 1963 yılında bir bursla İngiltere’ye gidip iki yıl F. Riddle ile oradaki “Kraliyet Koleji”nde çalışıyorum. 1965’de vatana bir yıllığına dönüyorum ve ertesi yıl Amerika’ya gidiyorum. Oradaki öğretmenim William Primrose oluyor ve yaylı saz çalma işini tamamen başka bir açıdan görüyorum. Çok yararlı bir yıl bu yıl. 1970 sonu askerliğimi bitirdikten sonra İngiltere’ye yerleşiyorum.


     Alp Gültekin: - Türkiye’den ayrılma nedeniniz nedir?
     Ruşen Güneş: - İnsan öğrencilik yaptığı büyük kentin içinde kendisinin de bir gün yer alacağının hayalini kurar biraz. Bütün o gördüğü, dinlediği grupların içinde olmak ister. Büyük bir neden bu sanırım. Kendimi denemek istedim biraz, korkarak ta olsa... Sonra o zamanki eşim İngilizdi. Yeni çocuğum oluyordu, belki bunun da etkisi oldu. Ancak şimdi baktığım zaman geriye “keşke gitmeseydim” diyorum. Doğal ki bunları tüm başıma gelenlerden sonra söylüyorum. Büyük bir deney, tecrübe ama vatanda da başka bir tecrübe ile zaman giderdi... Zor bir konu.


     Alp Gültekin: - İngiltere’deki sanatsal çalışmalarınız hakkında da biraz bilgi verebilir misiniz? Plak yaptınız mı?
     Ruşen Güneş: - “Londra Filarmoni Orkestrası”nda solo viyolacılığımın yanında biraz oda müziği, biraz solo çalışmalarım olanaklar elverdiğince gitmekte, işimin özeti bu. Plak yapma Londra’daki orkestraların can damarı. Plaksız yaşanmaz... Yılda orkestra ile 20-30 oranında plak yapılır. Burada birlikte çalıştığım dörtlüyle son yaptığımız plak İdil Biret’in de katıldığı C. Franck beşli ve Mahler piyanolu dörtlü...


     Alp Gültekin: - Şimdiye değin hangi orkestralarda görev aldınız, en çok hangisinden memnun kaldınız?
     Ruşen Güneş: - Kendi görüp anladığıma göre “orkestra” denen nesne her yerde aynı. Birçok değişik karakterli insanın bir araya gelmesi ve güzel sesler çıkartmaya çalışması. Londra’daki irili ufaklı tüm orkestralarda çaldım. Çoğunda da küme başlığı (grup şefliği) yaptım. En sevdiğim, beğendiğim diye bir şey yok ta bazı günler insan orkestrada çalmak ister, bazen istemez. Bu şefe bağlı, yanında çalan adama bağlı, para durumuna bağlı...


     Alp Gültekin: - Karşılaştığınız güçlükler de mutlaka çoktur.
     Ruşen Güneş: - Bugüne dek karşılaştığım en büyük güçlük viyola çalmak. Onun dışında geri kalani yaşamın kendine özgü güçlükleri... Almanya’da daha çok önem veriliyor sanatçıya. Hemen profesör deniliveriyor. İngiltere’de bizim tür sanatçılar müzik işçisi oluyor. Burada popla uğraşan müzikçiler çok el üstünde...


     Alp Gültekin: - Pekiyi, devlet orkestraları ne gibi bir tutumda? Özel orkestralarla ne gibi farkları var?
     Ruşen Güneş: - Devlet orkestralarının verdiği para daha az. Özel orkestra ise açık bir dükkan, her an ekstra bir şey çıkar. Daha çok kazanma olasılığı var. Kısaca kazanç özelde daha iyi...


     Alp Gültekin: - Bunca yıllık orkestra deneyiminiz var, en çok hangi solist ve şefleri beğendiğinizi öğrenebilir miyim? Özellikle yenilerden var mı?
     Ruşen Güneş: - Klaus Tensdett adında bir şef var. Büyük adam. Çok şanslıyız. Gelecek yıl bizim orkestranın şefi... Solistse, pek kimse gelmiyor aklıma yenilerden. Genellikle genç nesil çok forte ve herkesten hızlı çalmak isteğinde. Gene solist deyince eskilere gidiyor ve Pierre Fournier diyorum.


     Alp Gültekin: - Önceki yıl Pierre Fournier ile bir de konseriniz olmuştu, değil mi? Ayrıca bu konserin diğer bir özelliği de yine Fournier gibi önemli ve ünlü bir viyolonselci olan Rostropovich’in orkestrayı yönetmesiydi sanırım.
     Ruşen Güneş: - Evet, Rostropovich’in yönettiği, Fournier’nin viyolonsel solosunu ve benim viyola sololarını çaldığım eser “Don Kişot” idi, Richard Strauss’un... En sevdiğim çalgıdır viyolonsel. Gerçekten iki büyük viyolonselcinin işbirliği yaptığı bir konserde benim de sesimin duyulması ile çok mutlu oldum.


     Alp Gültekin: - Türkiye’de bir daha ne zaman konser verebileceksiniz?
     Ruşen Güneş: - Her zaman gelip konser verme isteği içindeyim; ancak olanaklar ve zaman bulma hep sorun.


     Alp Gültekin: - En son konserinizde Ahmed Adnan Saygun’un “Viyola Konçertosu”nu seslendirmiştiniz ve bu konçertonun ilk kez çalınışıydı. Neler hissettiniz?
     Ruşen Güneş: - Benim için kocaman bir yaşam tecrübesi oldu onu çalmak, mutluluk verici.


     Alp Gültekin: - Bir değil, bir çok anı vardır mutlaka; anlatabilir misiniz?
     Ruşen Güneş: - Anı... Hiç unutamayacağım, unutamadığım anı “Ankara Devlet Konservatuvarı”nda geçen o sevgi dolu dokuz yıldır. “Her şeyi paylaşırdık!”

     Dedi ve söyleşimizi burada noktalamış olduk. Bilmem biraz olsun O’nu tanıtabidim mi? Benim de kendisiyle ilgili bir anım var; onu da anlatmadan geçemeyeceğim:


     1979 yılında Almanya’da düzenlenmekte olan “Uluslararası Weikersheim Oda Müziği” kurslarına katılmıştım. Oraya çeşitli ülkelerden öğrenciler geldiği gibi eğitimciler de gelmekteydi... Yeni dostlar edinip, birlikte müzik yapmaya çalışmaktı amaç. Orada Avrupa ve Amerika’da gerçekten iyi bir yer edinmiş olan iki öğretmenim oldu. R. Moog ve A. Arrat... Onlarla bir söyleşi sırasında kendilerine tek tek solistlerimizi soruyor, tanıyıp tanımadıklarını öğrenmek istiyordum. Bu sorgumun başlarında tüm çabalarımın boşa gittiği kanısına varmak üzereydim ki A. Arrat birden atıldı ve elimi tuttu. Beni susturmuştu. Heyecanla “Roşan Gunaş?” dediğini duydum. Anladım ki Ruşen Güneş’i soruyordu ve sesinde de soru şeklinde “Sen bana asıl O’ndan haber ver. Sen, O’nu tanıyor musun?” ifadesi vardı.




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5751170
Online Ziyaretçi Sayısı:11
Bugünlük Ziyaret :590

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.