08.06.2014 / Ünal Algın - Tarih Dikiz Aynası Gibidir (TÜSAK Belasının Analizi ve Çözümü)


    
Tarih dikiz aynası gibidir. Dikkatle takip edilmezse, çok vahim sonuçlar ortaya çıkabilir. (TÜSAK belasının analizi ve çözümü)

     Değerli katılımcılara saygılarımı sunuyorum. Birleşme davetini yaparak buluşmayı organize eden Sayın İnci Özdil’e ve ev sahibi kurumumuz, her anlamda desteğimiz olan “Türkiye Barolar Birliği”ne ve başkanı Sayın Metin Feyzioğlu’na minnettarlığımı bildirmeyi görev sayıyorum.

     Ulu Önder Atatürk, öğretmenlere yaptığı hitabında “Fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür nesiller yetiştirmelerini öğütleyerek, bu görev bilinci içinde hareket etmeleri halinde ülke kalkınmasına ve insanlığa daha iyi hizmet edecekleri mesajını vermiştir.” Ve bu sözlerle en genel hedefimiz, üstün bir dille ifade edilmiştir. Bu ülkü doğrultusunda atılan adımların, zamanın koşulları göz önünde bulundurulursa, hayretler uyandırıcı boyutlarda olduğu tarihi bir saptamadır. Genç “Cumhuriyet”imiz, bu doğrultuda yüksek bir ivme ile ilerlerken, tarihimizin en parlak toplumsal projeleri olan “Köy Enstitüleri” ve “Halk Evleri” kurulmuştur. “Cumhuriyet”imizin kurucuları, toplumsal gelişmeyi tüm öğeleriyle bir bütün olarak görmüş, sosyal ve kültürel alanlarda ürettikleri dev projelerin tümünü birlikte yürürlüğe koymuşlardır. Yine ilk uygulamalardan biri olarak “bir temsil akademisi yapısında” “Musiki Muallim Mektebi” açılmış (ki bu okul “Cumhuriyet” dönemimizin hemen başında açılan “ilk” okul ünvanını taşır) bugünkü “Devlet Konservatuvarları”nın ve “Sanat Kurumları”mızın (Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi, CSO ve Devlet Senfoni Orkestraları) var olma nedenidir!

     Bu aydınlanmanın doğrultusunda olarak, onun en yaşamsal önemlerinden bir olan “laikliği” kabul etmiş ve eğitimde olanca titizlikle uygulamışlardır.“Laik eğitim”, Türkiye’de aydınlanmanın bir zaferidir. Bütün bu işler yapılırken, bir yandan da savaş yangınları söndürülmeye çalışılmaktadır. Bu koşullarda dahi, “önce karnımız doysun, kültür ve sanatı daha sonra düşünürüz” gibi bir yanlışa düşmedikleri içindir ki; tarih hangi eller tarafından yazılırsa yazılsın, “Cumhuriyet”imizin kurucularını altın harflerle kaydedecektir. Dünyadaki gelişmiş demokrasilerin tümünde sanat kurumları özerklik anlayışıyla yönetilirler. Yalnız, ülkeler arasında, bu ülkelerin ekonomik, sosyal koşullarına, sanatsal geleneklerine bağlı olarak, bir takım uygulama farklılıkları söz konusudur. Bazen aynı ülkedeki farklı sanat kurumları arasında da değişik uygulamalara rastlanır. Ancak, temeldeki ortak anlayış, budur. Sanatsal yaratı, onu üretecek olan sanatçının özgürce düşünebilmesine, özgürce çalışabilmesine bağlıdır. İşte bu temel koşul, sanat kurumlarının yapılanma modellerinin referansı olmalıdır. Sanat kurumlarının başarısı sanatçının işlevini besleyecek olan özgür ortama bağlıdır. Demokratik anlamda gelişmiş ülkelerden örnek alabileceğimiz ana model işte budur. Devletin sanat kurumları, var olan kuruluş ve teşkilat yasalarına sahip olma ayrıcalığını bugüne kadar değerlendirememiştir. Söz konusu yasalar yürürlüğe girdiğinden beri bunca yıl geçmesine karşın, göreve gelen yöneticiler bu temel soruna eğilmedi. Kurumlarımız sürekli bir ileri, bir geri giderek yerinde saymaktan öteye geçemedi. Ve artık günümüzde atalete, hantallığa ve verimsizliğe mahkum durumda gözükmektedir.

     Bilindiği gibi tiyatro, opera ve bale, çok boyutlu ve disiplinler arası sanatlardır. Her iki disiplinde de sahnelenen eserlerde sanatçıları, teknik elemanları, atölyeleri ve diğer görevlileriyle 250-300 dolayında kişi görev almaktadır. Söz konusu prodüksiyonların olabildiğince eşgüdümlü ve verimlilik esaslarına göre çağdaş yöntemler ışığında yeniden organize edilmesi gerekmektedir. Bu durum söz konusu sanatların artık ivedilikle kurumsallaşması gerekliliğini ortaya koymaktadır. Kurumsallaşma aşamasında sanatsal, mali, idari ve hukuki yapılar arasındaki eşgüdümün önemi açıktır. Söz konusu düzenleme ve eşgüdümün işlerliği ve uygulanabilirliği olan bir organigram (yönetim şeması) ve bunun dayanacağı bir yasal düzenleme ile gerçekleşebileceği de açıktır.

     Bu gerçekler yeterince bariz olarak ortadayken, yöneticiler bugüne değin aşağıdaki nedenlerden dolayı alınması gereken önlemleri hayata geçirmekte ilkesiz ve yetersiz kalmışlardır:

     1. Bilgi ve donanım eksikliği ya da kurumsallaşmanın öneminin yeterince bilincinde olmamaları.

     2. Mesleki, yönetsel ve hukuki birikimi eksik olan, önderlik vasıflarını yeterince haiz olmayan kişiler, siyasi tercih ve manipülasyonlarla bu vb. görevlere getirilmişlerdir.

     3. Kendilerinin kurum çalışanları nezdinde yeterli güveni sağlayamamaları da ayrı bir kayıptır.

     4. Genel Müdürlük hizmetlerinin yerine getirilmesi sürekli olarak merkeziyetçi bir pencereden algılanarak, hizmet akışı, görev ve sorumlulukların paylaşımı açısından sürekli malul kalan bir varoluş sorunuyla bocalanmış, üstelik hizmette süreklilik anlayışı da göz ardı edilerek, günü kurtarma, yakın-sırdaş çevrelerle itibar zedeleyici ilişkiler sürdürülmüş, benden sonra tufan bilinçsizliğine tutsak olmuşlardır. Böylece giderek toplu üretim, başarı ve paylaşım yerine kısırlaşma baş göstermiş, bireysel çıkar ve kendini reklam etme dürtüsü her zaman ön plana çıkmıştır.

     5. “Bu işi en iyi biz biliriz” söylem ve iddiası, geçmiş idarecilerin tavrına egemen olmuş, hizmet ettikleri dönemlerdeki deneyim ve çalışmalarını hiç kimseyle paylaşmayarak haleflerine aktarmadıkları içindir ki, görev dönemleri sona erdiğinde her konu ve alanda bütün işlere sil baştan başlanmak zorunda kalınmıştır.

     İşte bu temel nedenlerden dolayıdır ki, çok önemsediğimiz kurumsallaşma bir türlü gerçekleşememektedir. Sanat kurumlarımızın şu an içinde bulunduğu durum temel bir yanlış üzerine oturmaktadır. “Devlet Konservatuvarı”, “Devlet Operası”, “Devlet Tiyatrosu” kavramı, devletin konservatuvarı, devletin tiyatrosu, devletin operası şeklinde anlaşılmaktadır. Çok acıdır ki bu yanlış anlayış, ne ölçüde etkili olursa, bu kurumlarda sanat yapmak ta o ölçüde zorlaşır, giderek imkansızlaşır.

     Kurumlarımızda son 20 yılda yaşananlar, bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. Son gelinen aşamada ise, şimdi karşımızda bir “TÜSAK” belası var! Mücadele sahasının tanımlanması hakkındaki bir görüşümü özetle dile getirmek istiyorum:

     1. “TÜSAK” yasa tasarısı, yeni ve özgün değil, yani bu hükümete ait değil: Daha önce Turgut Özal tarafından dile getirildi.

     2. "TÜSAK" yerli bir proje de değil: Sanat kurumlarının ödeneklerinin kısılması / bu yolla kapanmaya terk edilmesi / özelleştirilmesi veya kapatılması, kapitalist ekonomiye dahil olan ülkelerde yıllardır sürüyor. Özellikle İngiltere ve ABD’de çok önemli ve köklü orkestralar, bale ve opera kurumları hatta sanat eğitimi kurumları bu şekilde kapandı, tarihe gömüldü. "Kıta Avrupası"nın birçok sanat ve sanat eğitimi kurumu saat ücreti ile çalışan veya menajerlerin listesinde sıra bekleyen icra sanatçılarıyla dolu.

     3. 1980, sadece ülkemizdeki bir askeri darbenin tarihi değildir; aynı zamanda kapitalist sistemin seri halindeki büyük küresel krizlerinin başlangıç tarihidir. Küreselleşme ideolojisi ve en çok "IMF" kanalıyla dayatılarak yayılan "neo-liberal" (!) çalışma yasaları, 80 krizinin hemen ardından ortaya çıkmıştır. Bilimsel kaynaklar araştırıldığında, küreselleşmenin temel ideolojik kaynağının "Dünya Bankası" olduğu görülmektedir.

     4. Bu noktada, ülkemizin geçmişinde ilginç bazı tesadüflerin olduğu da hatırlanabilir: Örneğin 1999’da imzalanan, kısa adı “GATS” olan uluslararası anlaşmada, yer altı ve yer üstü kaynaklarımızın, ayrıca sağlık ve eğitim sistemlerimizin özelleştirilmesi, yabancı sermayeye açılması taahhüt altına alınmış ve ağır yaptırımlara bağlanmıştır. Anlaşmayı imzalayan “Ekonomi Bakanı”nın bir önceki görev yeri “Dünya Bankası”dır. Bundan kısa süre sonra hükümetin içeriden yıkılmasında birincil rol oynayan ve partiyi de böldükten sonra ülkeyi terk eden bu bakan, giderayak “içinin rahat olduğunu, yeni hükümetin de aynı programı uygulayacağını”ifade etmiştir. Bu kişiyi hükümete alması için Ecevit’i ikna eden başka bir sol partinin başkanı ise, aynı zamanda şimdiki başbakanı hapisten çıkararak hükümetin başına gelmesini sağlayan kişidir. İlginç tesadüfler serisine bakınız ki, uzun yıllar sonra bu iki kişinin “Cumhurbaşkanlığı” listelerinde adlarının geçtiği görülmektedir.

     Uzun sözün kısası, muhalefetteki partilerimizin “TÜSAK”ı engellemek için hiçbir faaliyet içinde olmayışı, dikkatle izlenmesi gereken bir tutumdur. “TÜSAK” ve genel olarak küreselleşme yasaları, bu hükümetle başlamamıştır ve bu hükümetle bitmeyebilir. Mücadele sahasının hem alanla sınırlı, hem de ülkemizle sınırlı olmadığı anlaşıldığından, bütün siyasi partilere karşı dikkatli olunması gerektiğini ve olabilecek en geniş muhalefet ittifakının gelecekte sağlanması için fikren hazırlıklı olmamız gerektiğini düşünüyorum. Sanatçılar ve sanat üreten kurumlar tam bağımsız ve özgür olmalıdırlar. Sanat kurumları siyasi iktidarların etkilerinden tümüyle arındırılmalı, bu kurumlarda sanatın kendi dinamikleri ve kendi gelenekleri egemen olmalıdır.

     Yaşasın Türkiye Sanatçılar Birliği..

     http://www.ilk-kursun.com sitesinden alınmıştır. - Sanatçı Birliği Kurultayı, 6 Haziran 2014 
(Ünal Algın, Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü Emekli Orkestra Sanatçısı)




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5767017
Online Ziyaretçi Sayısı:15
Bugünlük Ziyaret :1467

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.