Hikmet Şimşek'in Konuşması
Sevgili Hocam, Sayın Valimiz, Belediye Başkanımız, aziz misafirler ve meslektaşlarım;
Yaşantımın en mutlu anlarından birini şu anda idrak etmekteyim. Adnan Saygun hocamızın sanatsal ve kişisel varlığını ne bir konuşmaya, hatta ne de bir seminere sığdırmak olanağı yok. Ben, naçiz birkaç kelimeyle bu konudaki izlenimlerimi sizlere aktarmaya çalışacağım. Ama izin verirseniz, bundan önce, ufak bir giriş yapmak istiyorum.
Yurdumuzda ne yazık ki olaylar, prensiplerle değil, kişilerin gayretleriyle yürütülmektedir. Seminerin yapılmasında çok büyük emeği geçen bir arkadaşımız var. Bu gibiler isimsiz kahramanlardır. Emeklerini ortaya koyarlar, kendileri geri planda kalırlar. "İzmir Devlet Senfoni Orkestrası" Müdürümüz güzel sözlerle teşekkürlerini bildirdi, çok isabetliydi bütün teşekkürler. Ben semineri gerçeklestiren kişiye, orkestramız üyesi Tuğrul Göğüş'e ayrıca teşekkür etmekle önemli bir görevi yerine getiriyorum. Çünkü, bu olay Türkiye'de müzik sanatçılarımız için yeni bir değerlendirmenin başlangıcı olması itibariyle de tarihi nitelik kazanmaktadır.
Dış ülkelerde şu sözleri işittiğim vakit, daima acı duyardım gençliğimin ilk yıllarında... Ege Bölgesi antik çağlarda bütün dünyanın en önemli kültür ve sanat merkeziydi. Aynı zamanda bilim merkezi... Ne yazık ki Türkler Ege'ye hakim olduktan sonra, hiçbir kültür ve sanat ürünü filizlenmemiştir. Bunda çok büyük bir gerçek payı vardır; Cumhuriyet'in bundan 15-20 yıl öncesine kadar olan zamanında İzmir Bölgesi, yalnız bir ticaret alanı olarak düşünülmüş ve kültür varlıklarından, sanat varlıklarından uzak tutulmuştu. Devlet Tiyatrosu'nun açılması ilk hamle oldu, ama, uluslararası bir dil olan müzik sanatı tamamen ihmal edilmişti. Gene bir isimsiz kahraman çıktı ortaya: Orhan Barlas adındaki müzikçi arkadaşımız akıl almaz çabalarla hiç yoktan "İzmir Devlet Konservatuvarı"nı kurdu. Konservatuvar elbette ki yetmezdi. Konservatuvarların gayeleri müzik yapacak kişileri yetiştirmek, orkestralar, operalar, balelerin kurulmasına olanak sağlamaktır. Orhan Barlas eksikliği biraz olsun tamamlamak üzere amatörlerden, birkaç konservatuvar öğretmeninden ve öğrencilerden bir orkestra da oluşturdu. Tarih söyleyemeyeceğim, çünkü zaman önemli değil burada, ilkeler önemli ve nereden nereye geldiğimizin çizgisini belirtmek istiyorum. Belediye "Orkestra"ya Fuar'da bir barakayı çalışma yeri olarak verdi ve ellibin liralık bir yardım vaad etti. Ne yazık ki aynı makam şehrin temizliğine verdiği paranın binde birini olsun ruh temizliğine, ruh gelişmesine vermediği için, o orkestra dağılıp gitti. Sonra, birkaç idealist kişi çıktı ve "İzmir Devlet Senfoni Orkestrası" kuruldu. Şimdi İzmir Devlet Senfoni Orkestramız seksene yaklaşan kadrosuyla gerçekten öğüneceğimiz bir düzeye gelmiş bulunmaktadır. İzmir Devlet Senfoni Orkestrası'nın kurulmasında şu üç ana ilke vardır: Birincisi, kenti bir senfoni orkestrasına kavuşturmak; ikincisi, öğretmensizlik yüzünden neredeyse kapanmak üzere bulunan "İzmir Devlet Konservatuvarı"na öğretim üyesi sağlamak; üçüncüsü de, ileride kurulacak "İzmir Devlet Opera ve Balesi"nin orkestra ihtiyacını gidermek. İzmir Devlet Senfoni Orkestrası, bu üç görevini de yerine getirdi. Çok kısa bir süre önce kurulan İzmir Devlet Opera ve Balesi de kısa bir sürede, iyi bir düzeye gelmiş bulunmaktadır. Bu şekilde, yıllarca ihmal edilmiş olan İzmir kentimiz, çağdaş müzik kurumlarının hemen hepsine kavuşturulmuş bulunuyor. İlk günlerdeki konserlerde neredeyse zorla, ricayla çağırırdık dostlarımızı 200 kişilik salonumuzu doldurmak için... Bugün izlediğiniz üzere, biletler kısa sürede tükenmekte, müzikseverler salonlara sığmamaktadır. Ancak, bütün bunlar bir ulusun ulusal sanat varlığının, ulusal müzik varlığının kesin simgesi olmazlar. İcracılık ulusal değildir. Yani, bakarsınız bir Türk eserini bir Macar solist çok daha iyi çalabilir; İsveç eserini de Amerikalı orkestra ya da opera çok daha iyi seslendirebilir. Ulusların sanat varlıklarının simgesi onların yaratıcı sanatçılarıdır. Edipleri, şairleri, ressamları, heykeltraşları, bestecileri vb... Ülkenin tarihinden süzülüp gelmiş varlıkları kişiliğinde özümseyerek, o ülke halkının acı-tatlı hatıralarını ruhunda süzerek eser yaratan sanatçısından doğabilir gerçek ulusal sanat. Haendel 30 küsur yıl İngiltere'de yaşadı, ama yazdığı Alman müziğiydi. Lully bütün yaşantısını Fransa sarayında geçirdi, ama kendi ülkesinin müzik dilini geliştirdi.
Kişiler vardır, doğdukları kentle onurlanırlar; kentler vardır, orada doğan büyük insanları ile onur kazanırlar. Adnan Saygun da bunlardan biridir. İzmir'in bu büyük evladına sahip çıkması bu onura daha çok hak kazandıracaktır.
Burada bir parantez açarak önemli bir konuya değinmek isterim. Müzik sanatının icrası için büyük mekanlara gereksinim vardır, konser ve opera binaları gibi... Bu gereksinmenin karşılanması için çeyrek yüzyıl önce Konak'ta bir binaya başlandı. Yapı yıllar yılı "Opera'da Hayalet" filmine nazire olurcasına bir opera iskeleti olarak kaldı ve sonunda yıkıldı, gitti...Yeni bir kültür merkezinin müjdesini duyduk ama binanın açılışını görmeden inanamayacağız. Asıl önemlisi binanın nasıl yapılacağı... Şu anda içinde bulunduğumuz salonun trajikomik hikayesini düşündükçe tüylerim ürperiyor. Yapı bitmek üzereyken ilgili bir dostum bana gezdirerek iftiharla şöyle dedi:
"Projeyi yapan mimarımız dünyada ilk uygulanan bir buluş yaptı. İki adet sekizyüz kişilik salonu inip kalkan bir demir perde ayırıyor. Bu şekilde gerekince tek salonda 1.600 kişiye yer sağlayabileceğiz." Bunun üzerine şöyle dedim:
"Dünyanın en komik olayı olacak. Zira böyle bir sahnede ancak cephesi olmayan boks ve güreş maçları yapılabilir."
Bunun üzerine iki salon ayrıldı, ama hem milyonlarca lira boşa gitti, hem de hazır elde varken 1.600 kişilik bir salon potansiyeli kayboldu. Bu örnek ne yazık ki tek örnek değil sanat kurumlarında. Eski "Ankara Konservatuvarı"na bir ek bina yapıldığı zaman çalışma odaları unutulmuştu. Yenisinde ise koridorların alanı binanın üçte birine yakın bölümünü kaplamaktadır. Bunların nedeni şu atasözümüzde somutlaşmaktadır: "Türkiye'de çoğu zaman yetkililer bilgisiz, bilgililer de yetkisizdir."
Umud edilir ki, tasarlanan Kültür Merkezi bu gibi sakatlıklara uğramasın.
Saygun'un 80. yıldönümünde ilk kez bir müzikçi için yapılan bir seminerde O'nun karşısında bazı dertleri dile getirmeyi görev sayıyorum. Zira Saygun yalnız besteci olarak değil, gerçek bir müzik aydını, gerçek bir Atatürk devrimcisi olarak ta yurdumuzun birçok sanat davasında savaşlar vermiştir. "İzmir Devlet Senfoni Orkestrası" ile O'nun 70. yaşını kutlarken 80. yaşını kutlamak için sözleşmiştik. Bu sözü tutarken, 90. yaşı için sözleşiyoruz. İzmir Merkez İlçe Belediyesi de bu büyük evladına sahip çıkıp doğduğu sokağa adını vererek büyük kadirşinaslık gösterdi. Umarım ki bu hareket 10 yıl öncesinin akıbetine uğramaz. O zaman doğduğu eve bir plaket çakılmıştı. Ama ev yıkıldı ve yalnız plaket bir komşu hanımın dikkati sayesinde kurtuldu.
Kıvancım, başka ülkelerin büyüklerine gösterdikleri ilgi yanında acılaşıyor. Buna ait yazdığım iki olayı söylemek istiyorum: Çağımızın büyük bestecisi Carl Orff'un 70., büyük orkestra şefi Karl Böhm'ün 80. yıldönümü törenlerinde bulunmuştum. Her ikisine de devlet töreni yapılmış, yer yerinden oynamıştı. Bizim şu andaki tesellimiz şudur: İnşallah mütevazi Saygun Sokağı bir gün bulvarlara, meydanlara dönüşür; Saygun Meydanında, Erkin Bulvarında oturanlar büyük onur duyarlar.
Programda çok güzel bildiri konuları var. Saygun hocamızın çeşitli yönlerini, değerli arkadaşlarım eminim ki en güzel şekilde ortaya sereceklerdir. Ben izninizle, orkestra şefi olarak Adnan Saygun'un orkestral eserleri hakkında bazı şeyler söylemek istiyorum. Saygun'un yaratıcılık evresi iki ana bölüme ayrılabilir: İlki Paris'te öğrencilik zamanlarından başlayarak "Kerem Operası" ve "Yunus Emre Oratoryosu"nda damgalanır. Burada, Adnan Saygun, kendini aramaktadır ve bu arama içinde benliğini, varlığını Anadolu'nun, Türk halkının içine adeta bir hortum gibi sokmuş ve oradan özümsediklerini çağdaş bir dille stilize ederek müziğine aktarmıştır. Saygun'u Anadolu'suz, Türkiye'siz düşünmeye olanak yok. Bir anımı anlatayım izninizle: 1970 yılında Amerika'da olduğum zaman "Los Angeles Üniversitesi Müzik Bölümü Başkanı" şunu söylemişti: "Saygun'u devamlı hoca olarak çok istedik, ama yurdundan kopamayacağını belirttiği için gelmedi. Bizim adımıza rica edin, hiç olmazsa misafir hoca olarak gelsin"... Bu arada, Saygun'un öğrencisi olarak bir noktayı daha vurgulamayı mutlaka zorunlu görüyorum. Dış ülkelerde, çeşitli konservatuvarların kompozisyon bölümlerinin derslerine girdim. Tevazuunu rencide etmemek için büyük kelimeler söylemek istemiyorum, O'nun hocalığı, O'nun bilgisi, kültürü ayarında az hoca görebildim bütün dünyada...
Saygun'un ikinci yaratma evresi 1. Senfoniyle filizlenir, kuvartetleriyle -özellikle ikinci kuvartetiyle- ve ikinci senfonisiyle şekillenerek "Atatürk Destanı", 5. Senfonisi ve bu hafta konserde izleyeceğimiz şarkılarıyla yeni bir hüviyet alır. Burada Saygun daha içine kapanmıştır, müzikle kucaklaşmış ve tümleşmiştir. Tıpkı Beethoven'in son kuvartetlerinde olduğu gibi. Bu eserlerin anlaşılması kolay değildir. Ama bir kere anlamına erdikten sonra, o zaman müziğin özünü tatmış, kavramış oluruz. Ben, orkestra şefi olarak Saygun'un eserlerini yurt içinde, yurt dışında, iyi tesadüflerin yardımıyla diyeyim, sayıca en çok değerlendirmiş orkestra şefi olmanın şerefini ve kıvancını meslek yaşantımın en önemli varlıklarından biri addediyorum. Ama ne yazık ki kendi yurdumda dışarıda olduğu kadar fazla çaldıramıyorum Saygun'u... Bu meslek yaşantımda son derece üzüntülü bir olaydır. Bu olay, yalnız Saygun için değil, bütün Türk bestecilerinin de acı kaderidir. Saygun'u çaldırdığım her ülkede olağanüstü tepkilerin, olağanüstü etkilerin meydana gelmesi beni O'nun müziğine elbette ki çok daha fazla bağlamıştır, değerlendirmede büyük faktör olmuştur. Çünkü, ben bir Türk'üm ve O'nun öğrencisiyim. Hangi ülkede çaldırırsam çaldırayım, orkestrası olsun, dinleyicisi olsun, özellikle yöneticileri tarafından olsun, hiç bir kelimeyle ifade edemeyeceğim büyük sözlerle vasıflandırılmıştır.
Bu arada acı bir olayı da söylemek istiyorum: Ne yazık ki, Türkiye, bütünüyle inanılmaz derecedeki büyük bir varlık olan sanat birikimlerini değerlendirememektedir. Ne yurt içinde, ne yurt dışında yeterli derecede değerlendirememektedir. Müzik varlığımız bakımından Türkiye, batı ile doğu arasında, Japonya'ya kadar en ileri ülkedir. Evvelki seneye kadar bunu bu şekilde söylüyordum, evvelki sene gördüm ki, Kore, bizi geçmis. Bu da şunu ispat ediyor; Kore bugün teknolojisiyle olsun, ticaretiyle olsun, bilimiyle de olsun, Japonya'nın en büyük rakibi. Bütün bunlar bilim, teknoloji, sanat ve kültürün beraber yürüdüğünün, beraber geliştiğinin en büyük kanıtıdır.
Varlıklarımızı değerlendiremiyoruz, demiştim. Saygun'un Türk halkıyla özdeşleşmiş en büyük eseri, en derin eseri "Yunus Emre Oratoryosu"dur. Kırk seneyi aştı bu oratoryonun ilk icrası, ne yazık ki elde henüz bir stüdyo bandı dahi yok... Onbir yıl uğraştım eserin plağını yapıp bütün dünyaya tanıtmak için. Çünkü, bu eser yalnız yüksek müzik varlığı ile değil, Yunus Emre'nin şiiriyle de eski çağ kültürümüzle yeni çağ müzik varlığımızın eşsiz bir sentezidir. XIV. yy.'da garip bir Yunus Emre çıkıyor ve çağdaşı olan Mevlana'dan çok daha özlü, çok daha insani bir şekilde, öztürkçeyle, bütün insanların, dinlerin, inançların aynı olduğunu haykırıyor. O çağda bugün uygar dediğimiz ve bizi hala daha uygarlık sınıfına sokmak istemeyen Avrupa ise en ufak inanç aykırılığına tahammül edemeyerek, insanları çarmıha geriyor, ateşlerde yakıyordu.
Tam onbir yıl oratoryonun plağını Türkiye'de Türkçe olarak yapmak üzere uğraş verdim. İlgili makamlarla yazışmamın toplamı ikiyüz sayfaya yaklaşmaktadır. Ama ne yazık ki, üzerine eğilip te başaramadığım en büyük iş bu oldu. Yurdumdan umudumu kesince dışarıya yöneldim ve çok kısa zamanda sonuç aldım. İki ay önce Macaristan'da başladığım plak yakında çıkacak. Ayrıca bir TV yapımı için de uğraşıyorum.
Bant alımı sırasındaki bir olayı ileterek sözlerime son veriyorum.
Son parça olan "Sensin rahim, Sensin kerim" koralini söyledikten sonra yaşlı gözlerimi silmek istediğimde gördüm ki, bütün orkestra ve korodan başka teknik elemanların da gözleri yaşarmıştı. Yunus Emre Oratoryosu'nun bestelenişinden yarım yüzyıla yakın bir zaman sonra da olsa "İzmir Festivali"nin açılışında seslendirilmesi ayrı anlamlar katacaktır.
Hepinize saygılarımı ve iyi dileklerimi sunarım.
_____________________________________________________________________
Seminerin yapıldığı "Ahmed Adnan Saygun Haftası"nın Cuma ve Cumartesi dinletilerinde Sayın Hikmet Şimşek "İzmir Devlet Senfoni Orkestrası"nın yönetkeniydi.