Fehamettin Özgüç'ün Bildirisi
Ahmed Adnan Saygun
Saygun dendiğinde akla önce babası Celal Bey ve sonra da İsmail Zühtü geliyor. Kısaca bunlardan da söz etmeyi gerekli sayıyorum. Celal Bey, gerçekten Hoca! Medresede okumuş, icazetname almış, daha sonra da öğretmen okulu sınavlarını vermiş. Medresede en çok matematiğe ilgi duyarmış. Bence O'nun bilime, doğruya yönelmesinde en büyük etken bu olm uştur. Bir gün medresedeki bir hoca derse girdiğinde tahtada önceden kalan artı, eksi gibi işaretleri görüyor ve "Bu istavrozları niçin buraya koyuyorsunuz?" diye söylenince Celal'in "Biz istavrozu zait (artı) zannediyorduk, siz zaiti istavroz yaptınız!" yanıtı, bağnazlığa tepkisinin güzel bir anısıdır.
* * * * * * * * *
Celal Hoca, Konya'nın Doğanbey'inden İzmir'e gelmiş olan bir ailenin kızı Zeynep Seniha Hanım'la 1903'te evleniyor. O zaman Celal Bey otuzbir, Seniha Hanım da onaltı yaşında. Çiftin ikinci evlilik yıllarında kızları Nebile dünyaya geliyor. Nebile Hanım 1968'de İstanbul'da ölmüştür. Ve 1907'nin 7 Eylül'ünde de Adnan doğuyor. Celal Bey, eskiden beri Türk ailelerinde geleneklere göre babasının adı olan "Ahmed" adını koyuyor oğluna. Mehmed Celal Bey'in ailesi de Nevşehirli "Fişekçioğulları"ndan ve Mehmed'in de adı yine dedesinden geliyor. Celal Bey evlendiği sırada şimdiki "Mithatpaşa Sanat Lisesi" o zamanki "Islahhane" ve "İzmir Sanayi Mektebi"nde öğretmen. İlk iş olarak bir ev almışlar. 1. Karantina'da, Cerrah Mehmed Efendi Sokağı'nda 22 numara, şimdi Halil Rıfat Paşa dediğimiz semtte, o zamanlar böyle bir cadde adı yok ve ev köşe başındaki "İzmir Hamalbaşısı Konağı"nın bahçesinin girişindeki selamlık bölümü. Yani hamalbaşının akşamları dostlarını kabul ettiği, ağırladığı kırkiki metrekarelik, iki odalı küçük bir yer, sonra bir oda daha eklemişler. Ev halen 197. Sokak 2 numara olarak belirtiliyorsa da en son olarak oraya "Saygun Sokağı" adı verildi. Annesi 1925'te o evde ölmüş, kız kardeşi de evlenince bir süre orada oturmuş. Celal Bey, medreseden yetiştiği halde 1908 devrimi ile sarığını atan bir adam. Okumaya düşkün. İkiçeşmelik'teki bir kıraathanede kitaplık oluşturma çabaları ve sonra iki arkadaşı ile birlikte "İzmir Milli Kütüphanesi"nin kurulması çalışmaları ve her şeyiyle uğraşarak otuz yıldan çok bu kuruma verilen hizmet...
Ahmed Adnan'ın müzik eğitimi, müzikle ilk ilişkileri üzerine anımsadıkları: Kardeşine Selanikli Ahmed Bey'den ud dersleri aldırılıyor ve Adnan da O'na bakarak çalmayı deniyor, daha sonra derse Ziya Bey devam ediyor. Bunun yanında da daha çok küçük yaşta fransızca ve arapça derslerine başlatılıyorlar. O sıralarda Adnan'ın eline bir mandolin geçiyor, kendi kendine bir şeyler çıkarmayı deniyor. Daha ileriki yıllarda da kardeşine Maltalı Marius Demeck'ten keman dersi aldırıyorlar ve müzik iki kardeşin oynadığı bir oyun haline geliyor. Şimdi burada İsmail Zühtü'ye değinmek istiyorum. Kuşçuoğulları'ndan gelen İsmail Zühtü 1924'te öldüğüne göre oğlu Kemal, soyadı yasasına göre çok sonra almış bu soyadını. Buna göre O'nu yalnız İsmail Zühtü olarak anmamız gerekiyor. Bulgaristan'da doğan İsmail Zühtü, onüç yaşında "İzmir Sanayi Mektebi"ne giriyor. Yeteneği ve ilgisiyle özellikle Macar Tevfik Bey'in yardımlarını gören İsmail Zühtü, O'nun bulunduğu okullarda müzik öğretiyor. Daha 1900'lerde bugünkü doğumevinin yakınındaki "Memba-i Füyuzat"ta sarıklı hocaların yaptığı gına dersleri yerine gönüllü olarak iki yıl müzik dersi yapıyor, fakat velilerin bu "gavur!" işine karşı çıkmalarıyla ders kaldırılıyor. İsmail Bey, Celal Beylere ya komşu olmuş ya da yakınlarında oturmuş genellikle. "Sanayi Mektebi"nde müzik dersleri verir, bandoyu çalıştırır ve okulun karşısındaki bahçede akşam üzerleri küçük dinletiler verirmiş. İşte Ahmed Adnan'ın çoksesliliği duyuşu ilk kez orada, bazı ezgileri, parçaları hala unutamadığını söylüyor. Adnan, dört yaşında Karantina'da ilkokula gönderilmiş, orada bir yıl okuduktan sonra şimdiki "Dumlupınar İlkokulu"nun bulunduğu yerdeki "Nümune İdadisi" denen yedi yıllık "İttihat ve Terakki Sultanisi"ne gönderilmiş. Bu sıralardaki bir olayı belirtmemiz gerekiyor. Celal Bey bazı arkadaşları ile zaman zaman evinde toplanır, sohbet ederlermiş. Bir akşam, derslerine çalıştıktan sonra gecelik entarisini giyiyor ve yatıyor. 5-6 yaşlarında o zaman. Bir ara annesi gelip uyandırıyor ve babasının çağırdığını söylüyor. Korkmuş bir halde yanlarına gidiyor; "Gel bakalım. Nasılsın, iyi misin?" diye gönlünü aldıktan sonra İsmail Bey okuyacağı bir şarkıyı yinelemesini istiyor. Saygun'un aklında kaldığına göre şarkı şöyle:
Söylüyor bunu, okşuyorlar, aferinler yağıyor ve tekrar yatıyor. Aradan bir kaç gün geçtikten sonra okulun hademesi İsmail Bey'in gönderdiğini söyleyerek küçük bir paket getiriyor ve "bu küçük Adnan'ınmış" diyor. Paketi açtıklarında gördükleri tahtadan yapılmış çeşitli değerlerdeki nota şekilleri; İsmail Bey onları okulun marangozhanesinde yaptırmış, böylece notaları ilk kez tanıyor.
Ahmed Adnan'ı müziğe çekenin önce bando olduğunu belirtmiştim. Bundan başka okuldaki çalışmalar ve bir de Kordon'daki "Pasaport İskelesi"nden (o zamanki adı "Punta") Alsancak'a doğru giderken gazinolar varmış. Buralarda her akşam 4-5 kişiden, 13-14 kişiye kadar varan topluluklar müzik yaparlarmış, daha çok yabancıların gittikleri yerler... Adnan da babasıyla bir kaç kez oralara gitmiş; önce hafif parçalar çalarlar, sonra gece de, numaralarla belirtilen bir izlence üzerindeki yaratıları seslendirirlermiş, sözgelimi Haydn, Mozart, Beethoven gibi bağdarların üçülü, dördülü gibi... Saygun, orada çok değerli müzikçilerin bulunduğunu anımsıyor. Onların bazıları da okulda ders verirlermiş. Adnan, "İttihat ve Terakki Sultanisi"ne başladıktan kısa bir süre sonra İsmail Zühtü de oraya derse geliyor. Önce şarkılar falan öğretiyor, orta devreye geçtiklerinde de müzik derslerini üç kur halinde düzenlemeye başlıyor ve öğrencileri durumlarına göre de birinden diğerine geçiriyor. Birinci kümede basit nota, solfej ve şarkılar, ikincide bu geliştiriliyor ve artık üçüncüde de iki, üç bazan da dört sesli çalışmalar yaptırıyor (bu çoksesli solfej uygulamaları Saygun'un daha sonraki kitaplarında da önemle ele alınmıştır). İsmail Zühtü bütün bunlardan sonra da öğrencilerini yetenek, istek ve olanaklarına göre keman, piyano, viyolonsel gibi çeşitli çalgılara yöneltirmiş. "Ben piyanoya 12-13 yaşlarımda orada başladım" diyor Saygun. İsmail Zühtü onlar için öğretmenler sağlıyor, parasız dersler verdiriyor ve şaşırtıcı olanı beş-altı tane piyanonun bulunduğu, konservatuvar gibi bir durum. Bu ülkücü, heyecanlı adam, çok kez anlaşılamamanın, kendi isteklerini yerine getirememenin sıkıntısı içinde kırkyedi yaşında alkolden ölüyor. Kendisine rahmet diliyor ve saygıyla anıyoruz. "İttihat ve Terakki Sultanisi" 1919'da "Hilal Sultanisi" oluyorsa da müzik çalışmaları yine de sürüyor. Yunanlılar İzmir'e girdiklerinde bütün okulları kapatıp sadece birer kız ve erkek idadileri açıyorlar. "Hilal Sultanisi" kapatılıp "İzmir İdadisi" oluyor ve Adnan oniki yıllık eğitimini tamamlayarak 1922'de okulu bitiriyor. Ordumuz İzmir'e giriyor. Babasının dileği oğlunu İstanbul'a, üniversiteye göndermek, fakat direniyor Adnan, müzik dışında başka bir şey düşünmek istemiyor. Bunun üzerine Rosati'den piyano dersi alıyor, Macar Tevfik Bey'le çalışmalarını yine sürdürüyor. Bu arada babasının israrı ile çeşitli işler deniyor, çünkü o zaman müzik sağlam bir gelecek olarak görülmüyor. Eski okul arkadaşları ile bir araya gelerek müzik yapıyorlar, hatta adına "Musiki Yurdu" diyorlar. O sırada Hüseyin Saadettin Bey'in görevle İzmir'e geldiğini duyuyor. Hasan Ferid'in "Darüttalim-i Musiki" ile İzmir'e geldiğini, çok yetenekli olduğunu ve Sadettin Bey'in de kendisine armoni dersi verdiğini işitiyor. Aracı koyarak Sadettin Bey'le ilişki sağlıyor. Genelde ders verdiği öğrencilerden olumlu sonuç alamadığı için vazgeçerse "Hilal-i Ahmer"e bağışta bulunması koşuluyla kabul ediyor. Fakat çalışmalar bir türlü düzenli gitmiyor. Sadettin Bey'i bulmak mümkün değil, yapılan ders de hocanın hazırladığı bir uyum kitabından kopya çekmek, verilen bir kaç da ödev var, dört/altı uygularına kadar geliyorlar, dersi düzenli sürdüremediğinden anlaşma Sadettin Bey'ce bozulmuş oluyor, bunun üzerine anlaşma uyarınca "Hilal-i Ahmer"e bağışın Sadettin Bey'in kendisince yapılmasını söylüyor. Ahmed Adnan bu çok kısa ve verimsiz çalışmalardan ötürü Sadettin Bey'i (bir çok kaynakta yazıldığı gibi) öğretmeni saymıyor. Uyum dersi alma ve öğrenme çabasındaki Ahmed Adnan, piyano öğretmeni Macar Tevfik Bey'den rica ediyorsa da "armoni dersi ile uğraşamam" karşılığını alıyor, kendisinin de vaktiyle okuduğu Reicha'nın kitabını öneriyor, İstanbul'da arattırıyorsa da bulamıyor. Richter'in uyum ve karşıezgi kitabı geliyor. O'nu Türkçe'ye çeviriyor, içindeki ödevleri yapıyor, hatta bir arkadaşını da oradan çalıştırıyor ve Saygun'da daima karşılaştığımız, yoklukların ittiği kendi kendine öğrenme zorunluluğu ortaya çıkıyor.
Ahmed Adnan piyanoya önceleri okulda çalıştı. Celal Bey öğretmen maaşıyla nasıl alsın, Yunanlılar İzmir'i terk ettiklerinde bir piyanoyu yok pahasına satmak isteyenden "emval-i metruke", yani terk edilmiş mal diyerek çok ucuza verildiği halde almıyor ve sonra müzayededen yetmiş liraya bir Fransız piyanosu sağlıyorlar, bu piyanonun hala yeğeninin evinde olduğu sanılıyor. İlk bağdama denemelerini bu piyano üzerinde yapıyor, bir gün arkadaşlarına (bunlar Fikri, Salih ve Kenan) "bir şeyler yazdım, beni saran bir şey" diyor ve çalıyor, hoşlarına gidiyor; iki keman, dört keman, yalnız piyano için parçalar, piyano sonatı izliyor bu ilk çalışmayı. Bir süre Milli Kütüphane'de memur olarak çalıştığı sırada, Jadassohn'un uyum ve karşıezgi kitapları ile Wagner'in yaşamını ve kütüphaneye yeni gelmiş olan otuzbir ciltlik "La Grande Encyclopedie"deki bütün müzik maddelerini yılmadan Türkçe'ye çevirisi, öğrenmeye susamış, müziğe gönül vermiş bir insanın nasıl çalıştığını gösteren inanılması güç bir örnektir. Ne yazık ki bunlar yayınlanmamış, o yılların görüşlerini yansıtması açısından yayınlanması iyi olur kanısındayım. Ahmed Adnan 1924'te bir yandan da ilkokullarda müzik öğretmenliği yapmaya başlıyor. Bunlar "İstiklal" ve "Şehit Fethi Bey" ilkokulları... İsmail Zühtü'nün öğrettikleri yanında Ziya Gökalp, Mehmed Emin ve Bıçakçızade Hakkı Bey'in şiirleri üzerine, gereksinime göre okul şarkıları yazıyor. 1926'nın Eylül'ünde orta dereceli okullardaki öğretmenlik sınavı için Ankara'ya gidiyor. Sınav kurulu Ahmed Muhtar, Veli, Flütçü Kadri, Piyanist Sadri, İhsan Servet (Künçer) gibi kişilerden oluşuyor. Schubert'in la minör sonatını, kendi yazdığı sol majörden bir parçayı çalıyor, bir uyum görevi veriyorlar, bir ezgiye eşlik yazmasını istiyorlar, solfej yaptırıyorlar, değişik açkıları soruyorlar. "İzmir Lisesi"ne müzik öğretmeni oluyor ve bu görev 1928 yazına kadar sürüyor. Bir öğrencisinin sözleri üzerine yazdığı lise marşı o günlerin bir ürünüdür. Bu arada bir olay daha var belirtmemiz gereken: 1927 yılında "Bahriye Bandosu" şefi Sabri Bey'in verdiği bir Schubert senfonisinin partituru ile karşılaşması, yeni bir çalışma alanını öğretiyor ve açıyor. Aynı ikili orkestra düzenini alıyor ve lamba ışığında bir senfoni yazıyor. Daha ilk piyano parçalarında denediği modülasyonlar yanında, burada da kendiliğinden çizgisel ya da karşıezgisel yazıya yönelmesi ve benzetmelerle arayış içinde olması çok ilginçtir. 1928 Haziran'ında Avrupa'ya bağdama öğrenimi yapmak üzere devlet sınavı açılıyor, belki de bir arkadaşı kasıtlı olarak yanlış söylediğinden sabahki sınav saatini kaçırıyorsa da, sınav sürdüğünden öğledensonra alıyorlar. Sınav kurulunda Seyfeddin Asaf, Ahmed Muhtar, Ekrem Besim gibi kişiler var. Bir kaç aylık bir bekleyişten sonra sonuç duyuruluyor. O yaz Mahmud Ragıp'la tanışıyor ve uzun yıllar süren dostlukları başlıyor. Kendisine vaktiyle Schubert partiturunu veren kornocu Sabri Bey'in İstanbul'da Aynalıçesme'deki evinde karşılaşıyorlar. Tatile gelmiş o sırada Mahmud Ragıp Türkiye'ye... Paris'e gideceğini ve orada görüşme dileğini belirtiyor. Adnan, 1928 güzünde vapurla Marsilya'ya, oradan da Paris'e gidiyor. Yalnız, yine 1928'de müzik eğitimi öğrenimi için Berlin ve Prag'a gönderilen Nurullah Şevket ile Halil Bedii de var. Onların sınavları tamamen ayrı yapılmış ve birbirlerini ancak yurda döndükten sonra tanımışlar, yine yaşam boyu süren dostluklar kurmuşlar.
Ahmed Adnan'ın Paris'te ilk gittiği okul "Ecole Normale de Musique". Nadia Boulanger'in sınıfına giriyor. En baştan başlayan ve çok uzun süreceği anlaşılan yöntemi, zamanının kısalığına göre uygun görmüyor. Bir an önce bir şeyler öğrenmek istiyor. Mahmud Ragıp "Schola Cantorum"u öneriyor, Eugene Borrel ile uyum derslerini sürdürüyor. Borrel, Adnan'ın öğrendiklerini Alman yöntemi olarak görüyor, değişik yollar uyguluyor, yarışma sınavlarından ödevler veriyor. 1929'da Gretry için "Müzikbilim Derneği"ndeki anma dinletisinde sayılı bas çalıyor ve "Journale Débat"da da güzel bir eleştiri çıkıyor. Ahmed Adnan yaratılarına "opus" sayısı vermeye Paris'te başlamış. Paris'in müzikteki doğuşu olduğu söylenebilir. İşte, Op. 1 dediği "Divertimento"sunu 1930 yılı sonundaki bir yarışma için Paris'te yazmıştır. Yarışma 1931 yılında açılacak olan "Sömürgeler Sergisi" için10-12 yaratı seçmek amacıyla yapılıyor; sonra da dinletilerde seslendirilecek. Hazırladığı yaratıyı hocası Borrel'e gösteriyor ve O, adının "Divertissement" olmasını istiyor. Yarışmaya böyle gönderiliyorsa da Saygun "Divertimento" başlığında israr ediyor. Yaratıyı teslim ettikten sonra dönüş günü geliyor ve 1931 yılı başında Ankara'ya geliyor. "Musiki Muallim Mektebi"ne karşı ezgi ve kuram öğretmeni olarak atıyorlar. Fakat bir kaç ay sonra Paris'te evinde kaldığı kişi, gelen mektuplarını gönderiyor. Mektupların biri Cemal Reşid'in de öğretmeni olan Henri Defosse'dan: "Yaratınız kabul edildi, sizinle bazı özellikleri görüşmek istiyorum, soracağım bazı şeyler var!" içerikli... Diğeri ise Gabriele Pierne'den. Pierne ünlü bir bağdar, "Academie Beauxarts" üyesi, "Colonne Orkestrası"nın yönetkeni ve seçici kurulun da başkanı, yani çok önemli bir kişi. Pierne diyor ki: "Yaratınızı iyi buldum, başka yaratılarınızı da seslendirmek isterim. ...tarihinde verdiğim adrese gelin, yaratılarınızı da getirin, görüşelim." Fakat Ahmed Adnan Ankara'da. Tekrar Fransa'ya gitmek büyük masraf, o güne göre 250 lira gerekli, 250 liraya gidilip gelinecek! "İzmir Lisesi"nde birlikte çalıştıkları, okulunun da bağlı olduğu orta öğretim genel müdürüne başvuruyor, durumu anlatıyor, buna kendi gücünün yetmediğini belirtiyor, sonuçtan ümitli. Fakat aldığı yanıt: "Vallahi çok iyi, kutlarım. Ama bizim hiç paramız yok!" oluyor ve iş böylece kalıyor. Henri Defosse yaratıyı seslendiriyor, ama ne yazık ki bağdarı bu ilk büyük başarısını alkışlarla birlikte yaşıyamıyor. Yurda dönüşünden itibaren çok etkin olarak görüyoruz O'nu. Okuldaki derslerinin yanında sürekli bağdalar yapıyor. Uyum öğretmeni Ulvi Cemal'le birlikte derslerinde öğrencilerin yazdıkları çalışmaları sergiliyorlar. Yıl 1933'tür. Okul yönetiminden izin alarak öğrencileriyle "Rönesans Müziği" üzerine çalışmalar yapmak istiyor. Fakat burada karşılaştığı onur kırıcı engeller ile karşı ezgi derslerine çalışmamakta israr eden bazı öğrencilerin öğreticiye yeğ tutulması, hatta dersin, müzik öğretmeni için gereksiz sayılarak kaldırılması, en güvendiği arkadaşlarının bile o günkü okul yönetiminin istediği gibi, dersi gereksiz saymaları birden bire yalnız, ortada bırakıveriyor O'nu... Yine 1933'de yeni kurulan "Türk Dili Tetkik Cemiyeti"ne çağırılıyor. Çeşitli kollar var, bunlardan biri de İbnürrefik Ahmed Nuri'nin başında bulunduğu "Güzel San'atlar ve Bediiyyat" kolu, oraya önce üye, sonra sekreter ve bir kaç çalışma sonra İbnürrefik Ahmed Nuri ölünce de başkan oluyor. İşte bu sırada Nurullah Şevket ve Halil Bedii öğrenimlerini tamamlayıp yurda dönüyorlar ve "Gazi Orta Muallim Mektebi"ne atanıyorlar; bilindiği gibi o zamanlar henüz "Müzik Eğitim Bölümü" yok. Halil Bedii çalışkan, meraklı. Nurullah Şevket'le birlikte dil kurumuna geliyorlar. Birlikte bazı çalışmalar yapıyorlar ve daha önce "Hayat Mecmuası"ndaki yazılarından tanıdığı Halil Bedii'yle tanışıyor, yaşamı sonuna kadar da süren dostlukların ilk adımı atılıyor.
1934 yılı Nisan'ında okulda karşılaştığı zorluklar, Mayıs ayında kendisine verilen yeni bir görevle kara bulutları dağıtıyor. Tüm ayrıntıları ile konusunu Gazi'nin verdiği "Özsoy Operası"nın librettosunu Münir Hayri hazırlıyor ve Haziran'da yurdumuzu ziyaret edecek olan İran Şehinşahı Rıza Pehlevi onuruna verilecek olan temsil için, operayı bağdamak üzere Ahmed Adnan seçiliyor. Fakat ne "Musiki Muallim Mektebi Korosu"na ne de "Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası"na izin veriliyor. Zaman kısa, yirmiyedi gün gece-gündüz çalışılıyor. Yaratı bir taraftan bağdanıyor, bir taraftan partiler hazırlanıyor, bir taraftan da çalışılıyor, çalışmalar Gazi'ce de izleniyor. Koro "Kız Lisesi" öğrencileriyle "Gazi Muallim Mektebi" öğrencilerinden oluşuyor. Orkestra'nın yaylı çalgılarını "İstanbul Konservatuvarı"ndan, üfleme çalgıları da "Riyaset-i Cumhur Armoni Mızıkası"ndan alıyorlar, Halil Bedii koroyu hazırlıyor, Nurullah Şevket bir kaç role çıkıyor ve böylece de 19 Haziran 1934 gününe, yani temsil gecesine geliniyor, çok beğeniliyor; öyle ki sözün kolay yapamadığını sanat yapıyor, İran Şahı oyunun heyecanı içinde Gazi'nin boynuna sarılıyor ve İran'la anlaşmanın imzalanmasını sağlıyor ertesi gün. İşte bu olaylar Zeki Bey'in Ankara'dan ayrılmasına ve emekliliğine neden oluyor. Sizlere o günlerin olaylarını kısaca anlatmaya çalıştım. Ahmed Adnan "Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası"nın yönetkenliğine atanıyor. Orkestranın alıştığı rahat koşulların disipline edilmesi ve art niyet çalışmaları güçlestiriyor, sonuçta bir barış havası sağlanıyorsa da "üşütme ve orta kulak iltihabı" diye tanımlanan rahatsızlığa tutuluyor. Gazi ve İsmet Paşa yanında o zamanlar Milli Savunma Bakanı olan Zekai Bey'in özel ilgileri ile ameliyat için İstanbul'a gönderiliyor ve kıl payı yaşamı kurtarılıyor. İki ameliyat geçiriyor. 1935 Mayıs sonu veya Haziran başlarında Ankara'ya döndüğünde Eylül'e kadar dinlenmesi öneriliyor ve bu arada da Dr. Praetorius getiriliyorsa da orkestradaki kadrosu henüz korunuyor. O yılın sonunda orkestradan tamamen ayrılıyor. İşte çeşitli söylentilere neden olan olayın öyküsü böyle! Halkevi Başkanı Ferid Celal Güven, çalıştırdığı koroya devam etmesini istiyor. Bir oda ile otuz lira da ücret veriyorlar. 1936 yılına kadar bu görevi sürdürüyor. Aynı yıl Rusya'ya çağırılıyor, dönüşünde bu görevinin de elinden alındığını görüyor. "İstanbul Belediye Konservatuvarı"nda öğreticilik öneriyorlar. Üç yıl kalıyor orada, işte bu yıllarda çalışıyor Kemal İlerici ile. 1939 Nisanı başında Halkevleri danışman ve denetmenliğini kabul ederek yine Ankara'ya dönüyor. O zamanlar Halkevleri partiye bağlı olduğundan bu atanmanın devletle bir ilgisi yoktu ve görev 1950 Mayıs'ına kadar sürdü. Ankara'da dağıtılan korosunu toparladı ve daha geniş alanda çalışmak için "Ses ve Tel Birliği"ni kurdu. "Ses ve Tel Birliği" özellikle koro dağarı üzerinde çalışıyordu ve başta 15. ve 16. yüzyıl bağdarlarının olmak üzere bir çok yaratıyı Halkevi ve Radyo'da seslendirdi, bağdarlarımızı isteklendirdi, dinletiler düzenledi ve "İnci'nin Kitabı", "Karacaoğlan" gibi yayınlar yaptı; ancak değişen siyasal durum derneğin Halkevi'nden ayrılmasına neden oldu. Cenap And'ın yardımlarıyla oda müziği dinletileri şeklinde etkinliğini sürdüren dernek Saygun'un İstanbul'a gitmesiyle kendiliğinden yok oldu. Saygun'un yaşamında önemli yeri olan "Ses ve Tel Birliği"nden söz etmeyi gerekli gördüm.
Saygun'un 1936 Kasımında Bela Bartok'la Adana yöresinde yaptığı on günlük derleme gezisi de yaşamı içindeki önemli noktalardandır. Gezinin Halkevleri'nce düzenlenmiş olması bu kurumların önemini bir kez daha vurgular. Saygun bu kurumlar aracılığıyla müzik öğretmenlerine, yerel çalışmalara büyük katkılarda bulunmuştur.
25 Mayıs 1946 Saygun için en önemli günlerden biridir. Çünkü o akşam "Yunus Emre Oratoryosu" seslendirildi. Yaratı İsmet İnönü'ye adandı. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel dinleti izlencesinin önsözünü yazdı ve Ahmed Adnan Saygun yeniden doğdu. Hala anlatılageliyor o günlerin öyküleri ve bu başarı O'na tekrar zorunlu olarak "Devlet Konservatuvarı"nın kapısını açtı; bağdama öğreticiliğine atandı. Yunus Emre uyandırdı dünyayı adeta, ertesi yıl Fransa'da seslendirildi, 1958'de de Amerika'da... 1960'ta "Talim ve Terbiye Kurulu" üyeliğine atanan Saygun'un bu görevi altı yıl sürdü, 1966'da bütün üyelerle birlikte bu görevden ayrıldı. 1972 yılında yaş haddinden emekli oldu. 1971'de Devlet Sanatçılığına seçilen ilk kişi oldu. 1973 yılında "TRT Yönetim Kurulu"na sanatçılarca temsilci olarak seçildi ve 1979 yılına kadar sürdürdü. 1973 yılının önemli bir olayı da "Köroğlu Operası"nın oluşumudur. Köroğlu "Rumeli'nden Orta Asya'ya kadar uzanan Türk Boyları'nda iyiliğin simgesi"dir ve efsaneleşen bir kahramandır. Saygun, Atatürk'ü vurgulamak istemiştir.
Çok uzun bir liste oluşturacak kadar bilimsel toplantilara katılmış, bildiriler sunmuş, çalışmalar yapmıştır. Yabancı ülkelerdeki bir çok kuruluşun da üyesidir. Biri "Ege Üniversitesi"nin, diğeri de "Anadolu Üniversitesi"nin olmak üzere iki kez onur doktorluğu verilmiştir. Macarlar, İtalyanlar, Fransızlar nişanlarla onurlandırmışlar, YÖK yasasıyla profesörlük de verilmiş, ama O ne Devlet Sanatçılığının ne de profesörlüğünün anılmasından hoşlanmıyor.
Adnan Saygun, yaşamının kırk yılı binbir sıkıntıyla geçen, diğer kırk yılında ise her yerde onurlandırılan bir büyük Türk, ama O hiç bir zaman eğilmedi, belki de bu ilk kırk yıl denek taşı oldu O'nun için...
Son sözlerimi söylerken; eğer Saygun'la konuşursanız, O'nun ne kadar alçak gönüllü olduğunu göreceksiniz. Ama, yalnız adının Ahmed'indeki "d"yi unutmayın ve bir de O'nu Devlet Sanatçısı, profesör diye sunmayın!...
_____________________________________________________________________
Seminerin yapıldığı tarihte Sayın Fehamettin Özgüç "Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik Bilimleri Bölümü"nden emekli öğretim üyesiydi.