Ceyhun Balcı - Türklerde Kadın

     Özgürlük bağlamında ele alınmaya çalışılsa da, kadının giyim ve kuşamı üzerinden yürütülen tartışmanın gerçekte toplumun yarısı demek olan kadını yalıttığı, sınırladığı ve aşağıladığı gerçeği her nedense görül(e)miyor.

     Görül(e)miyor nitelemesi tüm kesimler için geçerli olmasa da, önemli bir kitlenin böylesi bir davranış içinde olduğu da yadsınmaz bir gerçek!

     Bazen, yanlış bir izlenim sonucu Türkler’de kadının öneminin İslamiyet ile birlikte gözardı edildiği ve değersizleştirildiği gibi saptamalar yapılsa da, geçmişte kadının dini islam olmayan Avrupa’da ya da Asya’daki durumu anımsanırsa sorun daha iyi algılanabilecektir.

     Örneğin, onbirinci yüzyıl İngiltere'sinde kadının kocası tarafından satılabildiği, kocasının sofrasına oturamadığı ve söze başlamasının bile uygun görülmediği bir gerçektir.

     Yine, Çin’de kadının boşanma hakkına sahip olmayışı ve aynı dönemde Buda dinine kadınların alınmıyor oluşu önemli bilgilerdendir.

     Avrupa ve Asya kaynaklı olumsuz örneklerin bol olduğu dönemlerde Türkler’de kadının durumu ve ona verilen değer ise bambaşkadır.

     Bilge Kağan yazıtında Kağan’ın: “Sizler anam hatun, büyük annelerim, hala ve teyzelerim, prenseslerim...” seslenişi kadına bakışın önemli göstergelerinden sayılmalıdır.

     “Han” ile “Hatun”un “yer” ile “gök”ün ürünü sayılması ve kadının yerinin gökte yedinci katta yüce bir orunda olduğunun vurgulanması o dönemdeki yaygın Türk inancı olan Şamanizm’in izlerini yansıtan bulgulardır.

     Bu vurguları doğrularcasına, belgelerde Türkler’in kadına yönelik bırakın horlama ve şiddeti, ayrımcılık bile yaptığını gösteren bir bulgunun yokluğu önemlidir.

     İslamiyet sonrasında gerek Selçuklu ve gerekse Osmanlı döneminde kadınların gördüğü saygının ötesinde kadınların çok çeşitli alanlardaki etkinlikleri de bilinmeyen durumlar olmasa gerektir.

     Türkler’de kadının yazgısının değişmesi ve olumsuz bir yol izlemesi Osmanlı’nın tarım toplumundan, endüstri toplumuna dönüşememesi, diğer bir deyişle “aydınlanma” trenini kaçırması ile de yakından ilintili bir görünüm sergilemektedir.

     Tarım toplumlarının birleştirici öğesi olan dinin sorgulanamaması, yaşamdaki gerçek yerine oturtulamaması süreç içinde kadının da aşağılanması, yalıtılması sonucunu doğurmuştur.

     Görünüşte “uygarlaşma” devinimleri gibi algılansa da, gerçekte edilgenleşme, taklit ve kimliksizlik içeren Tanzimat ve Islahat girişimleri aydınlanma değerlerinin kalıcılığını sağlayacak ortamı oluşturmadığı için olmalıdır ki; orta ve uzun erimde dönüşüm sağlama işlevinden uzak kalmışlardır.

     “Baltalimanı Antlaşması” ile yaşama geçen ekonomik bağımlılık hızla siyasi bağımlılığı da derinleştirecektir. Borç alanın ve giderek daha fazla borçlananın başına gelecekleri bundan daha iyi gösteren bir süreç olamaz. Dış ilişkilerde girilen bu yolun içerideki yansımaları da olacaktır kaçınılmaz olarak.

     İçerideki baskı sürecinin vazgeçilmez aygıtı din olmak durumundadır. Buna bağlı olarak, toplumun geri bırakılması, birey olmak bir yana giderek kullaştırılması ve cinsler arası ayrımın derinleştirilmesinde şaşılacak fazlaca bir şey yoktur. Din bu noktada neden olmaktan çok bir aygıttır. Tıpkı bugün olduğu gibi!

     Uygarlık ve dolayısı ile aydınlanma trenini kaçıran Osmanlı kaçınılmaz sonuyla yüzleştiğinde, umutsuz, umarsız ve daha da önemlisi güçsüz bir Anadolu ve kullaştırılmış halkı Mustafa Kemal önderliğinde bir kurtuluş savaşına giriştiğinde çok kişi dudak kıvırmakta haksız değildi. Olanaksıza eşdeğer bir kalkışma gibiydi Mustafa Kemal’in başkaldırısı! O noktada Mustafa Kemal’in farkına vardığı bir önemli nokta vardı. Kadını ile erkeği ile tek yumruk olabilen, gelenekleri olan, içinde dışarıdan pek de kestirilemeyen değerler barındıran bir toplum.

     Bu deneyimin en canlı kanıtı kucağında bebesiyle, sırtında taşıdığı top mermisi ile erine destek olan Türk kadınıdır. İşte o Türk kadını yüzyıllar öncesinde ayrıma uğramayan, horlanmayan ve aşağılanmayan kadındır. Bir bakıma, Türkler’in yüzyıllar öncesine dayanan geleneği tarih sahnesindeki yerini alıvermiştir.

     O yoksul, geri bırakılmış Anadolu’da inancı korkuya değil sevgiye dayanan, kadını ayıran değil onunla birlikte semah dönen, onunla birlikte yakarışta bulunan, saz çalan ve söz söyleyen yüzünü aydınlığa dönmeye hazır bir toplum da vardır.

     İşte o damardan yararlanan Mustafa Kemal’in kurtuluşu da, kuruluşu da devrimleri de kotarmış olması şaşırtıcı değildir.

     Elbette, özellikle devrimler ve onun önemli parçası olan kadının kimliğini teslim etme, onu da yurttaş sayma girişimleri birilerinin pek de meraklı olduğu nitelemeyle “tepeden inmedir”. Ama, tepeden indirilen bu devrimlerin hem Türkler’in gelenekleri ile uyumu, hem de bu devrimlerin kökleşmesi için ortaya konan toplumsal dönüşümün başka girişimlerle birlikte irdelenmesi çok daha anlamlı olacaktır.

     Yirmibirinci yüzyılın ilk yıllarında olduğumuz şimdiki zamanda ise, elbette güzel sözlerle ve yaldızlı paketlerle sunulan gericilik girişimleri konusundaki toplumsal aymazlık gözardı edilmemelidir.

     Her ne kadar, bu aymazlık konusunda ülkemiz yalnız değilse de, Türkiye’nin özel konumu bu konudaki duyarlılığın en üst düzeyde olmasını gerektirmektedir.

     Günümüzde Türkiye’de kadına yaraşır görülen konum ve onu toplumsal yaşamdan kopartmayı amaçlayan girişimlerin ülkemizi eylem alanı olarak gören ve bu alışkanlığını sürdürme kararlılığı içinde olduğu anlaşılan yayılmacılıkla olan yakın ilişkisi de gözardı edilmemelidir.

     Toplumun yarısının üretimden kopartılması, toplumun yarısının ayrımcı bir şekilde gözden uzak tutulması kimlerin yararınadır sorusunu dillendirip akılcı yanıtlar ürettiğimizde çözüme çok daha yakın olacağımız inancındayım.

     19.01.2008




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5790937
Online Ziyaretçi Sayısı:13
Bugünlük Ziyaret :1089

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.