01.04.1983 / Kemal Gür - Klasik Batı Müziğinden Seçmeler (Müzik ve Radyo Dünyasından Anılar)


     Önsöz


     Bu anılar, oldukça uzun sayılabilecek bir müzik hayatımın (1947-1971, daha sonra 1975’den günümüze kadar) ve “İstanbul Radyosu 2. Programı” yöneticiliğini yaptığım 6-7 yılı kapsamaktadır. Anıların bir çoğu kişisel olarak tanık olduklarımdır. Bir bölümü ise, sözüne çok güvendiğim ya da sonradan doğruluğunu irdeleyebildiğim arkadaş anılarıdır.


     Anılarda yer, kurum, kişi adları olanaklar ölçüsünde verilmemeğe çalışılacaktır. Gayem herhangi bir kişi, kurum ya da eylemi eleştirmek, küçük düşürmek, bir güldürü konusu yapmak değildir. Bunu kesinlikle belirtmek isterim.


     Bu yazı dizisinde yer alan kişilerden bazıları artık aramızda değillerdir. Onların -hatta zamanında çok kızdıklarımın bile- aziz anıları önünde saygı ile eğilir; yaşayanlara da uzun, sağlıklı, başarılı ve mutlu bir hayatı aramızda geçirmelerini dilerim.


     Tekrar ediyorum. Bu anıları yazarken tek gayem; okuyanların dudaklarında -bende olduğu gibi- bazan tatlı, bazan acı ve buruk bir gülümseme yaratabilmektir. Bazan tatlı, bazan acı ve buruk, ama hiçbir zaman alaycı ve küçümseyici değil...


     1950’li yıllardaydı. “İstanbul Belediyesi Şehir Orkestrası”nın “İstanbul Filarmoni Orkestrası” adı altında verdiği konserlere solist olarak katılan dünyaca ünlü müzikçilerin, bir kez orkestra eşliğinde bir kez de resital olarak iki konser vermeleri bir gelenek halindeydi. İşte bu solistlerden biri; yaşlı, ufak tefek yapılı, beyaz saçlı bir Fransız piyanisti, Lazare Levy; resitalini vermek üzere sahneye çıkmış, dinleyicileri selamlamış, tabureyi ayarlamış, gömlek kollarını şöyle bir düzeltmiş ve ilk parçasını çalmağa başlamıştı ki; “Saray Sineması”nın emektar beyaz kedisi tıpış tıpış kulisten sahneye doğru çıktı. Gayet sakin adımlarla yürüyerek piyanonun altında kenara doğru geldi. Şöyle sağa sola bir iki adım atıp oturacağı yeri ayarladı. Sonra oturdu ve doğal hareketleriyle temizlenmeğe, yalanmağa başladı.


     Son derece ciddi, yüzü pek gülmez bir insan olarak tanınan bay Levy, ilk anda, ne kedinin gelişini ve oturuşunu ne de sonraki sakin sakin yalanıp temizlenmesini fark edememişti. Bilirsiniz ya, piyanistlerin çoğu, bir eseri -özellikle romantik bir eseri- çalarken başlarını göğe doğru kaldırıp gözlerini de -nedense- etrafı göremeyecekleri gibi kısarlar. Bay Levy de bu pozlarından birini uzun süre kullandığı için kediyi görememişti tabii. Derken... ...Birdenbire kediyi fark etti. Hayvancağız arada bir tuvaletini bırakıp piyanodan gelen seslere de kulak veriyordu doğrusu.


     Bay Levy ayaklarından birini, sanki pedalı kullanıyormuş gibi yapıp kediyi ürkütmeye çalıştı... ...Ama nafile. Daha sonra Bay Levy’nin ağzı, ayaklarından birine, çok piyanissimo olarak “pist pist...” diye eşlik etmeğe başladı. Boşuna... ...Salondan da “pist pist...” sesleri geliyordu. Ne düşüncesizlik... ...Bay Levy o kadar yakından “pist pist...” diye kovamazken kediciği onlar uzaktan fortissimo “pist pist...”lerle nasıl kovabilirlerdi. Kulisdeki görevliler görevlerini sondan başa tamamlamağa çalışıyorlardı bu arada. Kediyi “pisipisi, pisipisi...” diye ısrarla kulise çağırarak... Nihayet bay Levy dayanamadı; gayet sinirli bir şekilde yerinden kalkıp kulise yürüdü. O gözden kaybolmuştu ki; kulisten çıkan bir görevli hışımla kediye doğru koşarken tuvaletini müziksiz tamamlayamayacağına inanan kedicik, görevlinin kendisini kovalamasına meydan vermeden yine sakin adımlarla kalktı... ...Ve kulisin karşı taraftaki kapısında gözden kayboldu.


     ...Konser ne mi oldu... ...Bay Levy kuliste biraz yatışıp sakinleştikten sonra tekrar sahneye döndü ve konseri tamamladı... ...Ama nasıl, bilemem...


     ...................................................................


     Kedi yalnız bizim sahnelerimizde, konser salonlarımızda olmaz ya. Aşağıda okuyacağınız olayı aziz hocam Cemal Reşid Rey’den dinlemiştim.


     Dünyaca ünlü “Paris Opera Binası”nda da kapılanmış bir kedi varmış. Bu hayvancağız, görevlilerin dikkatleri sayesinde sadece prova saatlerinde opera içinde özgürce dolaşabilirmiş. Bu emektar kedicik hemen hemen bütün provalarda, alt kat localardan en öndekinin korkuluğunda oturup hem temizlenir hem de sakin sakin provayı dinlermiş. Uzun süre bu davranışıyla çok kişinin dikkat ve ilgisini -bu arada da sevgisini tabii- üzerine çekmiş. Derken, birgün, orkestrayı çalıştıran şeflerden biri orkestrayı durdurtmuş ve müzikçilere: “Şimdi” demiş, “Bir deney yapacağız, ister misiniz?” “Ben” diye devam etmiş şef: “Değneğimi indirir indirmez herkes aklına gelen sesi çıkartsın çalgısından. Bakalım kediciğimiz ne yapacak?” Müzikçiler kabullenmişler ve değneği beklemeğe başlamışlar. Değnek birden inivermiş ve herkes aklına geleni gelmeyeni çalmağa başlamış. Bir curcuna, bir kakofoni ki anlatılamaz.


     Kedicik, ilk birkaç saniye içinde şaşalamış görünmüş, sonra... ...Sonra, canhıraş bir miyavlamayla, arkasından azgın bir köpek kovalar gibi salondan kaçmış.


     ....................................................................


     Aşağıdaki olaya anı demeğe dilim varmıyor zira; bu yazı yazılırken bu olayın üzerinden bir hafta bile geçmemişti. Söze kedilerden başladık ya farelerden devam edelim diye düşündüm.


     Evet, bir haftadan az bir süre önce, konservatuvarlardan birinde, öğrencilerimi özel bir yarıyıl sınavından geçirmek üzere bir sınıfa toplamıştım. Okul yarıyıl tatilinde ama yine de birçok öğrenci gelmiş; koridorlarda, yanımızdaki sınıflarda çalgılarına çalışıyorlar. Tam üstümüzdeki sınıftan birileri, ayaklarını son derece nazikane (!) bir şekilde yere vurarak tempo tutuyorlar. Gümgüm sesleri neyse de tozların aşağı inişi, insanın ritm duygusunu adamakıllı zedeler şekilde oluyor.


     Bizim sınıfta, benle birlikte beş öğrenci, duvara dayalı, bir çello kutusu, bir eski konsol piyano, birkaç sıra, devamlı (tak tak) sesleri çıkaran bir metronom. Sınav sırası gelen öğrenci heyecanla metronomu ayarlıyor. Bir taraftan sınav parçasını çalıyor bir taraftan da metronomun varlığına rağmen ayağını küt küt yere vuruyor. Diğer öğrenciler aralarında fısıl fısıl konuşuyorlar. Derken, duvardaki deliklerden birinden şirin bir fındık faresi çıktı. Önce etrafı bir kolaçan etti. Sonra piyanonun arkasına doğru sakin sakin yürüdü. Ha, unuttum söylemeği. Piyanonun arkası ve içi, binanın ve sınıfın temiz görünmesi için bütün çöpleri bağrına basmıştı. Farecik orada bir süre kaldı. Gözlerini oynatarak sınavı dinlemeğe başladı.


     Derken, başka bir delikten ikinci bir fare çıktı. O da piyanonun arkasını ziyaret etti. Sonra ilk fareciğin yanına geldi; biraz sınavı dinledi. Ama bu ikinci biraz yaramaz bir farecikti. Birinciyi kendisiyle oynamağa, daha doğrusu oynaşmağa zorluyordu. Bu kadarına da izin veremezdim tabii; sınıfta kız öğrencilerim vardı. Farecikleri sınav boyunca birkaç kez kovalamak zorunda kaldık.


     İnsanın aklına “Fareli Köyün Kavalcısı” öyküsünü getirmiyor mu?


     Keşke o kavalcı gibi bir gücüm olsaydı. Arkasından kimleri suya götürmezdim ki...

     ______________________________________

     Aylık olarak yayınlanan “Orkestra Dergisi”nin 12. Yıl, 116. Sayı ile Nisan 1983 tarihinde basılan nüshasından alınmıştır.




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5687856
Online Ziyaretçi Sayısı:23
Bugünlük Ziyaret :1097

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.