Tuncer Olcay / Benim Orkestra Şeflerim
Sanat hayatım boyunca orkestra şefinin iyisine hep gıpta ile bakmışımdır. Biz orkestra sanatçıları ömür boyu bakarız orkestra şeflerine. İşte bu bakışlarımızda insan neler görür neler! İyisiyle çalışmak, eğer bir yere geldiyseniz lezzetine doyum olmaz. Üç saatin nasıl geçtiğini fark etmezsiniz. Uzakdoğu’da ve Sovyetler Birliği’nde dört saat sürermiş provalar. Sanatın disiplini içinde güzele gerçekten doyum olmaz. Hem öğrenirsiniz hem de kendi duygularınızı katarak birlikte müzik yapmanın zevkine varırsınız.
Konservatuvar yıllarımda Hasan Ferid Alnar gelirdi orkestra derslerine. Babam İsmail Safa Olcay ile birlikte kanun dersi alırlarmış Artaki Candan’dan. Kim derdi yıllar sonra o büyük besteci ile profesyonel orkestra sanatçılığıma “Madam Butterfly” ile başlayacağımı. Opera şefliği çok çalışma ister, senfonik eser yönetmekten daha güçtür, beceri ve bilgi ister. Düşünün, solisti, koristi, dansçısı ve orkestrası ile zaman gelir 200 deliyi değneğin ucunda saniyenin binde birinde birleştirip iyi müzik yapacaksınız. Sırtını gördüğünüz gibi değil orkestra şefliği!
Opera orkestrasında çalıştığım yıllarda Niyazi Tagizade, Lessing, Zino gibi İtalyan şeflerle “Ankara Operası”nın zirvede olduğu yıllarda unutamadığım günler ve geceler olmuştur. Ne yazık ki orkestra şefliğine özenen kişilerle çalışma zorluğu da yaşadım. Bizde bu işi yapma hevesine kapılan, kendini hiç aynada görmemiş onlarca şef var. Bana göre dünyanın en sükseli zor mesleği orkestra şefliği. Onun için Türkiye’de de bu işi bihakkın yapan bir iki kişiyi geçmez. Devletten aylık alan onlarca orkestra şefi var mı? Var. Bunlarla değil müzik yapmak o üç saati nasıl dolduracağız diye sandalyede ömür tüketen birçok orkestra var. Çoğu, orkestralara girdikten sonra bir fırsatını bulup değnek kapmaya hevesle başlar işe. Eline değnek geçti diye orkestra şefi oldum sanır. Ama nafile. Bir iki de konser şansı yakaladı mı yanaşamazsın yanına. Çoğu senin aldığın eğitimi bile almamıştır. Enstrümanında yeterli değildir. Nazariyata ağırlık verir. Çıkamaz işin içinden. Birileri de yurt dışına eczacılık ya da kimya okumaya gider, bir hevesle konservatuvarda nazari derslere başlar, döndüğünde baba parası ile bir topluluk oluşturur, bakarsınız şef olmuş. Eş dost vasıtası ile bir de konser yaptı mı, çek ömür boyu işin yoksa.
Kimi yakışıklıdır. Çıktı mı podyuma hayran kalır dinleyici. Kiminin boyu uzun aklı kısa. Ama bir orkestra şefi zeki olacak ki uğraşabilsin leb demeden leblebiyi anlayan bir toplulukla. Kiminin boyu kısa, kompleksini yenmek için çıkmış podyuma. Dengesiz ve tutarsız davranışları ile belli eder varlığını. Bazı uzun olanın fiziksel dengesi de bozuktur, orkestra çukuruna düşenini gördüm. Bazısı ise yönetirken öyle çirkin olur ki, sanki içi vurmuş dışına, gel de müzik yap o çirkinliğin karşısında. Kimi kültürlüdür, partisyondan çok kitap okumuştur, başlar hikayeye. Nedense yetersizi bilgiye değil de konuşmaya ağırlık verir. Zaman zaman da fıkra anlatırlar viyola çalanlara bakarak. Oysa bakmazlar kendilerine. Ne hikmetse hiç birimizin de aklımıza gelmez yaptıklarını yazmak. Oysa düştükleri komik durumları unutamaz o gün orkestrada çalan sanatçılar bir araya geldik mi hatırlar gülüşürüz. Dedim ya çok çalışmak ister bu meslek.
Yine bir gün çalışıp gelsin orkestranın karşısında mahcup olmasın diye rahmetli Orhan Tanrıkulu’na partisyonları gönderdim. “İzmir Devlet Senfoni Orkestrası” ile konser yapacak. Opera orkestrası kontrabas sanatçısı iken şef olmuş operaya. Pazartesi sabah provalar başladı. Tanrıkulu bir ara yönetmeyi bıraktı, partisyonla uğraşmaya başladı. “Ne oluyor?” diye konzertmaister sorunca, “Kusura bakmayın partisyonun sayfaları yapışmış, açamıyorum” demez mi. Bu son konseri oldu Tanrıkulu’nun.
“İzmir Devlet Senfoni Orkestrası Sanat Sorumlusu” Hikmet Şimşek ile “İstanbul Açık Hava”da Ferit Tüzün’ün “Çeşmebaşı Süiti”ni çalıyoruz. Eser bittikten sonra bir bölüm tekrar çalınarak son bulur. Bu son bölüm çalınmadan sahneye yetişebilmek için cancağızım Hikmet ağabeyim hızla şef podyumundan indi, selama çıkacak. A baktım ki gidiyor frakının kuyruğunu zor yakaladım. “Eser bitmedi, bir bölüm daha var ağabey” deyince, “Öyle mi cancağızım, affedersiniz” deyip tekrar çıktı podyuma.
Sabahattin Kalender’le de çok güzel günlerimiz geçti operada. Kendisi pratik zekaya sahip iyi bir müzisyen ve güzide bestecilerimizdendir. Bir gün koreografi yapılacak, çoksesli orkestra düzenlemesi Kalender tarafından yapılan halk danslarını çalıyoruz. “Düzenlemeler aceleye geldi çocuklar. Ben size işaret edince başa dönüşler yapılacak” dedi. Başladık çalmaya. Ama nerede bitecek bilemiyoruz. Kendisi de bilemiyor. Bize bir tekrar, iki tekrar, üç tekrar derken sahne boşaldı. Kalender şaşkın, biz şaşkın bekliyoruz. Baktık ki sahneye gelen giden yok. Ön sırada oturan hanımefendiye “Ara mı oldu acaba hanımefendi” demez mi? Halkın karşısında gülmemek için kendimizi zor attık kulise.
Sonuncusunu çalarken değil, dinleyici olarak yaşadım. “Ankara Devlet Konservatuvarı”ndan 50 yıl önce mezun olanlar onuruna verilen bir konserdi. Şef Erol Erdinç. İyi müzisyen bilirdim ama şefliğin ne denli zor olduğunu bir kez de o gösterdi. Ahmed Adnan Saygun’un “Eski Uslupta Kantat”ı seslendiriliyor. “Hacettepe Öğrenci Orkestrası”nı yönetiyor Erdinç. Eserin son bölümü koral. Erol Bey son bölümden önce döndü selama. Yetmedi orkestrayı da kaldırdı, yetmedi koroya da selam verdirmez mi? Öğrenciler gülüşe gülüşe “Hocam bir bölüm daha var” dediler. Erol Bey döndü dinleyicilere, “Özür dilerim, bir bölüm daha varmış” deyip eseri tamamladı.
Dedim ya, zor iştir orkestra şefliği. Bir de tuttuğu değneğin (bagetin) hakkını veren, mesleğine saygı duyan, bütün eforunu birlikte müzik yapan topluluğa aktaran orkestra şefleri de gördüm. Büyük bestecilerimizden Cemal Reşid Rey ile -unutamam- İzmir’de bir sohbetimizde, “Oğlum sende şeytan tüyü mü var? Ben değil İzmir, 40 yıldır Kadıköy’e geçmedim” demişti.
“İzmir Devlet Senfoni Orkestrası”nı sevgi ve dostluk üzerine kurmayı hedeflemiştim. Unutamam Cemal Reşid Rey’i yakın dostları Arif Tektaş ve Mükerrem Berk ile birlikte davet ederek gerçekleştirmiştim böylesine büyük, yaratıcı besteci ile “Vivaldi Mevsimler”i seslendirmemizi. Birlikte iyi müzik yaptık. Solist Gülden Turalı’yı da hiç unutamadım.
Mesleğine saygılı ve çalışkan Gürer Aykal ile de iyi müzik yapılır. Saygun’un öğrencisi olarak “Yunus Emre”yi yönetmeyi Niyazi Tagizade’nin dizinin dibine oturarak öğrendiğine yakinen şahit oldum. Ve sonra da haklı olarak rahmetli Saygun eserlerinin yönetiminde daima Gürer Aykal’ı tercih etmiştir.
Niyazi’nin yönettiği Çaykovski operaları “Maça Kızı”, “Eugen Onegin” unutulmaz. Ne acıdır ki bizde kayıt yapmayı ve arşivlemeyi düşünemeyen yöneticiler bugünlere hiçbir iz bırakamamışlardır. “Ankara Devlet Operası”nın Lessing ile gerçekleştirdiği “Salome Operası” unutulmayan bir zirve eser olmuştu.
İtalyan operalarına ne hikmetse İtalyanlar bir başka yorum katarlar. Bu arada Verdi’nin “Aida”sında Ottavio Ziino, çağımıza da güzel izler bıraktı.
Opera şefliği beraberliğin yanında ses eğitiminden iyi anlayıp özellikle solistlere eşlikte daima yardımcı olarak nefesi nerede tükenecek, hangi partiyi öne çıkaracak, orkestra ile balansı çok iyi ayarlayacak ki iyi müzik ortaya çıksın.
Senfonik müzik yöneticilerinden Strugala ile çok iyi konserler yaptığımızı söylemeden geçemem. Müziği daima ana unsur olan ritim üzerine kurar ve güven verirdi çalana. Yönetirken sadece müziği düşünürdü. Çok az konser yaptığım ama bende hayranlık uyandıran Gürcü asıllı Kahidze, bir orkestra şefinin enstrüman bilgisinin nedenli gerekli olduğunu “Beethoven 5. Senfoni”de hatırlatarak yaptığı müzik ile gösterdi. Eğer Batı’da olsaydı sayılı eserler bırakırdı. Konserlerini hayranlıkla izlediğim Zubin Mehta, Daniele Gatti gibi şeflerin başkalığı, ayrıcalığı yönettikleri orkestraların sanat üstünlüğünü ortaya koymada ne denli etkili olduğunu son dinlediğim “Mahler 5. Senfoni”de gördüm. İşte orkestra şefliği böylesine sihirli bir meslektir. Sahneye her gelişinde tüm orkestra sanatçıları ayakta karşılar bu erişilmez sanatçıları.
Öğrenciliğimden bu yana bu sanatla birlikte olduğum, bende ayrıcalığı olan Hikmet Ağabey bir başka sanat insanıydı. Yaşadığı ömrü boyunca orkestra şefliği yanında Türk kültür ve müzik sanatına her fırsatta katkıda bulunmak için çırpınıp dururdu.
Birçok kurumun kurulmasına özellikle “İzmir Devlet Senfoni Orkestrası”nda yarattığı sanat sorumluluğu ünvanını “Çukurova”, “Bursa” orkestralarında da uyguladı. “Devlet Çoksesli Koroları”nın kuruluşlarını “TRT” ve “Kültür Bakanlığı” bünyelerinde oluşturdu. Ankara’da gençlik yıllarında orkestra şefliğinde kendini kabul ettirmekte çok zorlandığından daima genç yöneticilere yardım ve yol arkadaşlığı yapmıştır.
Bakın kendine has daktilosundan bana yazdığı mektupla Rengim Gökmen’i nasıl lanse ediyor(1). Daima bağcıyı dövmeyi değil, birlikte üzüm yemeyi yeğlerdi. Bugün sanat kurumları O’nun eksikliğini yaşıyor. Çağdaş Türk bestecilerinin eserlerini orkestralara kabul ettirip yönetmekteki savaşını yakından yaşadım ve bugün çağdaş Türk bestecilerimizin eserlerinin seslendirilmesinin gereği için verdiğim çalışma ve çabaları ona borçluyum.
İşte benim orkestra şeflerime düşen en güzel iş, çağdaş Türk bestecilerimizin eserlerine, yapacakları konser programlarında yer vermektir. Bu yolla hem onları yüceltecekler, hem de bestecilerimizin eserleri ile çağdaş Türk müzik kültürünü evrensel boyutta tanıtmaya vesile olacaklardır.
Tuncer Olcay
İzmir Devlet Senfoni Orkestrası Kurucusu, Sanatçı
____________________________________
(1) Bu mektup sitemizde “13.01.1979 / Hikmet Şimşek’ten Mektup” başlığı ile yayınlanmıştır.