Mesud Cemil Tel / Müzik Davamızda Bir Hesaplaşma

Tel, Mesud Cemil
    
Son beş altı sene içinde, radyoda bir “Klasik Türk Müziği” konusu ortaya çıktıktan sonra, bu sanatın lehine olarak hareketler başladı. (...) Artık bu müziğe; Arap, İran gibi sıfatlar takan görülmediği gibi, “Divan Müziği” yerine rahat rahat “Klasik Türk Müziği” adı veriliyor. (...) İstanbul’un çalgılı meyhaneleriyle, kurabiye karpuz cinsinden plak satan kar müesseselerinde bile bu hareketlere uyma modası var.


     Bütün bunların anlamı ne olabilir? Ve, bizi müzik başarılarında nereye götürür? Yani, Türk müziğini tutma konusundaki çabalarımızın amacı ve o halde bu amaca göre oranı ve metodu ne olabilir?

     Bu soruların içinden çıkabilmek için, önce, klasik müziğimizin, daha iyisi sanat müziğimizin oldukça uzun ömrünü kuşbakışı gözden geçirmeğe çalışalım:


     Bizim sanat müziğimiz, bazılarının sandığı gibi basit bir uygulama değildir. Bu yargıya varmak için tek sesli oluşunu delil olarak belirtenler yanılırlar. Seslerin, hem uzunluğuna, hem derinliğine kullanılışında, yani “çok seslilikte” vasıtasının zenginleşmesi bakımından inkar edilemez nitelikleri bulunmakla beraber, yalnız uzunluğuna kullanılan sesler, yani, tek sesli müziklerle de büyük anlatımlar yaratılabileceğinin delillerini, Türk müziği edebiyatının bugün elimizde kalan ancak birkaçyüz parçalık bir kısmında bile bulabiliriz. Hatta, hemen her Türk’ün bildiği bir iki ezgi parçası bunu kanıtlamaya yeter: “Tekbir”  ve “salat-ı ümmiye...”


     Bu Türk müziği; Avrupalıların oniki bölümlü pratik sistemi yerine yirmidört bölümlü daha karışık sistemi, çok makamlılığı ve kalıp ritimleriyle girift ve güç bir sanattır. İlkel değildir. (...)


     Pek az yazılı, daha çok kulaktan gelen eserler dolayısıyla ancak 17. yüzyıldan beri alaca karanlıkta teşhise başlayabildiğimiz bu okulun alçalma ve soysuzlaşma evrelerine bakılırsa, yükselişinin ve parlayışının daha evvelki yüzyıllarda edebiyat, mimari, süsleme sanatları vesaire ile aşağı yukarı paralel olduğu tahmin edilebilir.


     Ancak, 1839’da, devrin türlü güç şartları içinde mümkün olabildiği kadar cesur bir yazılı belge değerini alan yenileşme bilinci, müzikte “Üçüncü Selim Sarayı”na ve “Mevlevihane”ye bağlı ustalar arasında uzak bir seziş halinde başladı; müzikte Hammamizade İsmail Dede’nin taşıdığı yeni ruh, şiirde çağdaşı ve dostu olan Şeyh Galip’in yeniliğinden ne fazla, ne eksiktir.


     (...) Dede’den sonra ide tek sesli ve çok makamlı müziğin klasik özellikteki büyük eserleri görülmüyor. Daha çok romantik-lirik denilebilecek çeşnide şarkılarla, eskilerin başarısız taklit ve tekrarlanması devri açılıyor.


     Dede ile açılan, Hacı Arif ve Şevki Bey’ler ve benzerleriyle devam eden bu devir, (...) Cemil’den sonra, 1914 harbinin yıkıntısı altından Türk müziğinin sesi can çekişme sayıklamaları halinde gelmeye başladı. Dayandığı bütün kurumlar -mabet, tekke, saray, kardeş sanatlar, özetle bütün bir gelenek- ya büsbütün kalkmış, yahut çok zayıflamıştı. Edebiyat ve şiir çoktan aynı macerayı geçirmiş, orta oyunu, Karagöz ve Meddah’ın yerini modern tiyatro almıştı. Yeni inkılapçı hamle de onu benimsemiyor, daha doğrusu neresinden tutacağını pek bilemiyordu. Büyük inkılapların ilk zamanlarındaki aşırılık şiddetle onu tartaklamış, kulağından asmaya karar vermişti.


     Meşrutiyette bir aralık, fese karşı kinimizi, püskülünü kopararak göstermeğe çalışmış, o kırmızı külahtan sözde hıncımızı almıştık. “İstanbul Radyosu”nda alaturka müziğin kaldırılmasını buna benzetirim.


     O yasak çok sürmemişti, çünkü, bir süre, komşu doğu ülkelerinin radyolarından alaturkanın emmizadesi rahat rahat sesini duyuruyor ve bu sefer püskülsüz fes yerine başımıza, kirli bir takke geçecek gibi görünüyordu. Yanlışı düzeltmeğe çalıştık. Şimdi alaturkayı, Şehzadebaşı’ndan Beyoğlu’na taşınan yeni biçim kantoculara bırakarak, Türk müziğinin yanan konaktan kurtarılmış iki çıkınında nesi varsa onu derleyip toplamağa, bir taraftan da, her devirde, her şeye karşı var olan kutsal cevherli halk müziğine layık değerli köşeleri hazırlamağa ve durmadan çoğaltmağa çalışıyoruz.


     Bu bir tepkidir ki, evvelki yanlıştan doğduğu için, yararını kimse inkar edemez. Ancak, yararlı tepkilerin de tehlikeli olabileceğini hesaba katmak lazımdır.


     Sanat sorunlarımızın içinde en çapraşık görünen müzik konusunda bu kez de böyle tehlikeli kör kuyunun civarında dolaştığımızdan korkuyorum. Tehlike şudur:


     Ne yapayım ki, bu müzik eskidir. Her eski kadar değerli, her eski kadar değersizdir.


     Türk müziği veya alaturka adı altındaki her sese karşı yakın zamanların aşırı inkarcılığı yerine, şimdi de sayısını oldukça yüksek tahmin etmek lazım gelen bir kısım yurttaşlar ve pek çok aydınlar arasında, en ilkel bir ayırdetme ve tarafsızlık koşulundan yoksun, tutucu bir tarafcılık var.


     Zamana ve ileri gidişe çok uygun dış görünüşleri, pratik meslek hayatlarındaki başarı, hatta şöhretlerine rağmen, bunların iç benlikleri doğu-batı arasındaki uçurumdan duydukları korkunun nefrete çevrilmiş zehriyle doludur. Ruhları eski surlarla çevrilmiş gibidir. Bu surların arkasındaki Yeniçeri kazanlarında eski huylarının afyonlu, zencefilli aşını kaynatırlar. Anlamak istemedikleri şudur ki, şerefli atalarımız “Osmanlı Türkleri”nin kurumları, artık tarihtir.


     Bu tarih, her tarih gibi olumlu-olumsuz çelişkilerle doludur. Her tarih gibi, onun da diriltilmesi mümkün olmayacak bir geçmiş tarafı, bir de geleceğe kalacak canlı tarafı vardır. Ulumadan beter, kötü losyon ve ter kokulu meyhane ve arka sokak şarkılarıyla Kassamzade ve Aşık Mustafayı birbirine karıştıran, pullu esvablı şarkıcı kadınların teneke çalgı ile haykırdıkları Köroğlu türkülerini rakılarına meze yapan sefahat softalarından bahsetmiyorum. Bu korkunç seviyenin, müzikten başka nedenleriyle gözönünde tutulması gerektiğini sanırım. Bu manzara, gövdede patolojik bir olayın serpintisi olan çıbanlardır. Bunu şimdilik bırakalım. Ancak; hiç olmazsa eski müzikten tarihe ne kalacağını, geleceğe ne alınacağını bilmek istemeyen zevk ehilleri ve tiryakiler -iyi niyetli iseler- şunu öğrenmelidirler:


     Tarihi geçmiş şartlara bağlı, kalıplı, tek sesli - çok makamlı eski sanat musikimiz, kendi ölçüleri içindeki bütün cazibe ve değerleriyle dikkatle saklanacak ve ara sıra da zevkle dinlenecek bir hediyeden başka bir şey değildir.


     Türk müziği veya alaturka adı altındaki her sese karşı yakın zamanların aşırı inkarcılığı yerine, şimdi de sayısını oldukça yüksek tahmin etmek lazım gelen bir kısım yurttaşlar ve pek çok aydınlar arasında, en ilkel bir ayırdetme ve tarafsızlık koşulundan yoksun, tutucu bir tarafcılık var.


     Itri’ler,  Hafız Post’lar, Seyyid Nuh’lar, Bekir Ağa’lar, Zaharya’lar, Dede’ler, İshak’lar, Nikogoş’lar, Hacı Arif’ler ve onların nakışlarını terennüm eden bütün hanende ve sazendeler ve bütün Osmanlılar ölmüştür. Yerlerine kimse yetişemez, yetişmeyecektir. Onları ancak ölümde taklit edebiliriz. Bundan sonraki müziğimiz, ister tek sesli, ister dokuz kuyruklu olsun, her halde eski müzik olmayacaktır. Bir bahçe ki, ne toprağında o çiçekleri yetiştirecek kuvvet kalmış, ne de toprağı belleyecek bahçevanlar... Lakin; yabani otlar, dikenler içinde zamanla renk, şekil ve kokuları kaybolmamış güzel çiçekler ve pek çok tohumlar var. Çiçekler saklanır ve hayran olunur; tohumlar yeni bahçelere dikilir, yeni ürünler alınır.


     Eski havuzun kenarında oturanlar, orada ney çalan, renkli kadehlerden içen, mısralarla konuşan ve felsefi ezgiler terennüm edenler beni çok ayıplayacaklar, hatta, bana lanet edeceklerdir. Onlara kızmam ve özür dilerim. Bilirler ki, onların sevdiklerini ben de çok sever, eski sanatta bulabildiğim değerleri meydana çıkarmak için didinme derecesinde çalışır, hatta, biraz da tanbur çalarım! Ne yapayım ki, bu müzik eskidir. Her eski kadar değerli, her eski kadar değersizdir.




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5765607
Online Ziyaretçi Sayısı:7
Bugünlük Ziyaret :649

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.