14.07.2014 / Barbaros Şansal - Sanatın Donu!
Henüz 7’li yaşlardaydım ninenim yanında tiyatroyla tanıştığımda. Elimde aspirin düğme, Toto Karaca’nın şömizyesinin kolunda. Tiyatroymuş sanatın adı o zaman anladım. “Reşat Nuri Sahnesi”nde çocuk oyunlarıyla daha yeni aklanmıştım. Sonra, “Bir Delinin Hatıra Defteri” - Genco Erkal’dan, biraz “AST” (Ankara Sanat Tiyatrosu) derken, “Şan Müzikholu” geliverdi ardından. Perde açılmıştı bir kere yaşamıma, ne 4. duvar vardı ne de 3. gözüm hayatın karşısında. Tiradım değil doğaçlamam yuvarlanıyordu henüz dilimin altında. Daha, 6’lı yaşlardaydım eve ilk antika Kütahya Küp ve hat yazılı, Konya işi tahta kaşıklar bürümcük çevreler eşliğinde büfemize aksesuvar diye geldiğinde; elime mum boyalar ve resim defteri verildiğinde. Resmedip tekniğini gözleyebileyim diye. Narlar, karanfiller ve selviler süslerdi bezemeleri; iğneoyaları, telkırmalar, ciğerdeldiler ve sıçandişiydi işlemeleri. Derken, Çanakkale, Tokat ve Yıldız porselen giriverdi sıra sıra. Daha o zaman anlamıştım “Seramik” denen sanat da vardı bu dünyada. Terracotalar eserken Jale Yılmabaşar rüzgarında; heykeli de yanına katınca, Erdinç Bakla, Fureya Koral da giriverdi bakışımın kulvarlarına...
Sanırım 5’li yaşlardaydım, babam Nat King Cole’dan jazz söylediğinde, Zeki Müren’ler, Behiye Aksoy’lar vardı radyo nağmelerinde. Kuzenimin piyano hocasından fildişi ve ebonit klavyede Bach, 25 yıl önce de terzihanemizdeydi Hamiyet Yüceses, Gönül Akkor ve Müzeyyen abla vah vah. Balede, Özkan Arslan ve Meriç Sümen “AKM”de “Ferhat ile Şirin” der, “Moğollar”, “3 Hürel”, Fikret Kızılok, Cem Karaca ve “Kurtalan Ekspres”, Barış Manço ve Fazıl Say’ı da koyunca gerisini “loop’la da kes” diye ancak bugünküler der.
Derler ki 4 yaşındaydım ilk yazlık sinemaya gittiğimde. Belgin Doruk, Ayhan Işık koca koca afişlerde, sonradan geldi Parla Şenol ve Ömercik, yıllar geçtikçe Yılmaz Güneyler, Atıf Yılmazlar Ferzan Özpetekler öğrendik. Karşı komşumuz oldu filmlerdeki figüran hakim Ali Bey, Aliye Rona, Fikret Hakan gibi isimler adeta oyunculuğa sunulandı adı “mey.” Matine, halk günü dolardık, reklam arasında frigo, gazoz vardı da ancak film süresince çekirdek ve patlamış mısır çıtırdısı duymazdık... Henüz 3 yaşındaydım aklıma sanat düştüğünde, tahta ünitelerden mimari birleşimleri üst üste dizdiğimde, sonradan girdi hayatıma apartman, İzmir’deki ahşap yalı mazide kaybolup gittiğinde. Derken “laz müteahhit”e dönüştü tost büfelerinden yetişenler, şimdi Topkapı-Zeytinburnu’ndaki mahalleleri bile tenekeden “Toki”ye devşirdiler. Ne kaldırım kaldı, ne park, ne de bahçe yaya geçidinde, deccalın altında can verdi Sevim Tanürek yeşil ışıkta geçerken bile...
Çok küçüktüm başucumda masal okunduğunda, Ömer Seyfeddinler, Kemal Tahirler, Kemalettin Tuğcular zihnime yerleştiğinde. Sonradan geldi Teksas, Tommiks ve Zagor; Oysa, Orhan Boran ve Yuki, yanında Keloğlan ve bir de Hüdaverdi koy. Akbabayla başlamıştı retorik hicivim “Abdülcambaz”dan, “Gırgır”a alayını izlemiştim. Ne aruzu kalmış ne hece ölçüsü, Fuzuli’den Nesimi’ye küsmüş, ekranda aşağı düşmüş bugün reklamın döngüsü. Derken “Suç ve Ceza”, “Fareler ve İnsanlar” çoktan biz olduk bak sonunda. Leyla Gencer’in külleri boğaza salınmaya mahsurlu bulundu. Mezbahanın sahnesinde vizyon diye bağırana, sanatı donunda sermaye olan misyonere kese mi doldurturdu? Unutma! Bedeli ödenince rakı masasına meze olur allı pullu, süslü püslü sahnedeki insanlar, tuvaletçiden giden peçetede mutlaka bir randevu ayarlar. Atölyesi olur yaratıcı üretimin, otel odasıdır mesele bilinmez faturası suretinin. Sanat -cı’lı -ci’li anlamaz. Kusura bakma kardeş, kızmak için ar-namus bilmeli yüzü yumuşak olanın belki ama yüzsüz olanın sanatının donu asla kurumaz.
Aydınlık Gazetesi - 14.07.2014, Pazartesi