Çetin Yiğenoğlu - Aydınlanma ve Müzik

    Müziğin Işığı

    Hayat hareket üzerine kuruludur. Her hareketin de bir sesi var; her sesin bir rengi, tınısı, ezgisi…

     Hiçbir zaman tam algılanamayacak bir hareketler dizgesinin ortasına doğan insan, önce sesi duyar; ışığı ve dünyayı seslerle algılar. Daha ana karnındayken duyduğu ilk ses ritimsel olmalıdır; büyük olasılıkla annesinin kalp atışlarıdır bu. Dünyaya gözlerini açtığı an ise doğadaki sonsuz sesle çınlar kulakları. Sonra kendi sesini duyar. Milyonlarca yıl önce de böyle oldu bu ve doğduktan bir süre sonra taklit etmeye başladı duyduğu sesleri; kuş, hayvan, nehir, deniz, ağaç, duyduğu ne sesiyse taklit etti…

     Her sesi algılayıp, çözümleyip değerlendirirken farkında olmadan ezginin temelini attı ve insana özgü, ancak insanın becerebileceği farklı bir anlatım yöntemi yarattı.

     Doğayı taklit etmek için önce kendi sesini kullanan insanoğlu, bununla yetinmeyerek zamanla yalnızlığını unutmak, korkusunu yenmek ve tapınmak için de sesler çıkardı; ruhsal durumuna göre biçimlenen ve kiminde neşeli, kiminde hüzünlü olan bu sesler gelecekte yaratılacak ezgilerin omurgaları gibi bir şey oldu. Bir savaş öncesinde korku bastırmak ve savaşçıları yüreklendirmek için atılan naralarla sevinç belirtisi bir çığlık, geleceğin müzik sanatında askeri marşlara, destanlara, sonraki kuşakların öncülleri hakkındaki bilgi kaynağı destanlara nota taşırken doğa güçleri karşısında duyulan korkuyu, yalnızlığı ve çaresizliği unutmak için dudaklardan dökülen yakarıp yalvarma mırıltıları dinsel ezgilerin, ilahilerin porte çizgisini çekti. Bu arada, bir haberleşme gereci olarak kullanılan davul ya da herhangi bir vurmalı çalgı, duyulan o gizemli ilk ritimden esinlenilerek yaratıldı, kimbilir…

     Toplumsal yaşam geliştikçe, büyücülüğün yanı sıra hastalıkların sağaltımında da yararlanılan müzik, zaman içinde insanın düşünce ve imge gücünü uyararak günümüzdeki evrimine ulaştı ve en yaygın sanat olma özelliğini kazandı. Bunda müziğin kültürel, eğitsel ve ekonomik alanda, bireysel ve toplumsal açıdan işlevsel olması kadar müziksel anlatım da rol oynadı. Her sanat dalında olduğu gibi dolaylı anlatan, ancak bu özelliği yapısal açıdan hemen dikkat çeken müzik, hep sezdirerek anlatır anlatacağını; betimlemeye çalıştığı acıyı, sevinci, tutkuyu, hüznü notalarla sezdirmeye çalışır.

     Bu özelliğinin yanı sıra, tiyatroyla birlikte belki de en eski sanat dalıdır müzik. Bana göre, müzikle tiyatronun tarihi eş dönemde başlamıştır. Kendi sesini kullanırken bir kamışı ya da benzer bir nesneyi üfleyerek, taşları birbirine vurarak, eline aldığı bir sopayla içi çürük meşe kütüğünü döverek ritimli sesler çıkartan, bu arada ellerini birbirine vuran, ayaklarıyla tepinen ve derdini anlatmak için mimiklerini jestleriyle destekleyerek ışığını arayan insan, binlerce yıl öncesinde müzikle birlikte, tiyatronun ve operanın da temellerini attı.

     Çünkü, müzik tarihine şöyle bir bakıldığında bile bugünün operasına ait temel harcın daha ilk çağlarda konulduğu görülür. Bu kanıyı eski Mısır’da kadınların şarkı söyleyerek dans ettiği gelişmiş bir dans kültürünün var olması besler. Eski Yunan’da müzik, dans ve şiir, dinsel törenlerin olmazsa olmaz unsurlarıdır. Homeros’un müziği tanrısal bir uyarı, insan kişiliğini etkileyen bir güç olarak görmesi boşuna değildir.

     Her şeyin özünü, ilksel nedenini arama merakıyla yanıp tutuşarak yaşayan insanoğlu, binlerce yıl öncesinde bile müzikoloji üzerine epey kafa yordu. Antikçağ filozoflarından bazıları müziğin temelini doğanın ritmine bağlarken bazıları müzikle matematiğin ilişkisi üzerine ciddi araştırmalar yaptı. Eski Yunan’da müziksel uyumu matematiksel formüllerle dile getiren Pisagor, müziksel düşünmenin gelişimini etkileyen filozofların başında gelir.

     Sanırım, müzik sözcüğünün ‘Mousa’ (Musa)’dan gelmesi de, insanın müziğe olan bu antik tutkusundan kaynaklanıyor. ‘Mousa’nın eylemleriyle ilgili olan’ anlamına gelen ve ilkçağ söylencelerine göre kırlarda çalgı çalıp, türküler söyleyip insanları mutlu ederek esen kılan Mousa adlı mitolojik topluluğun anısına dayanan müzik bu tutkuyu vurguluyor.

     Sözcük anlamı, mutluluk ve esenlik gibi kavramları çağrıştırsa da müzik, her çağda, her toplumda o toplumun gereksinimine yanıt veren bir anlatım yolu, kendine özgü bir üslup yarattı.

     Zamandizinsel bir bakış açısıyla yaklaşıldığında müzikteki evrimsel gelişmeler İlkçağ’da Mısır, Sümer, Çin, Hindistan, İbrani, Yunan, Roma; Ortaçağ’da Bizans, Ambrosius ve Gregorius ezgileri, ilk nota dizgeleri missalar, ilk din dışı ezgiler, gezgin şarkıcılar; Rönesans’ta, barok, klasik, romantik ve içinde bulunduğumuz çağda ise modern müzik başlıklarıyla sıralanabilir.

     Ancak, müzik, bugünkü noktaya öyle kolay gelmemiştir. Tek sesli İlkçağ müziğinden, hızlı bir evrim sürecine girilen Ortaçağ’a dek, karanlık bir sessizliğe mahkum edilen müziğin günümüzden geriye doğru son beş yüz yıldaki serüvenine başlamasına dek kilisenin baskısı belirleyici olmuştur.

     İnsanlık, tek tanrılı dinlerle tanıştıktan sonra Hıristiyanlığı ve Hıristiyan skolastiğini yaratmasaydı, müzik ışığına belki daha önce kavuşacaktı. Sonrakinin öncekini yadsıma, reddetme yapısı, müzik alanında etkili olmasaydı belki bir bin beş yüz yıl daha kilisenin baskısı altında soluksuz geçirilecekti.

     Ortaçağ öncesinde, yaklaşık bin beş yüz yıl müziğe ilişkin her şeyin kilise tarafından belirlenmesi belki de her alanda hayatın kararmasına yol açtı, kimbilir… Her türlü çalgı aletini kullanmanın dine aykırı ilan edildiği dönemler yaşanırken coşkudan, ışıktan söz edilebilir mi hiç?

     Kilise, o dönemde yasakçı ve karanlık tutumunu sürdürürken müzikte yapısal konulara bile müdahale etmekten çekinmiyordu. Örneğin, kiliseye göre tek bir kutsal çalgı vardı, o da insan sesiydi. Bu nedenle her türlü çalgı yasaklanmalı, kilise öncesi müziği çağrıştıracak belgeler yok edilmeliydi. Çünkü, çalgılarla yapılan müzik dansı, dans ise çok tanrılı dönemi, putperestliği çağrıştırırdı.

     Batı, o karanlık dönemde yeniliğe kapalıydı. Yenilik ışık demekti. Hıristiyanlığın ilk yıllarında, kültür ve sanatta daha özgür ve özgün bir ortamda yaşayan Doğu toplumları ise birçok alanda olduğu gibi müzikte de Batı için esin kaynağıydı. Bugün Bizans ezgileri diye tanımlanan ve etkisini M.S. 4. yüzyıla dek sürdüren ezgilerin temelini Doğu müziği oluşturuyor.

     Batı’da geçirilen müziğin bu karanlık döneminde iki din adamını hatırlamadan geçmemek gerekiyor; Aziz Gregorius ve Aziz Ambrosius.

     6. yüzyılda Roma’da papalık da yapan Aziz Gregorius’u nasıl ‘yad etmeli’ bilmem, ama o güne dek bilinen ve yaygın ilahilerdeki halk ezgilerini ayıklayarak dinsel müzik geleneğini geliştirip yerleştiren biri olduğu aklımızın bir köşesinde durmalı diye düşünüyorum.

     11. yüzyılda Bizans’tan Milano’ya giden Paşpiskopos Aziz Ambrosius’un çalışmaları ise biraz farklı bir anlam içeriyor. Ambrosius, İbrani ezgilerinin etkisindeki halk ezgilerini dinsel içerikli sözlerle birleştirmesiyle dikkat çekiyor. Bugün bile Milano kiliselerindeki törenlerde çalınan halk ezgilerindeki ritmik yapı korunarak yapılan derlemeler Ambrosius ezgileri olarak anılıyor.

     Kilisenin müzik üzerindeki baskıcı tutumunun kaldırılmasında 11. ve 13. yüzyıllar arasında dünyasal temalara yaslanan, yaşama sevinci yüklü ezgilerin ortaya çıkmasının etkili olduğu anlaşılıyor. Bu bağlamda derebeylerin şatolarında şarkı söyleyip şiir okuyan Troubadour adlı aşık, saz şairi, gezgin ozanları anmadan geçmemek gerekiyor.

     Bu ve benzeri çağdaş zorlamalar olmasaydı kolay kolay geri adım atacak gibi görünmeyen kilise, böylece 12. yüzyılda çoksesli müziği kabul etmek zorunda kaldı.

     Bu gelişmeler sonucunda tinsel ezgilerin yerini chanson denilen, temeli halk ezgilerine dayanan müzikle ‘motet’ denilen Latince sözler üzerine yazılmış çok partili besteler alırken kilise ezgileri arasına kontrpuantal ögeler de katılarak Rönesans ışığı yakıldı ve müzik alanında skolastik yapı tarihin belleğine gömüldü.

     İnsanlık, Batı’da dinin baskısından kurtulmaya karar verdikten sonra büyük bir sıçrama yaparken müzikte ilkçağlardaki tek sesli yapıyı Ortaçağ’da iki seslilik, üç seslilikle aşarak armonisel çok sesliliğe ulaştı ve aklın öne çıktığı Rönesans’ta, hayatın her alanında benliğini bulacak, kendini arayan insana yöneldi.

     Müzikte Rönesans’ın önü tam anlamıyla 15. yüzyılda açıldı. ‘Dufay Çağı’ (Guillame Dufay) olarak da bilinen bu dönemde yapılan atılımlar sayesinde müzikteki büyük evrimsel sıçrama gerçekleştirildi. Müzik formları, biçimleri geliştikçe, müzikte rahatlama, özgürleşme sağlandı. İnsanlar tinsel kalıplardan kurtulurken (bizdekinin tersine ) müziklerindeki kalıpları da kırdılar. Besteciler, eserlerini özgür biçimde yazmaya başlayınca içinde yaşadıkları toplumda meydana gelen gelişmeleri de eserlerine özgür biçimde yansıttılar.

     İşte, biraz da bu yüzden, Rönesans’la yapılan kültürel evrimi müziğin rolüyle birlikte değerlendirmek gerekiyor. Çünkü, çoksesli müziği Ortaçağ karanlığının dinamikleri doğurmadı, müzikteki ışığı yakmadı; karanlıkları aydınlatmaya kararlı aydınlık insanlar yaktı. Müzik sanatı, yetiştirdiği devrimciler eliyle resim, heykel ve mimarlıkta olduğu gibi kendi devrimini kendi yaptı.

     Bunda eş dönemde gerçekleştirilen bir icadı ve bir dinsel hareketi, matbaanın icadıyla Protestan hareketinin katkılarını da göz ardı etmemek gerekiyor.

     Alman Rahip Martin Luther’in onaltıncı yüzyılın ilk yarısında Katoliklik ve Ortodoksluğun karşısına Protestan mezhebini kurması, çağdaş müziğin evriminde büyük rol oynadı. Luther iyi bir papaz, öncü, önder bir din adamı olduğu kadar iyi bir müzisyendi de. Flüt ve lavta çalıyordu. Dinsel alanda başardığı reform hareketini müzik alanında da gerçekleştirdi.

     Luther’in Almanya’da başlattığı hareket, eş zamanda başta İtalya olmak üzere birçok Avrupa ülkesine yayıldı ve müzikte Rönesansın gerçekleştirilmesine ciddi katkılar sağladı. Böylece, Batı müziği aldığı bu hızla çağdaş açılımlara yöneldi. Rönesans müziğini 18. yüzyılda barok, 19. yüzyılda klasik, neoklasik, romantik ve neoromantik, 20. yüzyılda ise modern müzik izledi.

     Bizim müziğimiz ise Batı’nın tersi, Batı’nın terk ettiği yola girdi; ezgi bağlamında varsıl kökeni itibariyle bugün çok daha yüce ufukları zorluyor olması gerekirken yaşamakta olduğumuz karmaşık tablo yaratıldı; bununla da yetinilmedi ve çağdaş uygarlık düzeyine çıkmamızı engelleyecek, önümüzü hepten kesecek yeni bir ortaçağ karanlığında yaşamamız için komplo üstüne komplo programları tezgâhlandı. Batı, Ortaçağ’dan kurtulup ışığın, aydınlığın kapısını aralarken biz Ortaçağ kapısından karanlıklara daldık.

     Batı müziği dün Anadolu’dan besleniyordu; halk müziğimizin de mayalandığı kültürü yaratan Hatti, Huri, Hitit, Lidya, Likya, Fenike ve daha birçok uygarlığa ait ezgilerle harmanlanmıştı. Üzüntü, ağıt, sevgi, aşk, kahramanlık ve doğa sevgisi gibi bir dizi temaya yaslanan halk müziğimizde işte böyle bir Anadolu’ya ait ezgilerin izleri baskındır. Bugün ulusal müzik dediğimizde bu yapıya dayanarak yaratılmış müzik eserlerini anlıyoruz. Çünkü, Anadolu uygarlıklarının helal süt emmiş tek varisi biziz…

     İşte, böylesine varsıl bir mirasa sahip olmamıza karşın, bizim müzikte çağdaş ufuklara doğru yürümemizi sağlayacak kapı ne yazık ki yaklaşık beş yüz yıl önce çağ açan bir padişah tarafından kapatıldı. Batılı, bu beş yüz yılda Rönesans’la Reform’la devrimler gerçekleştirip dünyayı değiştirirken halkından matbaayı gizlemekle meşgul olan bir Fatih ve uleması halkına karanlığı layık gördü. Bizans’ı fetheder etmez, sözümona ilk iş kültür ve müzik konusuna el attı. Sarayda, Enderun’da bir musiki mektebi kurdu. Tanzimat’tan sonra "Muzıkayı Humayun" adıyla işlevini sürdüren bu müzik eğitim sistemi Batı’ya kapalı olduğu gibi müziğin Batı’da ulaştığı evrim çizgisine yaklaşmaktan da uzaktı. Uzmanların ifadesine göre bu uygulanan teknik nedeniyle zaten olanaksızdır. İşte, müzik alanında mahkum edildiğimiz bu kunt teknik, (komalı sistem) müzik yoluyla İslam skolastiğinde boğulmamıza yol açan önemli etmenlerden biri oldu.

     Konuya komplo teorisi mantığıyla bakınca müzik alanındaki gelişmeler, bugün ılımlı İslam rolü verilmeye çalışılan Türkiye için sanki beş yüz yıl önce tasarlanmış diyesi geliyor insanın. Neyse ki bir Mustafa Kemal çıktı da, Çağdaş Türk Müziği alanında devrimci girişimlerde bulundu. Daha Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde, 1924’de "Musiki Muallim Mektebi"ni açtı. Bunu 1930’larda konservatuvarlar, operalar, tiyatrolar izledi. Yine Atatürk’ün buyruğuyla ulusal müziğimizin yaratılması amacıyla derleme çalışmaları yapıldı. Bunun için ünlü Macar müzik adamı Bela Bartok Türkiye’ye davet edilerek yurdun çeşitli bölgelerinde yapılan çalışmalarla halk ezgileri derlendi. Bugün, eğer elimizde binlerce derlenmiş halk ezgisi varsa bu o çalışmaların mirasıdır.

     Bizim Rönesans’ımızda da işte böyle bir atılımla beş yüz yıl önce kapatılan kapı açılarak müziğimizin özgür bir yapıya kavuşturulması amaçlandı.

     Ancak, birçok alanda olduğu gibi müzik alanında da 1946 ruhuyla birlikte karşı devrim dinamikleri devreye girdi. Atatürk’ün yapmaya çalıştığı müzik devriminin felsefesine ters uygulamalara başlandı.

     Gitgide Atatürk’ün kemiklerini sızlatacak bir yapı oluşturuldu. Süreç içinde, iletişim alanındaki gelişmelerin de baskısıyla piyasa müziği topluma egemen kılındı. Adı, tekniği, içeriği ve işlevi açısından değerlendirildiğinde öz müziğimiz olup olmadığı hala tartışılan Türk Sanat Musikisi özendirildi. Bu amaçla yurdun her yerinde yüzlerce dernek kurduruldu. Kimi gün arabesk ön plana geçirildi, kimi gün pop müziğin herhangi bir versiyonu. Bir yandan tekno müziğin de egemenliği kuruldu. İletişim ve elektronikteki teknolojik gelişmeler ise hepsinin üzerine tüy dikti. Sonunda TV programlarından CD satışlarına koskoca bir alan piyasa müziği mafyasının insafına bırakıldı. İnternet ve uydu üzerinden yapılan yayın, kültürel ve sanatsal hareketlerin yanı sıra her alanda hayatı tehdit etmeye başladı.

     Kurt bulanık havayı sever derler. Sonunda istedikleri oldu ve artık ülkemizde her türlü müzik yapılmaya başlandı. Poptan caza, arabeskten taverna müziğine, protest müzikten Hafif Türk Sanat Müziğine popüler müzik, Divan müziğinden halk müziğine, dinsel müzikten askeri müziğe geleneksel müzik derken bir kör dövüşüdür gidiyor.

     Bugün, ülkemizde dünyaya gözünü açan her çocuğun kulağı bir kirli müzikle çınlıyor. İlkokul düzeyinde bir çocuğun ihtiyacı olan müzik eğitimi okulların dışında, ailelerin bilinç düzeyine göre ya özel eğitim yoluyla ya da bazı sağduyulu halk önderlerinin gözetiminde çalışan birkaç dernek tarafından veriliyor.

     Ulusal sorunlarımız, açmazlarımız bir yana, dünyada da olağanüstü bir süreçten, daha doğrusu kaos sürecinden geçiliyor.

     İçinde bulunduğumuz çağın Rönesans’ı hazırlayan çağla ortak bir yanı bulunuyor. Bilindiği gibi Rönesans’la birlikte ulus devletin de altyapısı hazırlanmıştı. Bugünse ulus devlet yapısal olarak yok edilmeye çalışılıyor.

     İnsanoğlunu tarihsel, toplumsal ve tinsel açıdan bugünkü uygarlık noktasına getiren köklü değişimlerin, en büyük atılımın tohumu “akıl çağı” olarak da bilinen Ortaçağ’da atıldı. O dönemde, bir yandan çağın güçlü monarşilerine (krallıklar, imparatorluklar) karşı siyasal güç mücadeleleri yürütülürken bir yandan da hümanizma adına kiliseye karşı, Hıristiyan skolastiğine karşı Rönesans ve Reform hareketleri geliştirildi.

     Bir başka deyişle bir yandan “siyasal bir güç olarak evrim (aydınlanma yolunda) yeni bir sınıf olarak burjuvaziyle birlikte ulus devletin yaratılması” amacıyla evrensel bir kuluçka dönemine girilirken, bir yandan da bilimsel, kültürel ve sanatsal eksende büyük bir “zihinsel evrim (aydınlanma)” ya da tinsel dönüşüm gerçekleştirildi.

     Büyük çalkantı ve çatışmalarla kurulan bu yapılanmalar üzerine günümüzde yine büyük oyunlar oynanmaya başlandı. Ortaçağın getirdiği merkantilist bakış açısıyla servetini koruması için gereksindiğinde ulus devleti kuran sınıf, bugün küresel iktidarı uğruna dünyanın bir yarısında ulus devletleri yok etmeye, bir yarısında ulus devlet yapısını çürütmeye yöneldi.

     Ayrıca, bugün her hafta bir dilin (lehçenin ya da yerel ağzın) öldüğü bildirilen ve her şeyin pazar ekonomisi çizgisinde yapılandırıldığı bir dünyada evrensel müziği besleyen yerel ezgiler de, tınılar da birer birer yok edilmeye başlandı.

     Böylece insanlık, zihinsel evrim yeteneğinden uzaklaştırılarak farklı bir –tekno– ortaçağ sürecine sürüklenmek isteniyor.

     Bize ise ılımlı İslam modeli uygun görüldü. Bu siyasal programı gerçekleştirmek için de ‘püriten islam’ diye tanımlayabileceğimiz bir kadro siyasal iktidarın başına getirildi. Bu iktidar döneminde yapılanlar bir yana, son altmış yıldır yaşanan karşı devrim sürecinde yaşanan siyasal erozyon müziğimizi derinden etkiledi.

     Ne yazık ki, temeli Türk Aydınlanma Devrimi’yle atılan Adnan Saygunların, C. Reşid Reylerin, N. Kazım Akseslerin, Nevit Kodallıların, Cengiz Tançların ve Zeki Ünlerin yolunu açmaya çalıştığı Çağdaş Türk Müziği sahip olduğu marjinal dinleyici kitlesini bir türlü büyütemedi. Üstelik, bu yapının daha da küçültülmesi, yok edilmesi için yeni siyasi programlar uygulamaya konulmak istendi. 2004 Temmuzunda yaşanan senfoni orkestralarıyla ilgili bunalım bu girişimin bir parçasıdır.

     Şu tesbitim ne kadar doğrudur bilmem, ama bana göre tarih, aydınlıktan yana olanlarla karanlıktan yana olanların mücadelesinden başka bir şey değildir. İşte, biraz da bu nedenle burada müziğin ışığı ve çağdaşlık gibi kavramlar üzerinde biraz durmak gerekiyor…

     Çağdaşlaşma, insanlaşma demektir her şeyden önce; kültürel evrim yolunda gelişim için değişime açık olan insan demektir. Popülerin rüzgârına kapılmayandır. Güncelden elde ettiği verilerle geleceği kurandır.

     Çağdaş müzikse ayaklarını kendi kültürel birikimi üzerine basarak dünyanın neresinde olursa olsun özümsediği yeni ve özgün her türlü gelişimi aşmak için analiz ederek değerlendiren, sürekli daha iyi anlatım olanaklarını araştırırken başka dünyaların özgün ürünlerine yönelik tutumunu kendi yaratılarına karşı da sürdüren bir müziktir. Bunun adı çağdaş, çok sesli müziktir. Çünkü, çoksesli müzik, erdemli (felsefik tanımıyla ‘en yüksek iyi’ anlamında) bir yaşam sürmede daha ince, daha soylu bir duygu dünyası yaratır insanda.

     Yüreğinde bu duyguları yeşertebilecek bir insan ise ancak çağdaş eğitimle yetiştirilir, tekkelerde, zaviyelerde, imam hatip okullarında değil. Amaç, aydın ve özgür insan yetiştirmekse bu, bir bütün olarak ele alınmalıdır ve soruna Aydınlanma Devriminin felsefesiyle yaklaşılmalıdır.

     Arabeske, tekke müziğine, dinsel müziğe karşı durulmalı, tevhid-i tedrisattan ödün verilmemelidir. Unutulmamalıdır ki tekke müziği karanlığa özgüdür, ışıksızdır. Arabesk, tekke müziği, dinsel müzik dinlemek “ılımlı İslam” denilen siyasal yapıya hizmet etmek demektir.

     Kendi öz müziğimizle ilgisi olmayan bir müziği dinlemenin emperyalizmin dayattığı kültüre hizmet etmekten başka bir anlamı ve amacı yoktur.

     Çetin Yiğenoğlu (Cumhuriyet Gazetesi Adana Bölge Direktörü ve Çukurova Müzik Dostları Derneği Yönetim Kurulu Üyesi)
     4 Ekim 2005 Salı – Adana




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5767354
Online Ziyaretçi Sayısı:13
Bugünlük Ziyaret :79

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.