Çetin Yiğenoğlu - Çukurova Sanat Günleri'nin Anlamı

     “Kültür–sanat işin bahanesi, bu bir siyasi parti kurma girişimi, sakın yardım etmeyin!”

     Belki şaka gibi gelecek, ama bir dönemin Fethullahçı olduğu söylenen Valisi, el altından verdiği bu buyrukla Doğu Akdeniz edebiyatının Adana'da masaya yatırılmasını engellemişti... Bunu yıllar sonra öğrendik...

     12 Eylül sarsıntısından sonra yeni yeni gözlerimizi açmaya başladığımız yıllardı... Emperyalizmin farklı bir maskeyle pençesini dünyanın kalbine saplamaya hazırlandığını henüz anlamaktan çok uzaktık... Teknolojideki gelişmelerle para sistemindeki değişmelere koşut, yirmidört saat süreli bir sömürü düzenini egemen kılmanın temelleri çoktan atılmış meğer... SSCB’deki dağılmanın yarattığı şaşkınlığı atlatamadan duvarların yıkılması, Körfez Savaşının başlatılması, mikromilliyetçiliklerin, inanç farklılıklarının kışkırtılması, hemen hergün bir devletin sözümona “bağımsız devletler ailesi"ne katılması tam bir kafa karışıklığına yol açıyordu...

     Bu ara kökten dinci yapılanmalar palazlanıyor, bugün dünyanın baş belası haline gelen kayıt dışı balonu, uyuşturucu–emlâk ve borsa şeytan üçgeninde şişirilerek "öteki" rolünü gönüllü üstlenen ulusal ve uluslararası terör eylemlerini besliyordu...

     Uluslararası sermaye, insanlık ve emek karşısındaki yeni zaferinin keyfini sürüyordu... Türkiye ise adı konulmamış bir savaşı, sosyal devleti yok eden bir karşıdevrim atağını, özelleştirmelerle temeli dinamitlenen eğitimdeki gelişmeleri, sağlık ve sosyal güvenlik alanındaki çözülmeyi, medya tekelleşmesini eli kolu bağlı seyrediyordu. Görülmemiş yükseklikteki enflasyonla gelen esrimeyle verdiği zarar yeterince algılanamayan medya terörü gibi "yükselen değerler"in etkisiyle toplum derinden sarsılıyordu...

     Halkın ve ülkenin zararına birçok program, yaşamakta olduğumuz neoemperyalizmin önünü açmak amacıyla tezgâhlanan 12 Eylül darbesi sayesinde fütursuzca uygulamaya konuluyordu... Bugünü hazırlayan bir tarihsel kırılma noktası olarak 12 Eylül'ün anti Kemalist, anti ulusalcı, anti cumhuriyetçi ve anti demokratik özünü daha net görebilmek için yaklaşık otuz yıl geçmesi gerekiyordu... Harcı 1946 ruhuyla karılan, ilkeleri "karşı devrim ideolojisi"yle beslenen, devlet yönetiminde “otoriter”, sosyal hayatta “muhafazakar/tutucu”, ekonomide “liberal” bir yapılanmayı öngören 12 Eylül programı, ancak yirmi yedi yıl sonra 22 Temmuz 2007 seçimleriyle evrimini tamamlayacaktı...

     İşte, bu program sayesinde büyük ölçüde budandı işçi hakları... Üretim düştü, dışalım arttı, yatırımlar geriledi, gelir dağılımında denge bozuldu, sosyal doku tahrip edildi...

     Türkiye'de yaşamak zorunda bırakıldığımız kötülüklerin uygulamaya konulduğu bu süreçte dünyaya da bulanık bir hava egemendi... Sonradan, "küreselleşme" ambalajına sarılarak sunulacak ekonomik globalizmin/yeni emperyalizmin ne olduğu tam anlaşılamayan ilk adı “Yeni Dünya Düzeni” (YDD), tuhaf biçimde bilinçsiz bir algılamayla hemen herkesin diline pelesenk olmuştu... “YDD”yle Türkiye'de de düzen değişecek, sözümona çağdaş uygarlık düzeyi yakalanacaktı...

     Ancak, Batılıların eliyle bu ulusun pek hayrına bir düzen kurulmayacağını bilecek, buna inanmayacak denli birikim ve deneyim sahibi bir avuç insan, Pentagon'da, Wall Street'de, Maastricht’de yazılan bir senaryonun fotoğrafını henüz tam görememiş olsa da sezgilerinin yol göstericiliğinde olası bir saldırıya karşı duruş geliştirmeye çalıştı... Dünyada, ülkelerinde, dolayısıyla yaşadıkları kentte birçok şeyin tersine gitttiği, çürümeye ve bozulmaya başladığı bir süreçte öyle eli kolu bağlı oturamayacaklarının bilincindeydiler... İşte bu gerçekleri gören, yüreği halkına ve yurduna karşı sorumlulukla çarpan bu insanlar, önce Türkiye'nin ilk bağımsız basın kurultayını, “Yerel Basın Kurultayı” (1992)nı düzenledi Adana'da... Sıra daha sonra geldi “Adana Sanat Günleri"ne...

     Yaşanılır bir kent ortamı yaratmak, yaşadıkları kentte yaşamanın gerekçelerini artırmak, çağdaş bir kent kültürü ve kentli kimliği oluşturulmasına katkıda bulunmak ereğiyle çıktılar yola…

     Karanlıkta bir kıvılcım etkisi yaptı “Adana Sanat Günleri”nin birincisi. Bir yıl sonra ikincisi düzenlendi. Hayatın güzelleştirilmesi yolunda verilen emeklerin pırıltısı “yerelden ulusala, ulusaldan evrensele” sloganında yankılandı bu kez... Paneller, söyleşiler, resitaller ve şan konserleriyle renklendi küçük dünyalar...

     Bu iki etkinlikteki başarının verdiği özgüvenle “III. Adana Sanat Günleri”nin “uluslararası” nitelikte düzenlenmesine, “Doğu Akdeniz Edebiyatı”nın masaya yatırılmasına karar verildi... Böylece, Doğu Akdeniz'e kıyısı olan ülkelerin “PEN Yazar Dernekleri”yle ilişki kuruldu, gelecek konuk sanatçıların programları hazırlandı... Yurtdışından gelecek konukların uçak bileti ve konaklama giderleri karşılanmıştı, ama İstanbul'dan gelecekler için kaynak sorunu çıktı ortaya... İstanbul'da yaşayan “yurttaşımız” sanatçıların büyük bölümü otobüsle gelmeye gönül indirmeyince başta malum vali, kent yöneticilerinin kapısı çalındı... Ancak, kentin iki büyük yetkilisinden biri olan vali el altından “siyasi parti kuracaklar” yönergesini verirken düzenleme yetkilisine ekonomik krizi gerekçe gösteriyor, bir başka yetkili ise "sanat da benden sorulur" provokasyonuyla köstek oluyordu. Böylece güzel ve büyük bir uluslararası etkinlik düzenlenemedi...

     Vali bey haklıydı...

     Çünkü, “I. Adana Sanat Günleri”nin açılış bildirgesi bile onun gibi düşünenleri haklı çıkarmaya yeterdi... Özetle şöyle deniliyordu bildirgede:

     "Birçok yüce değerin metalaştırılmaya çalışılarak çirkin siyasete endekslendiği günümüzde bir bunalım sürecinden geçilmektedir. Ulusal bilincin yaralandığı,  ekinsel yapının erozyona uğradığı bu süreçte birçok alanda da çöküntü meydana gelmiştir."

     “II. Adana Sanat Günleri”nin açılış bildirgesinde yazılanlar da malum Vali ve şürekası gibi düşünenlerin katlanacağı türden değildi:

     "Dünyamız büyük bir değişim ve dönüşüm sürecinden geçiyor. Bu süreçte çağın dayatmaları ve yönlendirmelerinden olumsuz etkilenen Adana da kültür emperyalizmince kuşatıldı; kültürel kirlenmeden payını alarak yeniden, ama negatif biçimde yapılanmaya başladı. Önce demografik denge bozuldu. Bu olgu ortaya köy–kent karışımı ucube bir yapı çıkartırken bireysel ve toplumsal alanda kimlik erozyonuna yol açtı. Dünden bugüne bir kültür adası olagelen Adana’da kültürel, sanatsal, toplumsal değerler yok olma tehlikesiyle karşı karşıya geldi..."

     Vali Bey haklıydı...

     “Adana Sanat Günleri”ni gerçekleştirenler parti kurmasalar da taraftılar...Halkın tarafındaydılar... Çünkü, emperyalizmin yeni sömürü düzenine ilişkin büyük fotoğrafı artık görüyorlardı...

     Görüyorlardı, her şeyin satıldığını, pazarlandığını... İnsanların bireyselleşme adına her türlü değerinden uzaklaştırılarak yozlaştırıldığını, böylece tam bir meta toplumu yaratıldığını... Toplumun hepten şirazesinden çıktığını görüyorlardı... Küçük bir azınlık, vampir emperyalizmin işbirlikçiliğine soyunup halkı nasıl sömüreceğinin hergün yeni bir hesabını yaparken büyük çoğunluğun kendisine biçilen rolü oynadığını, talandan kendisine sunulan bir lokma ekmek, bir hırka yelekle ahretliğini yapmaya çalıştığını görüyorlardı... Acı, ama büyük çoğunluk farkında bile değildi “öteki” rölünü oynadığının... ABD öncülüğündeki küresel emperyalizmin yarattığı iki “öteki”den birisinin “ulus devletler”, öbürünün “terör”, küreselleşmeye/globalizme uygun terör, radikal İslamdan beslenen terör, kendilerinin de birer figüran olduklarının farkında bile değillerdi...

     Ah! Oynadıkları rolün neye hizmet ettiğini bir bilselerdi... Ah! Bir anlasalardı, kapitalizmin son aşamasının yaşandığı bu süreçte “kültür emperyalizmi”ne nasıl hizmet ettiklerini... Ama nerdee...

     Onlar sadece verili rolü oynuyorlardı ve bilinçsizce de olsa yer altı, yerüstü varsıllıkların yanı sıra kültürel ve sanatsal değerlerinin bile pazar ekonomisinde ranta dönüştürülerek ülkenin hepten satılmasına alet ediliyorlardı... Yazık ki, olay örgüsü mafyavari öykülerle biçimlendirilmiş senaryolarla uyutulmaya çoktan razı görünüyorlardı... Böylece gitgide şiddete özendirilmekten hoşlanmışa da benziyorlardı...

     Türlü toplumsal manipülasyonlarla büyük bir seyirci kitlesi yaratan emperyalizm, dünyanın kalbi sayılan bu ülkede de eğlence estetizmine kurban edilmiş bir sanat anlayışıyla dünyayı çözüp bozarak şizofrenik bir yapı oluşturmaya çalışıyordu; İslama ve İslam dünyasına yaklaşımı işte bu bakış açısının ürünüydü...

     Ah! Benim köylü kurnazı halkım, neye hizmet ettiğini bir bilseydi, malum Vali ve temsil ettiği siyasi misyon seçimleri hiç kazanabilir miydi Temmuz 2007'de?

     “Adana Sanat Günleri” deneyimini kopya çeken malum yönetimlere hizmet eden kapı kulları, daha o günlerde “Adana Sanat Günleri”nde yapılanları yapmaya öykünmüşlerdi... Daha düne değin kültür sanat etkinlikleri denilince arabesk ya da pop müzik konserleri düzenlemek sananlar, birdenbire nitelikli sanatla ilgilenmeye başlayarak sanatın her dalına metastaz yaptılar... Yerel yönetimler bütçelerinden bu işler için akla ziyan kaynaklar ayırdılar.

     Bu ne rastlantıydı, anlaşılır gibi değildi... Üniter anlamda sanat çalışmaları için genel bütçede kaynakları kısan, kadrolarda tenkisata giden, sanat kurumlarını kapatmaya kalkışan bir siyasal yapı, iktidarını elinde tuttuğu yerel yönetimlerde kültür ve sanata karşı pek iştahlıydı nedense; bu nemenem bir rant kaynağıysa... Yerel yönetimler birden bire kültür–sanatsever olmuşlardı... Ekseni kaymış bazı sanat kuruluşlarının omurgasız yöneticileri ise daha önceki “referans noktası” kimliklerini kullanarak onlarla kolkola ortak etkinlikler düzenlemeye başladılar bu kez...

     O günler için zor gelse de “III. Uluslararası Adana Sanat Günleri”ni düzenleyememek çok şey öğretti aydınlığın temsilcisi o bir avuç insana... Bu gelişmeler karşısında onurlu bir duruşun çok daha anlamlı olduğunun bilinciyle hareket ettiler... Aldıkları yenilginin yanı sıra yükselen siyasal islamcı yapıdan yana tavır koydukları için bir zamanların “referans noktası” bazı kokuşmuş sanatçı ve sanat kuruluşlarıyla yollarını ayırdılar...

     “Adana Sanat Günleri” yaşadığımız günlerin olumsuzluklarına karşı bir duruş, bir direniş olarak yerleşti belleklere... Bu onurlu direnişe birçok değerli sanatçı ve nitelikli sanat kurumu destek verdi... Eski “PEN” ve “BESAM” Başkanı Alpay Kabacalı, eski “PEN” Başkanı Üstün Akmen, “TYS” başkanları Cengiz Bektaş ve Enver Ercan'ın katkı ve destekleri sanat–edebiyat tarihine yazıldı...

     “Uluslararası Antakya Kültür Sanat ve Edebiyat Günleri” de bir direniştir... Bu direnişin önderi Mehmet Karasu da “Adana Sanat Günleri”yle eş dönemde verdi savaşımını... Bu savaşımın Hatay cephesinde direniş bayrağını göndere çekerken “AALEN–Antakya Kültür ve Sanat Derneği”nin önderi olarak benzer kaygılarla soluk alıp veriyordu...

     Koşullar iki “TYS” temsilcisini, Karasu ile bu satırların yazarını yıllar sonra bir araya getirdi... Gün geldi bir paneli birlikte omuzladılar, gün geldi bir imza ve söyleşide aynı havayı soludular... Gün geldi, çoksesli müzik alanında uğraş veren “Çukurova Müzik Dostları Derneği” (ÇUMDER) ile dayanışarak Antakya'da, Adana'da, Gaziantep ve Mersin'de müziğin tınılarının yankılanmasına çabaladılar...

     Yine gün geldi, “Yerelden Ulusala, Ulusaldan Evrensele” sloganıyla “Çukurova Sanat Günleri”ni düzenlediler. Etkinliğin adında “uluslararası” nitemi yoktu, ama büyük bir uluslararası etkinlikti başarılan... Bu etkinlik “III. Uluslararası Adana Sanat Günleri”ni yaptırmayanlara sanatçıların çok güzel bir yanıtıydı... Adana, Antakya, Gaziantep ve Adana'da eş zamanda paneller, şiir dinletileri, edebiyat söyleşileri ve konferanslar düzenlenmişti... Atlas Okyanusu’ndan Ortaasya’ya değin, Afrika kıyılarından Ortadoğu'ya, oradan da Kafkaslar'a uzanan coğrafyada yetişmiş sanatçılar, bilim insanları (kültür bakanları, rektör yardımcıları, profesörler) bir hafta boyunca Çukurova'da soluk alıp verdiler...

     Karasu'nun öncülüğünde “Arap Yazarlar Birliği”yle Şam'da başlatılan işbirliği, bu büyük organizasyon, Adana'da “Arap Edebiyatçılar ve Yazarlar Birliği”yle imzalanan sözleşmeyle boyutlandı... Ancak kültür bakanlıklarının yapacağı oylumdaki bu büyük projenin imzaları “Türkiye Yazarlar Sendikası”nca Adana'da, Çukurova'nın merkezinde atıldı... Söze Adana'yla başlayıp Çukurova'yla çıktık...

     Adana denilince tek başına bir kent, bir Adana algılanmamalı... Adana denildiğinde Çukurova gelmeli akla... Bu iki ismin tarih boyunca birbirini bütünlediği unutulmamalı; Çukurova'sız Adana, Adana'sız ya da Hatay'sız, Osmaniye'siz, Kahramanmaraş'sız, Mersin'siz Çukurova düşünülmemeli... Biz buna bir de Gaziantep'i ekledik... Gaziantep'siz de Çukurova düşünülmemeli... Gaziantep'ten Mersin'e, Hatay'a, Maraş'a burası bambaşka bir dünyadır, bilene, anlayana… Yaklaşık 4 bin yıl önce Çukurova'ya “Adanova” adını koyan Hititler de buraları farklı ve bağımsız bir ülke gibi görmüş olmalılar ki Adana'yı Hatay, Mersin, Osmaniye ve Kahramanmaş'ın yer aldığı coğrafyayla birlikte değerlendirmişler... Hititler ve daha sonra kolonizasyon amaçlı gelenlerin hepsi her zaman bağımsız bir ülke gibi görmüşler bu bölgeyi... Amanoslar'ın Toroslar’la bir dik açıyla kesişerek doğu, kuzey ve batıdan kucakladığı bu coğrafya gerçekten de başlı başına bir ülke görünümünde... Ne insanı başka insanlara, ne iklimi başka iklimlere benzer... Bitkisi, hayvanı, börtü böceği de öyle... Türkiye'de, dünyadaki bitki türlerinden yaklaşık oniki bini bulunurken bu güzel topraklarda altı bini endemik, yaklaşık onbir bin bitkinin bulunması acaba neyle açıklanır? Bize göre tek bir tanımı vardır bunun:cennet...

     İşte bu cennet ülkede, yukarıda anlatıldığı gibi olmuyordu, herşey her geçen gün daha da kötüye gidiyordu... Oysa yakın zamanlarda yarattığı katma değerle ülke ekonomisine yüzde 70'lik bir katkı koyma onurunu yaşarken ne olmuşsa olmuş birden bire çok geri sıralara düşmüştü...

     Karasu'yla bizi işte bu kaygı birleştirdi “Çukurova Sanat Günleri”nde... Irak cehennemi cayır cayır yanarken, komşularımız hop oturup hop kalkarken biz yatağımızda rahat uyuyamazdık... Uyumadık, uyumuyoruz, uyumayacağız da...

     Şimdiye dek yaptığımız, her an çevremizdeki ateşe itileceğimiz, ellerimize kan bulaşacağı korkusuyla yaşarken acaba bir şeyler yapabilir miyiz diyerek yola çıkmaktan başka bir şey değildi... Yarın ülkemizin güçleri emperyal emellere alet edildiğinde, en azından komşularımızla kolay bozulamayacak dostluklar kurulmasına katkı koyabilirdik... İyi ilişkiler geliştirilmesine hizmet edebilirdik... Şunu çok iyi biliyorduk ki uygarlıklar geçiciydi; kültürel kalıtlarla biçimlenirdi insanlık... Ortak kalıtların üzerinde ülküsel yolculuklarını yapan halklar birbirine düşman olmazlardı... Uygarlık bir devleti güçlü kılabilirdi, ama büyük yapmazdı... Büyük olan, büyük acılardan, büyük birikim ve deneyimlerden kültürel kalıtlarını damıtan halklardı...

     O bir avuç insanın yaptığı sadece emperyalizmin yok etmek istediği o kalıtlara sahip çıkmaktan başka bir şey değildi. İlk kez Antakya'da, Adana'da ya da Şam'da yakılan bir sanat ışığını Kahramanmaraş'a, Mersin'e, Gaziantep'e ya da tam tersi Gaziantep, Mersin ve Kahramanmaraş'takini Adana, Antakya ve Şam'a taşıyarak bu ülkeyi ve bölgeyi aydınlatmaya çalışmaktı sadece...

     Bunda bir ölçüde başarılı olmanın kıvancıyla yeni “Çukurova Sanat Günleri”nde buluşmak dileğiyle...

       Eylül 2007 – Adana




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5768093
Online Ziyaretçi Sayısı:14
Bugünlük Ziyaret :549

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.