09.03.2012 / Latif Bolat - Okyanusun Hayran Olduğu Bir Damla Niyazi-i Mısri
Bahr içinde katreyim
Bahr oldu hayran bana
Fers içinde zerreyim
Ars oldi seyran bana
Sûretde nem var benim
Sîretdedir madenim (içimdedir)
Kopsa kıyâmet bugün
Gelmez perîşan bana
Kimindir böylesine dikbaşlı, hatta kabadayıca haykıran ses? Kimdir okyanus içinde damla olmasına rağmen okyanusta hayranlık uyandıran bu mağrur kişi? Dörtyüz sene öncesinden bize dik durmanın dersini veren bu ses Niyazi-i Mısri’nindir. Yandaşlığın, uzlaşmacılığın, boyun eğmenin ve yalakalığın esas karakter haline getirildiği günümüz Türkiye’sinde, kendimize örnek alacağımız ulu bir atamızdır Niyazi. O’nun hayat hikayesi ve yazdıkları, günümüzün yılgınlığa düşmüş aydınına en büyük ilham kaynağı olacaktır çünkü. Niyazi inandıkları uğruna canını veren fedai yapılı Türk insanından biridir, hem de en büyüklerinden birisi.
Malatya’dan Bağdat’a ve Kahire’ye Güzelin Peşinde
Muhammed Niyazi-i Mısri (1618-1694) Malatya’da doğdu. Malatya, Diyarbakır, Mardin, Bağdad, Kerbela ve Mısır gibi zamanının en önemli kültür merkezlerinde yıllarını geçirdi doğru ve güzelin peşinde. Mısır’daki kalış süresi o kadar uzundu ki ona Mısır’lı anlamına gelecek Mısri mahlasını verdiler. Bu merkezlerde İslamın görünür anlamı yanında batıni denilen görünmez anlamında, tasavvufta da usta oldu. 1646’da İstanbul’a geldi. Bu İstanbul macerasında Sebatay Zevi ile de muhabbeti olduğu belirtilir araştırmacı John Freely tarafından. Bu muhabbetlerde kimin kimi etkilediğini belki de hiç bilemeyeceğiz. Ama ne önemi var ki bunun aslında? Niyazi kendini zaten böyle yolculuklar sonunda bulmamış mıdır ki? 1654’te Antalya’nin dağlarındaki Elmalı’da Ümmi Sinan’a mürid oldu. Tüm bu seyahatlerinin tek amacı “dost”a ulaşmak ve güzeli bulmak idi:
Bakıp cemal-i yare
Çağırırım dost dost
Dil oldi pare pare
Çağırırım dost dost
Mescid ü meyhanede
Hanede viranede
Kabede büthanede
Çağırırım dost dost
Softaların Dini Sertliğine Karşı Halk Tasavvufu
Sonunda Bursa’ya yerleşti ve kısa zamanda çevresine binlerce insanı toparladı. İstanbul’a yakınlığından olmalı, Osmanlı’nın payitahtındaki hayatı yakından izledi. Anadolu halkının yoksulluktan inlediği bir zamanda, İstanbul saraylarındaki ihtişamlı hayat tarzı ve softaların dini terörüne karşılık acımasız eleştirilerde bulundu:
Bugün bir meclise vardım oturmış pend ider vaiz (nasihat eder)
Okur açmış kitabını bu halkı ağladır vaiz
İki bölmiş cihan halkın birini cennete salmış
Eliyle kürsiden birin cehenneme sarkıdur vaiz
Çıkar ağzından ateşler yakar şeytani meluni
Sanasın yedi cehennemin azabı kendidir vaiz
Cehenneme söyle doldurmış içinde yok duracak yer
Ana yirleşdirir halkı aceb hizmetdedir vaiz
Medrese İslamının softalığı ve tutuculuğuna karşı Anadolu halk mistisizminin hümanizmi ve geniş yürekliliğini seçti çalışmalarında. Tasavvufun unutturulmaya çalışılan “sosyal bilinç ve sorumluluk” ögelerini tam anlamıyla ortaya koydu ve bunu şiirlerinde büyük bir duyarlılıkla işledi. Elbette sistem ile çatışmanın da bir bedeli olacaktı. Ve nitekim Osmanlı tarafından iki defa Limni adasına ve bir defa da Rodos adasına sürgüne gönderildi. Fakat her sürgün dönüşü Niyazi’nin ünü birkaç misli artınca, İstanbul sarayı Niyazi’nin ateşini son defa olmak üzere söndürmeye karar verdi. Ve son gittiği sürgünde bir gün ölü olarak bulundu bu Anadolu ereni. Zehirlenerek öldüğü ifade edilir birçok kaynaklarda.
Mansur’un ve Pir Sultan’ın İzinden
Niyazi’nin aşağıdaki şiiri sanki bu bedeli yolun başında bildiğini ifade eder ve O, bu bedele severek koşar adeta. Çünkü Niyazi de Nesimi, Pir Sultan ve Mansur geleneğinin bir neferidir ve onlar gibi “dost”a ulaşmak için can vermenin gerekliliğine inanmıştır:
Aşkın kime yar olur
Daim işi zar olur
Dinmez gözinin yaşı
Yanar içi nar olur
Sevda-yı zülfün kimin
Takılsa gerdanına
Mansur gibi akıbet
Yolunda berdar olur
Bu yolda canın viren
Canan alur yirine
Aşk dükkanında anın
Can ile bazar olur
Terk it Niyazi seni
Bul anda o sultani
Her kim canından geçer
Ol vasıl-i yar olur
Çağımızın ve Tüm Çağların Hastalığı Bencillik ve Dermanı
Niyazi Mısri onyedinci yüzyılın sosyal gerçekleri içinde tasavvuf eri olarak hizmet etmiş olsa bile, adeta tüm çağların en önemli sorunu olan “bencillik ve benmerkezcilik” konusunu çok iyi yakalamış görünür. Hele de bizim kendi çağımızdaki “ben” sorununun, dört yüzyıl öncesinden tesbiti ve çaresinin sunulmasıdır O’nun şiirleri:
Dağlar gibi kuşatmış
Benlik günahı seni
Günahını bilmedin
Gufranı arzularsın (affedilmeyi)
Bu derece yalnızlaştırılan insanın “ben”cilikten kurtuluşunun dermanı da şöyle ifade edilir Niyazi’nin şiirlerinde ve ilahilerinde:
Ben sanırdım alem içre bana hiç yar kalmadı
Ben beni terk eyledim bildim ki agyar kalmadı (yabancı kalmadı)
Cümle esyada görürdüm har var gülzar yok (diken var gül bahçesi yok)
Heb gül-istan oldi “alem şimdi hiç har kalmadı
Din diyanet adet ü şöhret ko vardı kalmadı
Ey Niyazi n’oldi sende kayd u dindar kalmadı
“Kimsesizlerin Kimsesi” Cumhuriyet’in Niyazi’ye Son Görev:
Orta Asya’da Ahmed Yesevi ile başlayıp, Yunus Emre ile Anadolu’ya taşınan halk tasavvufu Fuzuli, Nesimi ve Pir Sultan Abdal ateşinden geçip Niyazi Mısri’nin elinde en lirik ifadelerinden birini bulmuş denebilir. O’nda Yunus’un aşk merkezciliğini, Nesimi’nin başkaldırıcılığını, Fuzuli’nin zerafetini ve Pir Sultan’ın kavgacılığının en güzel sentezini buluruz. Anadolu halkı yüzyıllardır O’nun şiirlerini ilahiler haline getirip, mesajını çok güzel içselleştirmiştir. O nedenle de Yunus’tan sonra en çok şiiri bestelenen yol ereni olmuştur Niyazi. O’nun şiirlerinin tadına varmak için, yüzyıllardır bestelenmiş ve tarihin süzgecinden geçmis ilahilerini, sessiz bir gecede gözler kapalı ve yürekler sonuna kadar açık olarak dinlemek gerekir:
Derman arardım derdime derdim bana derman imiş,
Bürhan sorardım aslıma aslım bana bürhan imiş,
İşit Niyazi’nin sözün bir nesne örtmez Hak yüzün,
Hakdan ayan bir nesne yok gözsüzlere pünhan imiş...
Osmanlı’nın sürgününden yurduna dönemeyip Limni’de sonsuzluğa terkedilen Niyazi’yi, Cumhuriyetin “kimsesizlerin kimsesi” karakteri ile kendi toprağına ve öz toprağına getirme zamanı gelip geçmedi mi acaba?
09.03.2012, Cuma