01.09.2016 / Zafer Yümlü - Hain


    
Herşey 1915’te başladı.

 

     Dünya’nın “Hasta Adam” dediği “Osmanlı İmparatorluğu” son günlerini yaşıyordu. Her cephede toprak kaybetmişti. Napoleon’dan sonra Avrupa’da yaşanan özgürlük hareketlerine ve gelişmelere ayak uyduramayan Osmanlı, dış düşmanların yanında iç isyanlarla da uğraşmaktaydı. Padişahlar, ortamı sakinleştirmek ve tahtı kaybetmemek için her yolu deniyordu. Bunların arasında masonları ülke yönetimine sokmak, yabancı devletler ne derse yapmak da vardı. 28 Mehmet Çelebi’den beri devlet işlerine zırt pırt karışan yahudi ve masonlar bu olaydan çok mutluydu.

 

     Ama bir şey unutulmuştu. Halkın gücü...

 

     “Çanakkale Savaşı”nın kazanılması tüm planları bozdu. Dünyanın en büyük donanması yok edilmişti. Zaferden emin olan Churchill, “Anlamıyor musunuz, biz Çanakkale’de Türklerle değil Tanrı ile harp ettik! Tabii ki yenildik” diyordu. Doğru söylediğini “Kurtuluş Savaşı” ile bir kez daha anladı. Mustafa Kemal’in önderliğinde, O’nun askeri dehası ile birleşen halkın iman gücü ve vatan sevgisi tüm dünyayı yola getirmişti. Şimdi yeni planlar yapmak gerekliydi.

 

     Churchill, 1932 yılında “Avam Kamarası”nda yapmış olduğu bir toplantıda şu beyanatı vermektedir: “Sayın İngiliz kraliyet ailesi, lordlar ve mebuslar. Bugün sizlere ebedi bir düşman ve onu imha politikasından bahsedeceğim. Bu düşman Türkler’dir. Nasıl ki atalarımız Amerika Kıtası’na gidip, oradaki yerli kabileleri kıyıma tabi tuttular ve onları imha ettilerse, bizler de bugün Asya’nın beyaz Kızılderelileri olan Türkleri öyle imha etmeli, kalanları ise sürüp; geldikleri doğuya, Asya’ya atmalıyız. Ege’de uzun zamandan beri düşünülen medeniyetimizin membası ve Avrupa soyunun babası Yunanlıların hülyasını gerçekleştirmeli, yeniden bu topraklarda hakimiyetlerini sağlamalıyız. Dünyanın incisi durumunda olan ve jeopolitik yönden büyük öneme sahip boğazların, Türklerin elinde bulunmasındansa, dindaşlarımız Yunanlıların elinde bulunması çok büyük rahatlıklara ve faydalara sebep olacaktır. Dünya hakimi olma yolunda hareket eden Ruslar, belki bizim için engel teşkil edecektir. Onlar da boğazları istemektedir. Türklere karşı geçecekleri herhangi bir saldırıda Rusları durdurmanın yolları o anda Türklere yardımla mümkündür. Fakat şu halde Türkleri güç ve ağırlık olarak yüz grama çıkarmamalı, elli grama ise hiç düşürmemeliyiz. Biraz kuruyunca sulamak, biraz yeşerince budamak, kitapları olan ‘Kuran’ı ellerinden almakla mümkündür. Eğer Türklerin elinden ‘Kuran’ı alamazsanız onları mümkün değil yenemezsiniz. Öyleyse şimdiden Türkiye’ye karşı dinsizlik silahlarını çevirerek, onları en hassas imanlı kalplerinden vurmaya hazır oluruz.”

 

     Bu konuşma, tüm Avrupa devletlerinin ortak bir itirafıydı aslında. Dünyanın en büyük sömürgeci ülkesi olan İngiltere’nin başbakanı, hedefindeki ülkeyi açıklamıştı.

 

     “Kurtuluş Savaşı”ndan sonra yeni kurulan ülke, sağlam temeller üzerinde yükselmeliydi. Atatürk, bu temellere büyük önem verdi. Yıllarını cephede geçirmiş bu adam, aynı zamanda iyi bir tarih araştırmacısıydı. Masonların kökeni Hz.Süleyman’ın mabedini yapan mimara dayanıyordu. O tarihten bu yana sözde elit bir grup oluşturarak hedefledikleri devlet yönetimlerini ele geçirmek isteyen ve bu şekilde dünyaya hükmetmeyi planlayan yahudiler, devletleri kendi çıkarları için kullanmaya çaba harcıyorlardı. Bu devletlerden biri de Türkiye idi. Bunun için Alevi ve Bektaşi toplumunu kendilerine çekmişlerdi.

 

     Türkler, daha önce de bu tip oyunlarla karşılaşmıştı.

 

     Şamanist Türkleri cephede bir türlü yenemeyeceğini anlayan Araplar, dini kullanarak onları kendilerine çekmişti. Türkler, Alevi felsefesini benimsedi. Daha sonra, Yavuz Sultan Selim, din gücünü eline almak için “Mercidabık” ve “Ridaniye” savaşları ile “İslam Halifeliği”ni ele geçirdi. Bu, Vatikan’daki Papa gibi süper bir güçtü. Devasa bir imparatorluğun hükümdarı ve bir dinin lideriydi artık. Bu güç, uzun süre iyi kullanıldı. Ama Araplar, Türklerin halifeliğinden hiç memnun değildi. Hazmedemiyorlardı. Bunu pek çok kez gerçekleştirdikleri isyanlar ile de göstermişlerdi. “Birinci Dünya Savaşı”nda Türk ordusunu arkadan vurarak, Türk esirlerin organlarını çıkartıp mangalda pişirerek bunu en güzel şekilde gösterdiler.

 

     Atatürk, tüm bu bilgisi ve tecrübeleri ile çalışmalara başladı. İlk olarak “Kuran”ın ilk emrini uygulayacaktı. “Oku!”

 

     Türk halkı cahildi. Bilinçli olarak cahil kalması sağlanmıştı. Yüzyıllar boyunca “Padişahım Çok Yaşa” diyerek biat etmiş; sarıklı, cahil hocaların sözüne kanmıştı. Atatürk bu durumu değiştirmek için eğitime büyük önem verdi. Mecliste, halkın her kesiminden kişilerin fikirlerini dinledi. “Cumhuriyet Halk Partisi”ni kurdu. Bu parti, halkın sesi olacaktı. Halk için çalışacaktı. Masonları ülkeden kovdu. Topluma “Hakimiyet Milletindir”, “Türk, Öğün, Çalış, Güven!” diyerek onları yönlendirdi. Öğretmenlere yeni nesli emanet ederek onların maaşlarını millet vekillerinden yüksek tuttu. Yıllarca koyun gibi güdülmüş halkı devrimler, harf inkilabı ve köy enstitüleri ile geliştirmeye başladı. Atatürk, altı ilke ile ülkeyi sağlam temellere oturttu. “Kuran”ı ve “Ezan”ı  herkesin okuyup anlayabilmesi için Türkçe’ye çevirtti. Ülkeyi demir ağlarla ördü, uçak fabrikası kurdu. “Türk Dil Kurumu” ve “Türk Tarih Kurumu”nu kurdu. Türk kültürünün Avrupalı formda geliştirilip dünyaya tanıtılması için yurt dışına öğrenciler yolladı. İlk Türkçe operayı yazdırttı. Herkes okusun diye “Nutuk”u yazdı. “Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası”nı kurdu. Ülke, on yılda dünya çapında prestij sahibi olmuştu.

 

     Peki sonra ne oldu?

 

     Atatürk’ün bu yaptıkları halka çok büyük gelen bir elbiseydi. Çünkü Türk halkı, Fransızlar gibi kendi ihtilallerini yapmamıştı. Hep bir liderin peşinde gitmişlerdi. 1930’ların sonlarından itibaren işin rengi değişmeye başladı.

 

     Atatürk’ün yanında görünüp arkasından iş çevirenler yavaş yavaş sahneye çıktı. Tipik bir Bizans oyunu sergilenecekti. “Böl, Parçala ve Yönet...”

 

     Bu oyunun ilk hamlesi, İngilizlerin komutasıyla “Kurtuluş Savaşı” sırasında işgal orduları için çalışan hocalar tarafından oynanmış ama başarılı olamamıştı. Şimdi daha bilinçli oynamak gerekiyordu. Bunun için halkı bölmek, yöneticileri hegemonya altına almak gerekliydi. 1937 yılındaki manevralar sırasında İngilizler tarafından isyana özendirilen Kürtlere operasyon yapıldı. Kurunun yanında yaş da yandı. Halk, devlete kinlendirilmiş, toplumu bölme işlemi başlamıştı. 1939 yılında başlayan “İkinci Dünya Savaşı”na Türkiye girmedi. Bu, diplomatik bir başarı olsa da Churchill ve Amerika’nın işbirliği ile intikamı kötü alındı. Ülke fakirdi. Sanayi devrimi tam yapılamamış, Atatürk’ün 1938’te ölümü ile yavaşlamıştı. Savaş, ekonomiyi kötü vurmuştu. 1947’de iyi niyetli görünen “Marshall Yardımları” başladı. Tabiat cennetinde yaşayan Anadolu halkı, bu sayede “Süt Tozu” denilen gıda ile tanıştı. Yıllar sürecek bir oyunun başlangıcıydı bu plan. “Anıtkabir” de bu dönemde yapıldı. Halk, resmi bayramdan bayrama Atatürk’ü anacak, “İzindeyiz Atam” deyip yatacaktı. Halkın genleri ile oynanıyordu. Atatürk, Türk halkına çalışmayı, üretmeyi, cesur olmayı ve milli kalkınmayı öğretmişti. ABD ise sözde yardımları ile halkı tembelliğe alıştırdı, piyasaya yardım adı altında verdiği ürünlerle tüketim alışkanlıklarını değiştirdi. Kendine yeni pazar oluşturdu. Atatürk’ün kapattığı “Mason Locaları”, 1948’te İsmet İnönü tarafından tekrar açıldı. Milletvekilleri ve çeşitli mevkilerdeki yöneticiler, bu locaların üyelerinden oluşmaya başladı. 1950’de ezan tekrar Arapçaya çevrildi. Atatürk’ün hayali olan “Toprak Reformu” ile çiftçilerin kalkındırılması planı çöpe atıldı. Uçak fabrikası, tencere fabrikasına dönüştürüldü. Ülkeyi demir ağlarla örmek yerine Amerika araba ve motor satabilsin diye yollar yapıldı. Milli sanayi iptal oldu. Dünya çapında eğitim projesi olan “Köy Enstitüleri”, 1954’te Amerika’nın isteği ile kapatıldı. Türk askeri, Türkiye’nin “NATO”ya girebilmesi için hiç görmediği binlerce kilometre ötedeki Kore’ye savaşa yollandı.

 

     Artık tam bağımlı bir ülke olmuştuk.

 

     1956’da Amerika tarafından “ODTÜ” kuruldu. Atatürk’ün “Milletin Efendisi” dediği köylü ve halk iyice ezilmeye başlandı. Yahudi lobisi onayı ile ülkeyi yönetmeye atanan siyasetçiler işini iyi yapıyordu. Halk, “Kuran”ı okumak yerine tekrar sarıklı hocaların sözlerine inanmaya başladı. Düşünüp yargılayan toplum yerine sorgulamayıp; üretmeden devamlı tüketen toplum oluşturuldu. Sanat kurumları, halktan uzaklaştırıldı. “Devlet Sanatçılığı” diye milletten uzak bir gurup oluşturuldu.

 

     Ve aradan yıllar geçti...

 

     Peki şimdi durum nasıl?

 

     Milletvekillerinin maaşları, öğretmen maaşlarının yaklaşık sekiz katı. Tarım, hayvancılık kalmadı. Devlet kurumlarının ve Atatürk’ün kurduğu kurumların hemen hemen hepsi satıldı. Devletin kendi başına karar alması imkansız oldu. Laiklik tu kaka oldu. Atatürk ilkeleri, unutuldu. Öyle ki yolda yürürken ropörtaj yapmak isteyen spiker, halka, dört halifeyi sorup bilemezse aşağılıyor. Toplum, birbirine düşman. Devlet sanatçıları, yurt dışında yaşayıp üretmeden, öğrenci yetiştirmeden Türkiye’den maaş alıyorlar. Öğretmenlik, çocuk bakıcılığına dönmüş. Eğitim, sağlık, dış politika, kültür sistemi yok v.s.

 

     Bunları yapanlar kim? Cevabı uzaklarda aramaya gerek yok. “Nutuk”u ve “Kuran”ı okumak yerine bütün bunları yapanları alkışlayanlara ve kendi ellerinize bakmanız yeterli.

 

     Varın, artık hainleri siz bulun!

 

     İzmir - 01.09.2016, Perşembe




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:6228455
Online Ziyaretçi Sayısı:20
Bugünlük Ziyaret :247

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.