08.10.2016 / Nihat Genç - Bir Kuru Kaysı


    
Kahvenin önünde ayaküstü laflıyoruz, dile kolay, elli yıl öncesinden ilkokul arkadaşım, geçmiş günlere dair hatıra, anı laflıyoruz.

 

     Ne konuşacağız, çoluk çocuk, geçim derdi, elli yıl kavga, dövüş, didiş bağ-kur maaşına teslim ol.

 

     İlkokulda, yerli malı haftası kutlanırdı, aklımdan hiç çıkmadı, gözlerimin önünden elli yıl hiç gitmedi, dedi.

 

     Benim de...

 

     Hatırlamaz mıyım, zengin çocukların sıraları üstünde muzlar, portakallar, hurmalar...

 

     Koca sınıfta yalnız yuvalı yetim çocuklarla bizim önümüzde iki kuru fındık...

 

     Biz yaşlandıkça o iki kuru fındık büyüdü büyüdü, yoksulluğun anısı sanki bir ömrü tıka basa doldurdu.

 

     Geldik altmış yaşına önümüzde hala iki kuru fındık.

 

     Boşver bunları, dedim, darbeyi atlattık ya, sen ona bak.

 

     Hatırlıyor musun? Neyi, dedim.

 

     Trabzonspor maçlarına giremeyince arkada yüksek tepeye çıkar oradan kuşbakışı seyrederdik, hani, askeriyenin olduğu tepe...

 

     Hatırladım, yüksek tepeden karınca gibi küçük stadı seyrederken, ardımızda askeri bando takımı yavaş adımlarla cenaze marşını talim ederdi.

 

     Trabzonspor gol atardı, sevinemezdik, cenaze marşı çalıyor.

 

     Maç başlıyor, cenaze marşı talim ediliyor; maç bitiyor, cenaze marşı...

 

     Çocukken daha mı çok içine işliyor insanın içine cenaze marşı, o mızıkalar inceliyor inceliyor...

 

     Ve Trabzon bir gol daha atıyor, bütün şehir sevinçle ayağa fırlamış...

 

     Biz ağır tören adımlarıyla yürüyen bando takımının yanında, gıkımız çıkmıyor, ah o mızıkaların incelttiği yerden tepeden kuru bir ot gibi çöp gibi düşeceğiz.

 

     Gooool sesi tepelerde yankılanıyor, biz ağır bir kasvet içinde ağladık ağlayacağız.

 

     Hatırlamaz mıyım?

 

     O gün bugün hayatla, toplumla bir türlü ‘senkron’u tutturamadık.

 

     Balyoz davası, bir yüksek subay ordudan atılmış, maaşı kesilmiş, elde yok ayakta yok.

 

     Mahkeme, duruşma salonu pazar yeri gibi analar, babalar, çocuklar...

 

     Tribünden sanık yerine indim, sesler anlaşılmıyor güç bela konuşuyoruz, kulağımı dayadım.

 

     Daha geçen sene, dedi, doğuda dağda çatışmadayız, yirmi dört saat kursağımızdan bir şey geçmemiş...

 

     Yorgunluktan uykusuzluktan öleceğiz, birliğe döndük, sekiz kişiyiz, silahları bırakmadan, dolaplara torbalara hücum ettik, yiyecek bir şey var mı?

 

     O dolabı aç yok, bu torbaya bak, yok, bir dilim ekmek yok.

 

     Çuvalları karıştırırken dibinde bir kuru soğan bulduk.

 

     Moral dibe vurmuş, sekiz askerin önünde bir kuru soğan, dağda çatışmanın ortasında yıkılmayan sekiz asker o kuru soğanın önünde dizlerimiz üstüne çöktük.

 

     Tam o sırada erlerden biri, radyoyu açtı...

 

     Mahzuni Şerif söylüyor: “Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana, kuruuu soğğğaaanaa...”

 

     O cesur kahraman askerler daha demin nasıl korkusuzca çatışmanın içindeydiler, şimdi radyonun önünde ağlayan ağlayana.

 

     Çözüm masaları kurulmuş Diyarbakır meydanında bayram ediyorlar, aklım hep o kuru soğanda.

 

     Cemaat savcıları bizi tutuklamış, aklım hep o kuru soğanda.

 

     …………………………………………………………………

 

     Aydınlık Gazetesi - 08.10.2016, Cumartesi




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5800683
Online Ziyaretçi Sayısı:32
Bugünlük Ziyaret :832

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.