23.02.2017 / Muzaffer Musikioğlu - Pogorelich’in Yükselişi ve Eleştirmenliğin Düşüşü


    
Değerli sanatseverler,

 

     Hatırlayacağınız üzere, bu blog üzerinde yayınlamış olduğum ilk eleştiriyi harika bir resitale, İvo Pogorelich’in 27 Şubat 2016 Cumartesi akşamı “CSO”da vermiş olduğu konsere ayırmıştım. 2017 yılının bu ilk yazısını da, tekrar Pogorelich gibi değerli ve önemli bir müzisyene ayırabilmek, benim için büyük mutluluk ve çok güzel bir tesadüf...

 

     Diyebilmeyi çok isterdim.

 

     Bu yazıyı, değerli müzisyen Pogorelich’in geçtiğimiz 18 Şubat akşamı “Bilkent”te verdiği konsere değil, bu konserle ilgili yazılmış olan bir eleştiriye ayırmaya karar verdim.

 

     Eleştirmenler bilirler; bir eleştiriyi eleştirmek, eğer o eleştiri yüksek seviyeli ise “sanat”, düşük seviyeli ise “çöpçülük”tür. Beni mazur görünüz, bugün çöpçülük yapmaya mecburum.

 

     Bu blog üzerinde yazmaya başlamadan önce, ülkemizdeki müzik eleştirisinin zayıflığının, kalitesizliğinin ve amatörlükten de uzak bir ucuzluk ile sürdürüldüğünün hepiniz gibi ben de farkındaydım. Mütevazı birikimimi, insanları bu konuda aydınlatmaya çalışarak geliştirmeyi ve bildiklerimi paylaşmayı arzulamıştım. Benim için en önemli şey bilgi paylaşımıydı, müzik hakkında bilmediğim veya yanlış bildiğim onlarca şey varken, bu susuzluğu gidermenin en zarif ve naif yolu müzik yazıları yazmaktı.

 

     Bu amacı gerçekleştirmek, hiç de göründüğü gibi kolay olmadı.

 

     Karşılaştığım büyük bir sorun vardı: yoğun bir bilgi kirliliği, tamamen çıkar ilişkisinin merkezine oturtulmuş bir yaratıcılık-icracılık sistemi ve tamamen bilgisizlikten kaynaklanan fütursuz bir despotluk ile bezenmiş son derece problemli bir “camia”... Rahatsız olduğum yanlışlıkları yazmaya gayret ettim, yapılan hataları söylemeye çabaladım; amatörlük ile profesyonelliğin arasındaki ince çizginin aslında ne denli kalın olduğunu anlatmaya çalıştım, fikirlerimi beyan ettim.

 

     Sonuç mu?

 

     Tehdit edildim; bana “Siz o sefil, aşağılık maskenizin ardından hiç çıkmayın, olur mu?” diyebilecek kadar kendini bilmez, “İsimsiz yazıyorsun, reklam yapamayıp batarsın burada, seni kim ciddiye alır?” diyebilecek kadar sası bir takım palyaço yamakları ile muhatap oldum. “O yazılarını al da ... sok” diyenlerden tutun, “Sen de belli ki almışsın birilerinden parayı, kuduz köpek gibi rastgele saldırıyorsun ona buna!” diyenlere kadar geniş bir yelpazeye yayılmış kendini bilmez “öfkeli şirinler” tarafından sevimsiz hakaretlere uğradım. Yaptıkları işleri heyecanla övdüğüm kişilerin yazdıklarımın tek bir kelimesini bile bilinçli olarak anlamamakta ısrarcı olduklarını görüp, söylemediğim ve bahsini bile etmediğim cümlelerle ve sözcüklerle itham edildim, “Bu yaptığınız terbiyesizliktir, ahlaksızlıktır!” veya “Ne diyor bu arkadaş ya? Övüyor mu gömüyor mu anlamadım?!” türevi basit ve gülünç cümleler karşısında şaşkınlığımı gizleyemedim...

 

     Kısacası, oldukça eğlendiğimi söyleyebilirim.

 

     Çok ilginçtir, bu cümleleri kurmuş olan kişilerin büyük bir kısmını profesyonel müzisyenler oluşturdu; yani orkestra şefleri, koro yöneticileri, müzikologlar, enstrüman sanatçıları ve konservatuvar öğrencileri... Son derece öfkeli sanat yazarları ve çok sayıda sözde entelektüel müzikseveri de unutmamak gerek.

 

     Güzel geri dönüşler de gelmedi değil; cümlelerimin düşüklüğünü ve hatalı kullanımlarımı sert bir dille eleştirip düzeltmeler öneren, eleştirilerimin kendilerini gerçekten aydınlattığını söyleyen, temiz kalpli ve yürekten eleştiriler sunduğumu ileten güzel insanlarla da karşılaştım. Bu yazılarımı okuyan herkese müteşekkirim.

 

     Sözü fazla uzatmadan asıl meseleye gelmek istiyorum.

 

     Yıllardır yanlış ve eksik bilgileriyle sözde eleştiriler yazan, bu blog için seçmiş olduğum ismin de ilham kaynağı olan çok muhterem Şefik Kahramankaptan beyefendinin, geçtiğimiz 18 Şubat akşamı İvo Pogorelich’in “Bilkent Senfoni Orkestrası”nın solisti olduğu konser ile ilgili kendi kültür-sanat portalında yazdığı bir eleştiriyi okudum.

 

     O yazı için eleştiri dediğime bakmayın, uygun bir sözcük bulamadım.

 

     Geçtiğimiz yılın Şubat ayında ünlü müzisyen Pogorelich’in Ankara’da vermiş olduğu resitalle ilgili bir yazı yazmıştım. Arzu ederseniz, bu yazıyı bulup okuyabilirsiniz. Ancak size tavsiyem, şimdi yazacaklarımı okumadan önce Kahramankaptan beyefendinin 18 Şubat konseriyle ilgili yazısını okumanız.

 

     “Efsane’nin Yaşadığı ve Yaşattığı Dram...”

 

     Muhterem beyefendi eleştiri konusunda ne kadar başarısız olsa da, sayfasının tıklanma sayısını artıracak olan yolları her zaman çok çok iyi kullanmıştır, bu konuda yiğidi öldürüp hakkını yememek lazım... Bakalım Pogorelich, o akşam dinleyiciye ne tür bir dram yaşatmış:

 

     Büyük bir soliste yakışır şekilde hareket etmeyerek eseri notayla çalmış,

 

     Dinleyicinin ısrarlı alkışlarına rağmen bis yapmamış ve başkemancının elini sıkmamış,

 

     Dinleyici salona girmeye başladığında onları umursamadan hala salondaymış, üstüne üstlük bu yetmezmiş gibi orada bir de prova yapıyormuş; bu sırada kafasında bir bere ve belinde bir battaniye varmış,

 

     Konçertoyu çok forte icra etmiş, tuşesi çok sertmiş ve konçertoyu “paldır küldür” çalmış.

 

     Buradaki bilgisizliğe diyecek tek kelime bulamıyorum. Solistin konser vereceği piyano ile prova yapmak istemesi, bu provanın saatlerini kendisinin belirlemesi ve provayı ister çıplak ister giyinik yapması, o kişinin doğal ve yasal hakkıdır. Sonradan görmüşlükle değerlendirmeye kalktığınızda böyle gülünç tespitler çıkıyor ortaya.

 

     Ayrıca bir eseri ezberden çalmak, her ne zaman ki büyük bir soliste yakışır bir hareket olarak tanımlandıysa, konser sonrası bis yapmamak da herhalde o zamanlarda saygısızlık çerçevesine girdi... Solist bis yapmayabilir; solistin işi, oraya dinlemek için geldiğiniz eseri size icra edip oradan ayrılmaktır. Bu insanlar müzisyen, bizleri eğlendirmek için kiralanmış birer soytarı değiller! Aksine, bizlere estetik anlamda bir şeyler katabilmek için oradalar! Sanıyorum ki, muhterem beyefendi bu konuda bilhassa hassas bir insan olan Pogorelich’i, kendi alışkanlıkları ile müsemma, bir konserde yerli-yersiz onlarca bis yapan bir takım eğlenceli piyano icracılarıyla karıştırdı sanırım.

 

     Bir başka yazar da piyano sandalyesini hafifçe piyanoya doğru itmesine takılmış...

 

     Ne desek boş.

 

     O hareketin anlamını ben söyleyeyim size; “başka bir eser çalmayacağım” demek istiyor, bunu da son derece mütevazı şekilde yapıyor. Ülkemizin bir takım sözde icracıları, biz zavallı dinleyicileri yıllar boyu müzik yerine şov yaparak tepine tepine tükettikleri için bu hareketler alışkanlık oldu herhalde. Halbuki sahneye çıkıp el işaretleriyle sırıtarak “yok, çalmayacağım” deseydi, bir sahne insanına yakışır şekilde ne kadar da sempatik ve profesyonel gözükecekti değil mi? Gerçek görgüsüzlüğü görgü diye bilmek de bambaşka bir alışkanlıktır. Ne demişler, alışmış kudurmuştan beterdir.

 

     Tüm bunlarla birlikte, Şefik bey neredeyse her yazısında verdiği çok önemli ve nadir bilgileri bu yazısında da sakınmamış okuyucudan; mesela Pogorelich’e sayfa çevirenlerin isimlerini bildirmek gibi... Soliste sayfa çevirenlerin adı eleştiri okumak isteyen insanları ne için ilgilendirsin, açıkçası bilemiyorum. Basit bir örnek vermek gerekirse: bir maç sonrası golü atan oyuncunun adı ile top toplayıcının da adı veriliyor mu?

 

     Veriliyorsa eğer, lütfen beyefendiyi uyarınız; bundan sonra organizatörlüğünü yaptığı konserlerde bir de top toplayıcı bulundursun salonda, ne olur ne olmaz.

 

     Konçerto konusuna değinmiyorum bile. Şu cümleyi tekrar okumanız bile aslında beyefendinin eser ve stil hakkındaki engin ve derin bilgisini gözler önüne sermeye yeterli:

 

     “Schumann’ın özellikle ikinci bölümü romantik duygularla yüklü eseri böyle mi çalınmalıydı?”

 

     Romantik duygulardan kastı ne bilemiyorum; ancak eser ile ilgili ne teknik, ne de müzikal olarak yeterince’nin ‘y’si kadar bilgisi olmadığı aşikar. Kaldı ki, tanıdığım kadarıyla kendisi Schumann’ı Brahms’tan, Brahms’ı Chopin’den, Skryabin’i Bach’tan başkalarının yardımı olmaksızın ayırt edemiyordu. Beyefendinin bu konuda yeterli bilgisi olsa, büyük ihtimal bir şeyler karalayabilecek şansı olurdu. İcracının yorumunu müzikal olarak eleştirebilirdi; gerekirse besteciyi de eleştiriye dahil eder, estetik bir karşılaştırma yaparak veri elde ederek hepimizi bilgilendirebilirdi.

 

     Heyhat!

 

     O sahnede müzik yapan bir insanın özel hayatıyla ilgili acemi bir paparazzinin bile dile getirmekten imtina edeceği fütursuz tespitlerde bulunmak ne zamandan beri müzik eleştirmenliği oldu?

 

     İşte tam da bu noktadan sonra işler iyice çığırından çıkıyor...

 

     Muhterem beyefendi Pogorelich’i şu noktalar üzerinden eleştirmeye başlıyor:

 

     Kendisinden yaşça büyük olan piyano öğretmeni Kezeradze’ye aşık olması,

 

     Kezeradze’nin kim bilir hangi dürtülerle çocuğunun babasını boşayıp Pogorelich’le evlenmesi,

 

     Annesi Sırp olmasına rağmen babasının Hırvat kökenini “aidiyet” kabul edip Hırvat vatandaşı oluşu ve bu bağlamda annesine uzak olduğu çıkarımı nihayetinde eşini annesi yerine koyması,

 

     Kayıtlarda yaşayan adının arkasına sığınması ve göstermelik toplumsal projelerle adından söz ettirmeye çabalaması,

 

     Tamamıyla “teatral” olduğu izlenimi verilen hüzünlü bir ego...

 

     Bu ikinci kısım baştan aşağı saygısızlıktır.

 

     Biri günümüzün yaşayan en önemli müzisyenlerinden, diğeri ise zamansız vefatıyla büyük üzüntü yaratan çok değerli bir piyanist ve öğretmen olan bu iki insanın özel hayatı, birbirlerini sevmeleri, evlenmeleri ve ilişkileri sadece onları ilgilendirir. Kahramankaptan, haddini fena halde aşmıştır.

 

     Neymiş; Kezeradze kim bilir hangi dürtülerle bu aşka karşılık vermiş ve çocuğunun babasını boşamış...

 

     Kim bilir hangi dürtülerle...

 

     Size ne efendi?

 

     Sizi ne ilgilendirir, okuyucunuzu neden alakadar etsin böyle hassas ve mahrem bir konu?

 

     Ayıptır... Zavallı solisti geçtim, kendi okuyucunuza saygısızlıktır bunları konu etmek... Kalite bu denli düşürülebilir mi? Ülkemizin en büyük toplumsal problemidir bu kafa yapısı: kişinin işi ve ortaya koyduklarıyla değil de özel hayatıyla, kimle aşk yaşadığıyla, hatta dürtüleriyle ilgilenmek... Tek kelimeyle iğrenç ve çağ dışı. Müzik eleştirisinin vurduğu en dip nokta olarak, müzikoloji ve müzik yazarlığı bölümlerinde örnek gösterilmesi gereken bir yazımız da oldu böylece.

 

     Mesleğinde profesyonelliğe ve iyi niyete değer veren bir insanın böyle bir saygısızlık sonrası okuyucularından özür dilemesi gereklidir.

 

     Ancak böyle bir af dileme ile karşılaşacağımızdan şüpheliyim.

 

     Bu hadsizliği ve saygısızlığı yapan kişinin özel bir kuruluşta konser direktörü olarak görev yapması ise apayrı bir ironi.

 

     Aslında tüm bu kalitesizliğin sebebi çok basit ve çok açık değerli okuyucular: bilgisizlik ve kültürsüzlük. Bilgi ve görgü olmayınca başka ne yazacak bu beyefendi? Dürtülerden ve ucuzlaştırılmış aşk hikayelerinden bahsedecek elbet. Daha da utanç verici olan, belirli bir bilinç ve adap sahibi hiçbir müzisyenimizin bu tür hadsizliklere ve ucuzluklara sesini çıkarmıyor oluşu. Bu sessizliğin sebepleri de aşikar, ancak bir başka yazının konusu...

 

     En gülünç tespit de yazarımızın şu iddiası: Pogorelich eski kayıtlarının ve güya göstermelik toplumsal projelerin arkasına sığınıyormuş.

 

     Muhterem Şefik beyefendinin göstermelik toplumsal projeler konusunda uzmanlaşmış bir güruhu temsil ettiğini hatırlatırım. Dünya üzerindeki hiçbir müzik eleştirmeninin kendi sitesinde/köşesinde konser direktörlüğünü yaptığı kuruluşun biletlerini “Son bilmemkaç bilet!” türevi ucuz reklamlarla satmaya çalıştığını görmedim. Vefat etmiş değerli bir insanın ardından yazdığı yazının sonuna kitaplarının satıldığı internet dükkanının adresini sıkıştıranı da görmedim. Eleştirisini yapacağı resitale gelip bağıra bağıra “Kaşesi ne kadarmış bunun?” diye etrafa soru sormak ne kadar ayıpsa, sanatı ticarete dökmüş oluşumlarla bu denli içli dışlı olup başkalarını suiistimal ile suçlamak da o denli çirkindir. Konser düzenleyen kuruluşların muhasip üyeleri bile yüksek sesle konuşmazlar bu “kaşe” konusunu.

 

     Nedeni şudur: mesleki etik.

 

     Burada bir parantez açmak gerekiyor: mesleki etik önemlidir. Sanıyorum ki bu beyefendinin konser direktörlüğü görevi yürüttüğü “Erimtan Grubu”, Ankara’nın köklü sanat çevresine sağlıklı bir katkı yapmayı hayal ediyor ve bunun için çabalıyor. Hayal ediyor diyorum, çünkü ciddi ve sağlıklı bir katkı hedefiniz var ise, birlikte çalıştığınız insanları özenle seçmeniz gerekir. Müziğe ve müzisyene yaklaşımı bu şekilde olan bir kişiye konser direktörlüğü gibi saygın bir görev vereceksiniz, ardından sanat yaşamına katkı sağlamayı misyon edineceksiniz... Geçiniz.

 

     Asıl konumuza dönersek: bilmeyenler ve unutanlar için Pogorelich’in göstermelik olarak ne yaptığını, nelerin arkasına sığındığını da hatırlatayım izninizle: ülkesi iç savaş ile yerle bir olurken; bir takım “sözde sanatsal özde ticari” kuruluşun ardına saklanıp, savaşı da etiket olarak kullanıp kendi reklamını yapmak yerine sahnelere çıkıp konserler vermiş, işlenen savaş suçuna ve katliama dünya kamuoyunun dikkatini çekmiş ve savaş mağdurları için yardım toplanmasını sağlamıştır. Bunu yapmayı o kadar uzun süre sürdürmüştür ki en sonunda ağır bir depresyon geçirmiş ve neredeyse müzik yapamayacak hale gelmiştir. Soracak olursanız eğer, girdiği depresyonun sebebi romantik duygular sonucu gelişen konser yorgunluğu değildi, ülkesinde on binlerin vahşice katledildiği büyük bir iç savaşın çöküntüsüydü. Daha acı olan ise, Pogorelich hiçbir röportajında bu yaptıklarından ve o dönemden uzun uzadıya detaylarıyla bahsetmez, bu trajik etkinliklerini etiket olarak kullanmaya kalkışmaz. Bu yüksek duruşu bizim paparazzi-eleştirmenlerimizin ve genç müzisyenlerimizin anlaması, içerisinde bulundukları ahval ve şerait nedeniyle maalesef imkansız.

 

     “Reklamın iyisi kötüsü olmaz” diyerek kastettiği de, herhalde şahsının etiketlere ve gösterişe verdiği değer ile ilintili. Bunca eleştiri ahlakına aykırı kalitesiz unsurdan sonra, bari böylesi derin çelişkilere düşülmese...

 

     Ayrıca Pogorelich’in annesine uzak olduğu için değil, o korkunç iç savaşın sebeplerine olan kızgınlığı sebebiyle Hırvat vatandaşlığını seçmiş olması, kendisinin karakteri ile ilgili belki bir fikir verebilir. Bu çabayı yıllar boyu sürdürebilecek denli iyi kalpli bir insanı maalesef kendi ülkesinde bulamayacak bir beyefendinin, kalkıp da bu konuyla ilgili başkalarını “etiket” savı ile itham ediyor olması çok gülünç. Şimdi bir kez daha sorun kendinize sayın Kahramankaptan beyefendi: hüzünlü ego’dan kastınız, savaşın içerisine korkusuzca girip insanlara yardım etme çabasının getirdiği yorgunluk olabilir mi?

 

     Kendileri bunun cevabını yakın tarih ile ilgili basit okumalar yaparak verebilirler. İnsanın, bilhassa bir sanat eleştirmeninin, en başta kendisine saygılı olması gerekir. Kendisine tavsiyemdir.

 

     İşte sevgili sanatseverler, ülkemizdeki müzik eleştirisinin seviyesini açıkça gösteren harika bir yazı var karşımızda...

 

     Solistin yorumuyla ilgili teknik ve müzikal olarak adam akıllı tek bir cümle bile yok. Çünkü bunu yazan beyefendinin ne eserle, ne müzikle ne de sanat ile ilgili tek bir fikri bile bulunmamakta. Zamanında bir orkestranın üyeleriyle girdiği anlamsız ve gereksiz bir tartışma esnasında, orkestra sanatçılarının kendisine “nota bile bilmiyorsun, solfej bile okumamışsın, kalkıp eleştirmenlik yapıyorsun” demesi üzerine çok üzülüp öfkelendiğini hatırlarım. O esnadaki laf anlatma gayreti, gerçekten de takdire şayandı! İyi bir eleştiri için bunlara gerek olmadığını söylemiş, elinden geldiğince bu fikri savunmaya çabalamıştı.

 

     Haklıydı!

 

     Ancak kendisinin eleştirmenlik kariyeri boyunca kaçırdığı öyle bir nokta vardı ki; Nitelikli bir eleştiri için o konuyla ilgili derin bilgi, kültür, görgü ve tüm bunlarla yoğurulmuş üstün bir estetik kaygı gerekir. Salt magazin gazetecisi kimliğiyle büyük müzik eserleri ve bunları icra eden müzisyenler eleştirilmeye kalkışıldığında komik durumlara düşersiniz, sanattaki eleştirel kaliteyi düşürürsünüz, müzik sanatını basit bir tüketim malzemesi haline getirip değersizleştirirsiniz.

 

     En kötüsü de temiz bilgiye ihtiyacı olan müziksever insanları yanlış bilgilendirirsiniz.

 

     Belirtmeden geçemeyeceğim: Bu noktada en acınası durumda olanların bu tür paldır küldür yazıları yazanlar olmadığını unutmamak gerekli. Bu utanç merdiveninin en alt basamağındakiler; bu tür magazin gazetecilerine sırf kendi çıkarları ve reklamları için prim vererek bunları birer müzik otoritesi haline getiren profesyonel müzikçilerdir ne yazık ki. Bu konuyu da başka bir yazıda ele almak, artık elzemdir.

 

     Tüm müzik yazarlarımızın ve eleştirmenlerimizin kendilerini en kısa sürede toparlamalarını ve bu güzel sanatın icracılarına ve sanatseverlere saygı göstermelerini, naçizane salık veririm.

 

     Bir başka yazıda görüşünceye dek esen kalınız...

 

     http://sanattanyansimayanlar.blogspot.nl - 23.02.2017, Perşembe




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:6308592
Online Ziyaretçi Sayısı:7
Bugünlük Ziyaret :320

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.