27.01.2017 / İbrahim Yazıcı - Orkestra Şefi


    
Kesinkes müzisyen olmayı istediğimi hissetiğim anı hatırlıyorum... Ne istediğimi çok net telaffuz etmiştim: orkestra şefi! Acaba neden? Hiç düşünmedim... Ya da belki senfonik müziği çok seviyordum, bu nedenle onu bir bütün olarak yorumlayabileceğim bir dalı seçmiştim. Ama beni neyin beklediğini biliyor muydum? Okulda okumam gereken derslerden ya da öğrenmem gereken partisyonlardan bahsetmiyorum, bu iş bambaşka özellikler isteyen özel bir dal. Şefliğimde etkisi çok büyük olan bir hocam diplomamı aldığım gün bana şöyle demişti: “Şimdi değil beş yıl sonra anlayacağız şef olup olmadığını, sadece bu diploma işe yaramaz, bakalım orkestralarla ne yapabileceksin...”

 

     İtiraf etmeliyim ki bitmeyen müzik tutkum, arzum, çalışkanlığım ve tabii ki de talihim sayesinde yolumdaki pek çok engeli bir şekilde aşıp mezun olduktan beş yıl sonra bayağı bir şeyler yönetir hale gelmiş olsam bile mesleğimde yirmi yılı çoktan geride bıraktığım şu günlerde aslında insanın her geçen gün çok iyi bildiğine inandığı şeylere bile neler neler katabildiğini görüyor ve son nefesime kadar yeni şeyler öğrenebilme şansını bana veren bir mesleğim olduğu için kendimi ayrıcalıklı hissediyorum.

 

     Şeflik Nedir?

 

     Özellikle filmlerde karikatürize edildiği şekliyle şef elindeki çubuğuyla etrafa emirler yağdıran ama suratındaki ekşi ifadeyle hiç bir şeyden kolay kolay memnun olacağa benzemeyen sevimsiz bir kişiliktir. Ama hakikatte şef nedir, kimdir, hatta daha da ileri gidip soramaz mıyız o müşkülpesent adam elindeki çubuğu gösterişli gösterişli sallamasa zaten önünde notası bulunan müzisyenler çalamazlar mı?

 

     Ekmeğini şeflikten yiyen biri olarak açık yüreklilikle söylememe müsaade edin: hem evet hem hayır. Orkestra çok aşina olduğu bir müziği başlarında o egosantrik adam olmaksızın da çalabilir aslında ama bunun için neler gereklidir ya da şefin varlığı bu noktada ne işe yarar?

 

     Aslında olaya şimdi bambaşka bir boyutan bakalım. Büyük bir şirkette çalışıyorsunuz. En az yüz kişi var çalışan. Aslında herkes çok iyi eğitim almış, işini de çok iyi yapıyor. Ama şirketin bir de genel müdürü var. Hepsinden de yüksek bir ücret alıyor. Sanki bu adam olmadan beceremezler mi bunca eğitimli kişi bir şeyler yapmayı? Ne lüzum var o zaman bu israfa? Bu sahne dursun bir köşede, belki de genel müdür ve orkestra şefi arasında biraz benzerlik vardır.

 

     Klişeleşmiş bir benzetme vardır, çok seslilik ve demokrasi birbirini çağrıştırır. Doğrudur belki ama bu noktada ikisini de açmak lazım. Demokrasi nedir, çok seslilik nedir?

 

     Tabii ki burada demokrasinin okullarda öğretilen basmakalıp tanımını yapmayacağımız gibi çoksesliliğe de bambaşka bir açıdan bakmayı deneyeceğiz. Öncelikle farklı fikirlere ne derece açığız bunu tartmamız gerek. Başkalarının fikirlerine de kendi fikirlerimizin de değişen koşullara göre zaman içerisinde ayak uydurmasına ne derecede ılımlı yanaşıyoruz acaba? Bunun çokseslilik ya da demokrasi ile alakası ne diye sormayın. Aslında her ikisi de bu noktada başlıyor.

 

     Konservatuvarda orkestra şefliği ve kompozisyon bölümüne girerken zorlu bir kulak sınavından geçersiniz. Yani sıradan bir müzisyen aynı anda dört sesi duyup ayırd edebiliyorsa sizden yedi sekiz sesi nota adıyla ayırd etmenizi bekleyebilirler. Zor bir şey mi? E çok kolay değil, ama nihayetinde bir yetenek ve pek çok yetenek gibi bu da geliştirilebilir. Peki bu özellik pratikte ne işe mi yarar? Konservatuvarda kulak eğitimi çalışırken ileride yeri gelip önümüzde iki yüz kişiden oluşan bir topluluğu yönettiğim zaman bir kişinin dahi basacağı yanlış bir notayı yakalayalım diye öğrendiğimizi zannederdim. O zamanlar duymak gibi dinlemenin de geliştirilmesi gereken bir yetenek olduğunun henüz bu kadar farkında değilmişim belli ki. Hatta bir tek orkestra şefine ya da müzisyene değil herkese gereken bir kavram olduğundan bi habermişim.

 

     Gözünüzün önüne yine o karikatürize edilmiş şefi getirin. Bir sürü sert hareket yapıyor vücuduyla, pek çok emir veriyor adeta savaşa giden bir komutan edasıyla. Orkestradakiler de yüzleri en az O’nun kadar asık, şef nasıl ki hareketleriyle adeta avaz avaz bağırıyor kimseyi dinlediği yok orkestradakiler de ellerindeki enstrümanları var güçleriyle çalıyorlar. Bestecinin büyük bir uyum hayal ederek yazdığı eser belki nota aleminde doğru seslerle çalınıyor ama ruhsal bir ahenkten bahsetmek zor. Zira çoksesli müzikte bir tema her zaman ona eşlik eden diğer melodik unsurlarla zenginleşir. Niyetim burada armoni ya da kontrpuan dersi vermek değil ama farklı temaların bir arada nasıl bulunduklarını dile getirmek. Müzikal açıdan bir temanın fikren kuvvetlenmesini istiyorsanız onun karşı temasının da çok karakterli ve kuvvetli bir karaktere sahip kılmanız gerekmektedir. Aynı demokrasilerde kuvvetli iktidarların güçlü muhalefet sayesinde oluşması gibi bir şey bu.

 

     İşte belki de çoksesli müziğin demokrasi ile en çok benzeştiği nokta budur. Bestecinin müziği pek çok farklı fikri içinde barındırır. Senfonik bir eserde yaptığı orkestrasyon sayesinde kabaca seksen kişiden oluşan bir kadroda her fikrin kendini duyurabilmesine olanak verir. Ama O’nun bu çabasına orkestra üyeleri ve şefinin de yardımcı olması gerekmektedir. Nasıl mı? Düşünün ki orkestranın sesi en naif üyelerinden klarinet bir melodi çalıyor, hem de gayet yumuşak bir şekilde. O sırada kornolar -ki gerçekten orkestranın en kuvvetli ses verebilecek enstürmanlarının başında gelirler- ona eşlik etme vazifesini yerine getirmektedir. Ama o da ne, klarinet daha iki nota üflemeden kornolar onun çaldığı melodiyi örtecek şekilde enstrümanlarını kuvvetli şekilde çalıyorlar. Burada artık çoksesilikten bahsetme imkanımız olabilir mi?

 

     Şimdi aynı sahneyi demokrasinin olmazsa olmaz kurumlarından bir olan bir parlamentoda hayal edin: Bir vekil çıkıp kendi fikrini beyan ediyor, daha konuşma süresi bitmeden, niyetini tam olarak izah edemeden diğer vekillerin eğer şanslıysa sözlü, yok şanssızsa fiziki saldırısına maruz kalıyor.

 

     Gelelim şefe ve O’nun rolüne. Orkestra şefi doğası gereği orkestradaki diğer kişilerden daha çok birikime sahip olur (ya da olmalıdır diyelim, zira bazan çubuğu eline geçiren podyuma çıkıp şeflik yapmaya kalkışıyor, şükür ki çubuğun sesi yok, olsa neler duyardık kim bilir), bu nedenle kendisine maestro yani üstad diye hitap edilir. Karikatürize edilmiş şef ve benzeri yüzlercesi son derece despot bir şekilde müzik gibi son derece ince ruhla yapılması icabeden bir sanatı emirler yağdırarak kimseyle paylaşmadan tek adam otoritesiyle seslendirmeye kalkışırlar. Evet netice belki Kuzey Kore ordusu resmi geçitlerinde gördüğümüz gibi kusursuz bir beraberlikle çalan bir orkestra olur ama sanattan bahsetmekten çok uzak, olsa olsa zanaatten konuşulabilir böylesi bir sahnede. Zaten böyle meslektaşlarımız yüzünden orkestra üyelerine en iyi şef kim diye sorduklarında bütün dünyada verdikleri ortak cevap şudur: “En iyi şef ölü şeftir.”

 

     Eğer şef duymaktan ziyade dinlemeyi de öğrenebilmiş ve orkestra üylerine babacan bir tavırla yaklaşmayı becerebilen bir şefse orkestranın sesini en zor duyurabilecek üyesine bile fikrini ifade etme imkanı sağlar. Çok sevdiğim büyük bir piyanist ve şef olan üstadım Pommier’nin bir dersinde dediği gibi orkestra sosyal bir devlet gibi olmalıdır. Nasıl ki gelişmiş bir toplumda yoksul, yaşlı, engelli, azınlık veya dezavantajlı grupların hakları güvence altına alınıp güçlünün güçsüzü ezmesi engellendiği gibi onların güçsüze destek olması teşvik edilirse iyi bir orkestrada da aynısı yapılmalıdır. Bir başına tüm orkestranın sesini bastıracak kadar güçlü ses çıkarabilen tuba (adeta vapur düdüğü gibidir, müzisyen olmayanlar için not) orkestrada arp, klarinet veya flüt gibi sesi en zayıf enstrümanları duyabileceği kadar üflediği zaman orkestrada gerçek bir çokseslilikten bahsedilebilir ve bu çokseslilik demokrasi için örnek teşkil edebilir. Bunlara dikkat edilmezse pekala çokseslilik adı altında tekseslilik yahut başka bir deyişle demokrasi kisvesi altında otoriter bir rejimden başka bir şey olmaz.

 

     Kısacası profesyonel meslek hayatımda yirmi yılı çoktan devirdiğim şu sıralarda iyi bir şef olmak için en kıymetli şeyin önce dinlemek olduğunu, sesi en zayıf çıkanın yaşam hakkını sesi en çok çıkanın karşısında korumanın şefin vazifesi olduğunu, orkestradaki kişilerin O’nun düşmanı değil sadece beraber çalıştığı iş arkadaşları olduğunu ve podyumdan indiği zaman insanlar tarafından hala sevilip sayılmak istiyorsa işini yaparken asla güç sarhoşluğuna kapılmayıp kimsenin kalbini kırmaması gerektiğini, bilakis O’ndan hoşlanmayan kişilere bile O’nu seven kişilere verdiği değeri vermeyi becerebilirse maestro adını hak edeceğini, yoksa elinde sopası olan bir trafik polisinden daha öte bir şey olmayacağını anladım.

 

     27.01.2017, Cuma




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5771409
Online Ziyaretçi Sayısı:44
Bugünlük Ziyaret :1059

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.