27.02.2017 / Sinan Meydan - Sanat Cumhuriyeti


    
Atatürk, “Milli Mücadele”nin hemen ardından, 22 Ocak 1923’te “Bursa Şark Sineması”nda şöyle demişti: “...Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki fennin gerektirdiği şeyleri yapmaz, itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur. Halbuki bizim milletimiz, hakiki özellikleriyle medeni ve ileri olmaya layıktır ve olacaktır.”

 

     Geçen hafta bugün Kadıköy’deki “Müjdat Gezen Sanat Merkezi” ateşe verilip yakılmak istendi. Aslında yakılmak istenen sadece bir sanat merkezi değildi; ateşe verilip yakılmak istenen kültürdü, sanattı, sanatçıydı. Yakılmak istenen laik, çağdaş Cumhuriyet’ti.

 

     Özgürlük, Sanat ve Uygarlık

 

     Atatürk, her yönüyle uygar bir toplum yaratmak istiyordu. Ancak aklın zincire vurulduğu yerde yaratıcı düşüncenin olmayacağını, sanatın gelişmeyeceğini ve uygarlığın yeşermeyeceğini biliyordu.

 

     “Fikirler ve inkılaplar sanatla yayılır” diyen Atatürk, yaptığı devrimlerin başarılı olması için her şeyden önce güzel sanatlarda başarılı olunması gerektiğini söylemişti: “Güzel sanatlarda başarılı olamayan milletlere ne yazıktır! Onlar bütün başarılarına rağmen medeniyet alanında yüksek insanlık sıfatıyla tanınmaktan daima mahrum kalacaklardır” demişti.

 

     Toplumun Hayat Damarlarından Biri

 

     Atatürk milletlerin yaşamak için sanata ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Şu sözler, o düşüncenin ifadesiydi: “Bir milleti yaşatmak için bir takım temeller gerekmektedir ve bilirsiniz ki bu temellerin en önemlilerinden biri sanattır. Bir millet sanattan, sanatçıdan yoksunsa tam bir hayat süremez. (...) Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.”

 

     Atatürk, “Türk Milleti”nin sanatçı bir millet olduğunu söylüyordu. “10. Yıl Nutku”nda “Türk Milleti”nin tarihi vasfının “güzel sanatları sevmek ve onda yükselmek” olduğunu belirtmişti. Türk Milleti’nin diğer bazı özellikleriyle birlikte “ilme bağlılığını” ve “güzel sanatlar sevgisini” de “milli ülkü” diye adlandırmıştı.

 

     Cumhuriyetimizi, “güzel sanatlar sevgisini” milli ülkü olarak gören bir lider kurdu.

 

     Alnında Işığı İlk Hisseden İnsan

 

     Atatürk’e göre sanatçı “alnında ışığı ilk hisseden insandı”. “Ankara Halkevi”nde ressamlarla sohbetinde askerce bir örnekle “sanatçıyı” şöyle anlatmıştı: “Ben bir bölük komutanıyım, rütbem yüzbaşıdır. Üstümden emir aldım. Karşıdaki tepeyi gün doğmadan düşmandan alacağım. (...) Taarruz başladı. (...) Gün doğmak üzeredir. (...) Güneş yavaş yavaş doğmakta, yarım kurs halindeyken bu tepenin zirvesi ışıldamaktadır. Birkaç tane er ellerindeki Türk bayrağını tepenin ışıldayan zirvesine dikmek için bütün gücü ile koşuyor ve tepenin zirvesine şanlı Türk bayrağını dikerken terlemiş alnına günün ilk ışığının vurduğunu hissediyor. İşte sanatkar da toplumda uzun çalışma ve çabalardan sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır.”

 

     Alnında ışığı ilk hisseden ve aydınlanan insanın, sanatçının görevi toplumu aydınlatmaktır.

 

     Cumhurbaşkanı Olabilirsiniz Ama

 

     Atatürk’ün sanatçıya saygısı çok büyüktü. Öyle ki bir keresinde, “Efendiler... Hepiniz mebus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz; hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz; fakat sanatkar olamazsınız...” demişti.

 

     Bir keresinde de elini öpmek isteyen bir tiyatro sanatçısına elini öptürmeyerek, “Sanatkar el öpmez, sanatkarın eli öpülür” demişti.

 

     Sanatsever Cumhurbaşkanı

 

     Atatürk bir sanatseverdi. Müzik dinlemiş, dans etmiş, resim sergileri gezmiş, sinemaya ve tiyatroya gitmiş; hatta bir film senaryosu, birkaç opera üzerinde çalışmış, edebiyatla, özellikle şiirle ilgilenmişti. “Tuna Manzumesi”ni ve “Derviş Paşa Mersiyesi”ni yazmıştı.

 

     Okuduğu kitaplar arasında sanat kitapları da vardı. Örneğin, büyük müzik bilimci Lavignac’ın “Müzik ve Müzisyenler” adlı kitabını, satırlarını çizerek, notlar alarak okumuştu.

 

Atatürk'ün Çıplak Kadın Heykeline Bakması     

 

     Heykel sanatının gelişmesine önayak olmuştu. Özellikle Mimar Sinan, Barbaros Hayrettin, İbni Sina, Timur, Kanuni Sultan Süleyman ve Fatih Sultan Mehmet’in heykellerinin yapılmasını önermişti.

 

  “Ben Bir İnkılap Çocuğuyum” adlı film senaryosunun büyük bir bölümünü kendisi yazmıştı. Sinemanın keşfinin matbaanın, barutun, elektriğin ve Amerika’nın keşfinden çok daha önemli olduğunu; sinemanın bir çeyrek asra kalmadan yeryüzünü değiştireceğini ve dünyanın en uzak köşelerinde oturan insanları birbirine yakınlaştıracağını söylemişti.

 

     Operanın gelişmesine çalışmıştı. “Özsoy” gibi çok sayıda opera hazırlatmakla kalmamış “Taşbebek”, “Bayönder” ve “Bir Ülkü Yolu” adlı operaları adeta bir dramaturg gibi bizzat düzenlemişti. Örneğin, 1934’te “Taşbebek Operası”nda yazarın, kişilerden birinin ağzından, “kadına inanmadığını” ve “onun uzaktan bir süs gibi sevilmesini” belirttiği dizeleri karalayıp karşısına şöyle yazmıştı: “Biz, kadınlar için böyle düşünemeyiz. Kadın varlığı, ulusun binbir noktasından temelidir. Artık kadını süs tanımak fikri de doğru değildir... Değişmeli...” Yine aynı operada yazarın, “Sevgi bir eğlencedir” cümlesinin üzerini çizip “Sevgiyi bir eğlence saymak onu ciddiye almamak olur” diye yazmıştı. “Bayönder Operası”nın bazı bölümlerini de bizzat Atatürk yazmıştı.

 

     Resme de büyük önem vermişti. Bu sanatın gelişmesi için devlet kurumlarına resim sergilerinden resim satın aldırmış, ressamları ödüllendirmiş, resim sergileri gezmiş ve devlet memurlarının resim sergileri gezmesi için tamimler yayımlamıştı.

 

     Müze

 

     1920’de “Hars (Kültür) Müdürlüğü” kuruldu. Müdürlüğün ilk görevi Türk sanatıyla ilgili malzeme toplamaktı.

 

     1921’de Ankara’da “Anadolu Medeniyetleri Müzesi”nin temelleri atıldı.

 

     Atatürk, 5 Kasım 1922 tarihli bir genelgeyle arkeolojik ve etnografik eserlerin toplanıp düzenlenmesini ve müzelerin kurulmasını istedi.

 

     Atatürk, 1 Mart 1923 tarihli “Meclis Açış Konuşması”nda Türkiye’nin her yanında “konservatuvarlar, atölyeler, müzeler ve güzel sanatlar sergileri kurulması” gerektiğini söyledi.

 

     1923 hükümet programında müzeciliğe geniş yer verildi.

 

     1924’te “Topkapı Sarayı” müze yapıldı.

 

     1926’da “Konya Mevlana Dergahı ve Türbesi” “Konya Asar-ı Atika Müzesi”ne dönüştürüldü.

 

     1927’de “Ankara Etnografya Müzesi” açıldı.

 

     1935’te “Ayasofya” müze yapıldı.

 

     1937’de “Dolmabahçe Sarayı”nda “Resim Heykel Müzesi” açıldı.

 

     Atatürk döneminde Türkiye’de toplam 25 arkeoloji müzesi kuruldu.

 

     1924-1945 arasında çok sayıda tarihi cami tamir edildi.

 

     Herman Jansen, Bruno Taut, Clemens Holzmesiter, A. Arnold Egli gibi dünyaca ünlü mimarlar çağrıldı. Özellikle Ankara’da modern eserler yaratıldı.

 

     Müzik Opera

 

     1924’te “Riyaseti Cumhur Filarmoni Orkestrası” kuruldu. 1935’te “Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası”na dönüştürüldü.

 

     1924’te “Ankara Musiki Muallim Mektebi” kuruldu. 1936’da “Ankara Devlet Konservatuvarı”na dönüştürüldü.

 

     1926’da Ankara’da “Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü” kuruldu. 1929’da adı “Gazi Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü” oldu. Burada müzik, resim, tiyatro gibi sanat dallarına büyük önem verildi.

 

     1934’te “Musiki Muallim Mektebi” bünyesinde “Milli Musiki ve Temsil Akademisi” açıldı.

 

     Çok sesli müzik eğitimi için Avrupa’ya öğrenci gönderildi.

 

Saygun, Ahmed Adnan

 

     C. Reşit Rey, H. Ferit Alnar, N. Kazım Akses, U. Cemal Erkin, A. Adnan Saygun “Türk Beşleri” olarak ünlendi.

 

     1925’te Türk halk ezgileri derlenip notaya geçirilmeye başlandı.1930’larda ünlü Macar besteci Bela Bertok başkanlığında Anadolu’da derleme gezileri yapıldı, türküler derlendi. “Ankara Devlet Konservatuvarı”nda Muzaffer Sarısözen başkanlığında “Türk Halk Ezgileri Belgeliği” kuruldu.

 

     1926’da geleneksel müzik eserlerinin belirlenmesi ve düzenlenmesi için “Tespit ve Tasnif Kurulu” oluşturuldu.

 

     1927’de zengin bir “Türk Müzik Arşivi” hazırlanmaya başlandı.

 

     1934’te Ankara'da bir “Müzik Kongresi” düzenlendi.

 

     1934’te Ahmet Adnan Saygun, “Özsoy Operası”nı besteleyip sahneledi.

 

     1934-1935’te “Taşbebek”, “Bayönder”, “Bir Ülkü Yolu” gibi ulusal opera temsilleri yapıldı.

 

     1935’te “Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü” kuruldu.

 

     1930’larda Türkiye’de müzik ve sahne eğitimi konusunda düzenlemeler için Avrupa’dan Bela Bartok, Eduard Zucmayer, Prof. Joseph Marx, Prof. Paul Hindemith, Prof. Carl Ebert davet edildi.

 

     1930’larda “Halkevleri”, 1940’larda “Köy Enstitüleri” sanatın her çeşidini Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar ulaştırdı. “Halkevleri”nin 9 şubesinden biri “Güzel Sanatlar Şubesi”ydi. “Köy Enstitüleri”nin en renkli dersleri müzik dersleriydi. Enstitülerde Aşık Veysel saz öğretmenliği yaptı.

 

     Resim Heykel

 

     Resim ve heykel öğrenimi için Avrupa’ya öğrenci gönderildi.

 

     1927’de “Sanayi Nefise Mektebi”, “Güzel Sanatlar Akademisi”ne dönüştürüldü. Kız ve erkek öğrenciler birlikte okumaya başladı. 1937’de resim bölümünün başına Fransız Leopold Levy, heykel bölümünün başına Alman Rudolf Belling getirildi.

 

     1930’larda “D Grubu” gibi resim grupları kuruldu.

 

     1930’larda “Ankara Sergileri”, “Halkevi Sergileri”, “İnkılap Sergileri”, “Devlet Resim ve Heykel Sergileri”, “Yurt Gezileri Resim Sergileri” gibi yurdun dört bir yanında resim sergileri açıldı.

 

     Her yıl on, onbeş ressamın katılımıyla düzenlenen “Gezici Resim Sergileri” büyük ilgi gördü. İlk geziye katılan ressamlardan bazıları şunlardı: B. Rahmi Eyüboğlu, Hikmet Onat, Saim Özeren, Feyhaman Duran ve Hamit Görele...1944 yılına kadar süren ve Sabiha Bozcalı, Melahat Ekinci, Melek Celal ve Sabiha Bengütaş gibi kadın ressamların da katıldığı bu geziler sonunda yaklaşık 800 resim yapıldı.

 

     Türk ressamlar yabancı ülkelerde de sergiler açtı. Özellikle 1933’te Sovyet Rusya’da açılan Türk resim sergisi büyük ilgi gördü. Moskova’dan sonra Kiev’de, Bükreş’te, Atina’da, Belgrad’da da Türk resim sergileri açıldı. Ayrıca dünyadaki bazı önemli resim sergilerine Türk ressamlar da katıldı. 1935’te de Sovyet ressamlar da Türkiye’de büyük bir sergi açtı.

 

     “Güzel Sanatlar Akademisi”nde heykel eğitimi de verildi.

 

     1932’de Zühtü Müridoğlu Türkiye’deki ilk heykel sergisini açtı.

 

     1937’de “Güzel Sanatlar Akademisi”nde “Türk Heykeltıraşlar Sergisi” açıldı.

 

     1927’den itibaren yurdun değişik yerlerine Atatürk heykelleri konuldu.

 

     Tiyatro

 

     1927’de “1167 sayılı bir kanunla” konserler ve temsillerden “istihlak vergisi alınmaması” kararlaştırıldı.

 

     1930’da sinema ve tiyatro tüketim vergisinden de muaf kılındı. Ayrıca sanatçılara yüksek maaşlar verildi. Sanatçılar ödüllendirildi. 1937’de tiyatro okulu mezunlarına “Devlet Artisti Namzedi” unvanı verildi. Sanatçıların elbise ve kostümleri devlet tarafından karşılandı.

 

Köy Enstitüleri

 

     1930’larda yurtiçinde ve yurtdışında tiyatro temsilleri verildi. Gezici tiyatrolar tüm ülkede oyunlar oynadı.

 

     Hükümetin teşvikiyle 1933-1950 arasında 100’e yakın yerli oyun yazılıp oynandı.

 

     “Halkevleri”nin tiyatro/temsil kolları da köylere kadar giderek oyunlar sergiledi. Örneğin 1935’te 103 “Halkevi”nde 782 temsil yapıldı. “Halkevleri”nin ülke genelindeki oyunlarını ortalama 1 milyon kişi izledi. “Halkevi Turneleri” sayesinde Doğu halkı da tiyatroyla tanıştı. Örneğin, 1933’te Elazığ’da “Hamlet”, 1933’te Muş’ta “Canavar” ve “Hamlet” oynandı. “Elazığ Halkevi Temsil Kolu” 6 ayda tam 92 temsil verdi. 1944’te 406 “Halkevi”nde ve 365 “Halkodası”nda 3000 oyun sahnelendi. Bu oyunlar genelde Türk kültürüne ve Türk tarihine ağırlık verilen oyunlardı. Bu oyunlardan bazıları şunlardı: “İstiklal”, “Akın”, “Mavi Yıldırım”, “Mete”, “Kahraman”, “Ana”, “Gönüllerin Türküsü”, “Devrim Yolcuları”, “Özyurt”, “Atilla’nın Düğünü”, “Sümer Ülkeleri”, “Yanık Efe”, “Yörük Emine”.

 

     Bedia Muvahhit Yunanistan’a, Muhsin Ertuğrul Rusya’ya giderek Türk tiyatrosunu tanıttı.

 

     1930’da belediyelere tiyatro binası yapma, tiyatro topluluğu kurma yetkisi verildi.

 

     1930’da Ankara’da “Yeni Türk Ocağı Tiyatrosu” açıldı. Burada “Hamlet”, “Muhayyel Hasta” gibi önemli oyunlar oynandı.

 

     1931 İstanbul’da “Tiyatro Meslek Okulu” açıldı.

 

     “Darülbedayi” 1934’te yeniden düzenlenerek “İstanbul Şehir Tiyatrosu”na dönüştürüldü.

 

     1930’larda fabrika tiyatroları kuruldu. Örneğin bizzat Atatürk’ün açtığı “Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası”nın 700 kişilik bir tiyatro salonu ve bir temsil grubu vardı. Haftanın belli günlerinde işçilere ve halka oyunlar oynanırdı.

 

     1948’de “Devlet Tiyatro ve Operası” kuruldu.

 

     1948’de çıkarılan “Harika Çocuklar Yasası”yla İdil Biret ve Suna Kan yurtdışına gönderildi.

 

     Sinema

 

     1930’larda sinema gelişmeye başladı. Gezici sinema uygulaması başlatıldı. Halkevlerinde halka eğitim içerikli filmler gösterildi. 1935’te 103 “Halkevi”nde 713 film gösterildi.

 

     “Türkiye Himayei Etfal Cemiyeti” de sinemanın gelişimine katkıda bulundu. Cemiyet, Ankara’daki 600 kişilik salonunda çocuklara özel filmler gösterdi. Cemiyetin ayrıca birçok ilde de sinema salonu vardı.

 

     1932’de Türkiye’de toplam 129 sinema vardı.

 

     Türk tiyatrosunun öncüsü Muhsin Ertuğrul, Türk sinemasının da öncüsü oldu. 1923’te gösterilen “Ateşten Gömlek”, 1929’da gösterilen “Ankara Postası”, 1932’de gösterilen “Bir Millet Uyanıyor” gibi filmleri büyük ilgi gördü.

 

     * * *

 

     Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren köy merkezli bir halk edebiyatı gelişti. “Halkevleri”nin yayın organı “Ülkü Dergisi”nin edebiyatın gelişiminde katkısı büyüktü.

 

     Hasan Ali Yücel’in başkanlığında dünya klasikleri tercüme edildi.

 

     Neresinden bakılırsa bakılsın Atatürk, bir sanat cumhuriyeti kurdu. Anadolu’da gecikmiş bir “Rönesans”ın tohumlarını attı.

 

     Bugün Türkiye’de sanata ve sanatçıya düşmanlığın “Cumhuriyet”e düşmanlık olduğu asla unutulmamalıdır.


     Sözcü Gazetesi - 27.02.2017, Pazartesi




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5802079
Online Ziyaretçi Sayısı:32
Bugünlük Ziyaret :1010

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.