01.05.2003 / Kemal Sünder - Gönül Rızası
Ozan ne demiş?
“Arifler kamili seçer sözünden,
Ne gelmişse başa hep batıl(*) yüzünden”
Türk orkestra şefleri, solist ve orkestraları bu ülkenin bestecilerinin müziğini seslendirmiyor!
Ama Türk mimar ve mühendisleriyle desinatörlerinin çizdikleri her projeye de “Verin de gerçekleştirelim” denmiyor. Üstelik de bunun için devlet kurumlarını suçlamak söz konusu olmuyor.
Acaba Avrupa’da da her besteleyenin eseri çalınmış mı? İtalya’da “operalarımız seslendirilmiyor” diye sızlananları, Almanya’da “senfonilerimiz neden çalınmıyor” diye bağıranları duyan olmuş mu?
Yoksa, “Ne bunlar böyle?” Diye kafalara domatesler, salatalıklar atıldığı günler çok mu uzaklarda kaldı?!
Evet orkestralarımız, solistlerimiz belki yerli bestecileri yeterince ve isteyerek seslendirmiyor. Ama bir bakıma böyle yaparak “teşhir etmek” yerine “merak ettirmiş” olmuyor mu?
Ayrıca ne zoruna?
Koşullanması Avrupalı. Aldığı eğitim ve öğretim bu doğrultuda.
Acaba bestecilerimiz “ulusal” yerine “global” müzik yazsalardı onları yeterince seslendirecekler miydi?
Ama daha da önemlisi seslendirmek değil, çalınanları dinleyeni bulabilmek!
Çünkü ülkemizde “Avrupa Konservatuvarları”nın eğitim tarzında seslendirici ve besteci yetiştiriliyor.
Oysa yüz yıllardır şarkıyı türküyü birlikte diz döverek, omuz vererek bestecisinden, türkü yakanından, bir bileninden öğrenme geleneği olan bu topraklarda “sesi olmayandan” besteci olmamış.
Öyle sanılandan da “hikmet hatırına” dinlenen bir kuru söz kalmış.
Yani günümüzde müziğini dinletmek isteyen besteci, şefleri ve solistleri suçlamadan önce, güzelliği iç yakan türküler kıvamında, ama “özgünlüğü” kuşku götürmez ses müzikleri yazabilmeli. Sorun, neden bestecilerimizin eserlerinin seslendirilmiyor olmasından öte, bestecilerimizin neden hala seslendirmeyi heveslendirecek şeyler “üretemiyor” olması sorunu. Halk besteciden bu nedenle koptu. Bugün dinleyici tanımındakilere de sadece ulusallık hatırına her şeyi dinletip beğendirmek kolay değil.
Kaldı ki çok seslendirilen türkülerin bile söylenişi “doğal değil” diye, “eğitimli ses” diye ilgi görmüyor.
Unutmamalı;
Avrupa başka iklim, buraları başka. Bu diyar başka diyar.
Hesiodos da Anadolulu.
“Sirius (yıldızı) tepedeyken bozulan bağın üzümü, göbeği uzun kesilince kısık ve genizden konuşanın sesi güzel olur” diyen de O.
Ama sıra Avrupalılara gelince işler değişmiş. Bugün protestan Avrupalılarla katolik Akdenizliler arasındaki hançere farkının müziği hangi kulvarlardan günümüze getirdiği ortada!
Peki;
Çalgı müziği mi, ses güzelliği mi? Hepsinin yeri ayrı demek yeterli mi?
Hançere müziği başka şey, çalgıda şarkı yazmaya kalkmak başka şey.
Mozart ile Beethoven, Verdi ile Wagner arasındaki fark burada.
Birisi “Don Giovanni”ler, “Sihirli Flüt”ler yazmış, diğeri güç bela “Fidelio”da kalmış.
Verdi’nin yazdıklarına “opera”, ağzını açınca “gak” sesi çıkan Wagner’inkilere “müzikli drama” denmiş.
Ayrıca bu iş için bestelenme aşamasında bile aryaların “tiyatrosunu yapabilmek” gerekmiş. Beethoven’i rol yaparak arya söylerken düşünebilmek kolay mı? Bu herkesin kıvırabileceği iş değil.
Kaldı ki, “Moskova Konservatuvarı”nı ziyareti sırasında karşılıklı doğaçlama pandomim yapmalarıyla ünlü C. Saint-Saéns ile Tschaikowsky bile “teatral” yeteneklerine rağmen “Samson & Dalila”da, “Yevgeniy Onyegin”de takılıp kalmışlar. Brahms da akıllılık edip işi “Requiem”i ile sınırlı tutmuş…
Daha gençlik çağlarında Cenevre’de, Paris’te çalıp söylemedikleri, hatta oynamadıkları opera ve operet kalmayan “Rey Kardeşler”in yanında, aynı kuşaktan bestecilerimizin ve onları izleyenlerin durumu ortada.
Özetle; sesi olmayan besteci ne çocuk şarkısı, ne marş ne de operalara aryalar yazabiliyor.
Ben yaptım oldu demekle, yani piyanoda hançereye müzik yazmaya kalkmakla da bu iş olmuyor.
“İstiklal Marşı”mızdan bu yana anlı şanlı isimler ne marşlar, ne şarkılar yazdı.
Peki akıllarda “10. Yıl Marşı” ve “Lüküs Hayat”lardan başka hangi müzikler kaldı?
Kısacası ses müziği başka şey.
Ne demişler;
Ezanı müezzin dinletir.
O niyetle bağırmaksa “ses kirliliği” üretir!..
Evet;
Burası Anadolu. Yani Anat’olia. “Tanrıça Anat’ın Toprağı” denen yer.
Tufandan sonra “yaşamın başladığı” söylenen, kültürlerin harmanlandığı bilinen diyar.
Elbet etkin fayların sürtüşerek sürekli negatif enerji ürettikleri bir yerde zaman zaman ağlayıp sızlanmaya da “türkü” denilmesi ayrı konu.
Ama bu toprakların -o genizden gelen sesle- ağlamadan bağırmadan söylenen, koma ses değişimleriyle süslü “binlerce yıllık” türkülerini dinlemek de dünyalara değer.
Andrea Bocelli benzeri böyle seslerin kendi tınısı, kendi müziği var. Söylediği türkünün melodisi yanında bu müziği de duyabilmek işin sırrına erenlerin harcı. Özgünlükle özümseme arasındaki estetik farkı da o nedenle yaratının kimliğiyle bağlantılı.
Böyle bir güzelliği nefes egzersiziydi, diyaframdı diyerek harcamak hangi insafa sığar?
Hançerenin akustik kalitesi doğanın hediyesi. Çalgı ve çalgı müziği ise el becerisi!
Bu topraklarda müzik yüzyıllardır şarkılardan türkülerden sorulmuş.
Çalgı müziğinin değil çok seslisine, bugün tek seslisine bile dinleyici bulmak zor.
Kaldı ki seslendirme denince de;
Ne devlet desteği, ne ilgisizlik kösteği.
O işin esası, gönül rızası!
……………………………………………………………
_______________________________
(*) Batıl = Doğru olmayan, temelsiz.
Aylık olarak yayınlanan "Orkestra Dergisi"nin 42. Yıl, 341. Sayı ile Mayıs 2003 tarihinde basılan nüshasının 2-6. sayfalarından alınmıştır.