01.02.1965 / Ahmed Adnan Saygun - Musiki Davamız


     Musiki davamız deyince gözümün önüne bir mektep sınıfındaki piyano, kara tahta ve nazarları kara tahtaya veya piyanoya çevrilmiş olduğuna göre haleti ruhiyeleri değişen irili, ufaklı genç talebe geliyor. Ben bu sınıfa haftada yedi defa girer ve her girişimde karşımda başka başka talebeler bulurdum. Fakat değişmeyen bir şey vardı: kara tahtanın veya piyanonun genç ruhlar üstündeki tesiri…

 

     Hoca olarak mektebe gittiğim zaman müfredatın lüzumundan pek fazla yüklü olduğunu görmüştüm. Bu program ancak musiki mekteplerinde tatbik olunabilirdi. Fakat dediler ki yüklü de olsa bunu tatbik etmek lazımdır. Türlü türlü armoni tabirleri ve bahislerini çocuğa anlatmak nasıl kabil olacak diye düşünüyordum. Çünkü talebem daha do ile re’yi birbirinden ayıramıyordu. İşe solfejden başlamak lazımdı: başladık. Fakat bu tedrisatın ne kadar sıkıcı olduğunu ben anladığım gibi talebem de anladı ve onların anlaması feci oldu: hep beraber avazları çıktığı kadar bağırıyorlar, do-sol diye nara atıyorlardı. Naralara yavaş yavaş başka şeyler de ilave olundu: birbiriyle konuşmadan mütevellit uğultular, ayak patırtıları, v.s… Hele bir defa do-sol’ü kapalı ağızla söyletmiş bulundum. Ondan sonra bütün sınıfta kapalı ağızla arı kovanını andıran uğultular alabildiğine inkişaf etti. Teessürüm son haddini bulmuştu. Piyanoya oturdum. Bir sonat çalıyordum. Bir ara sınıfın sessizliğinin farkına vardım. Uğultular, patırtılar kesilmiş, talebem piyanoya dönmüş, çıt yok. “Öreka!” diye bağıracaktım.

 

     Ondan sonra talebemle dost olduk. Öyle ki artık yedi saat dersimin dışında da çocukları etrafıma topluyor, piyano çalıyordum. Onlara çaldığım eserleri yazan sanatkarlardan bahsettim. Birçoğu saz çalmağa heveslendi. Kısa bir zaman sonra do-sol’ü çoktan geride bırakmış ve oldukça güç solfej temrinleri yapmağa başlamıştık. Anladım ki musiki dersi tahta başında değil, piyanonun başında yapılır.

 

     Biliyorum ki benim başıma gelen şeye mekteplerdeki musiki muallimlerinin çoğu yabancı değildir. Bilmem onlar da benim gibi “Öreka!” diyebildiler mi?..

 

     O sıralarda gazetelerde türlü türlü musiki yazıları çıkıyordu. Muharrirlerin bir kısmı, Itri’nin ve Dede’nin “şehkar”larını yarattıkları musikimizin bize kafi olduğu fikrini müdafaa ediyor, bir kısmı da tek sesli musikinin tarihe intikal etmesi lazım geldiğini ve Garp musikisini almamız icap ettiğini ileri sürüyordu. O zaman basılmış olan yazılar gözden geçirilirse az çok makul fikirleri ihtiva edenlerinin bile pek, ama pek seyrek olduğu görülür. Bu münakaşaları Abdülhamit devrindeki meşhur “Kemana bir beşinci tel ilavesi” münakaşasına benzetmek doğru olur… O ne kadar ciddilikten uzak idiyse, bu münakaşalar da öylece ciddilikten uzaktı. Kendisini musiki ile ilgili farzeden herkes kalemi eline almış, bir düziye yazıyor, tenkid ediyor, cevap veriyor, cevaba cevaplar birbirini kovalıyor ve hemen her makale karşı tarafa ağır hücumlarla sona eriyordu. Gazetelerde ne garip fikirler intişar ederdi. Müdafaa edilen fikirlerden bir ikisini hatıra kabilinden zikretmek şaşkınlığın ne dereceye vardığını gösterir:

 

     - Garp musikisini olduğu gibi alalım.

     - Kendi musikimizle karıştıralım.

     - Teknik birdir.

     - Garp musikisi fakirdir. Makam zenginliğinden mahrum olduğu gibi çok sese gidilmiştir. Bizim çok sesli musikiye ihtiyacımız yoktur, v.s.

 

     Daha eski devre ait bir fikri buraya ilave etmek de yersiz olmaz:

 

     - Bir Macar (hem de Macar!) musikişinasını getirterek türkülerimizi armoniletelim: böylece “milli” musikimizi meydana getirmiş oluruz.

 

     Garp büyüklerini istiskal, kendi üstadlarımıza hakaret, musikimizle opera yapılır, yapılmaz gibi iddialar birbirini takip ediyordu. Zaten böyle tecrübeler de yapılmamış mıydı?

 

     O sırada Beethoven’in ölümünün yüzüncü yıldönümü muhtelif memleketlerde büyük musiki hareketlerine yol açmıştı. Büyük orkestra ve korolarla üstadın eserleri icra ediliyordu. İstanbul’da da bu hatıra bir-iki konserle taziz edilivermiş bulundu. Fakat beri tarafta bu ne büyük bir aksülamel doğurdu. Derhal yüzelli kişilik koro ve saz ile bizim üstadlarımızın hatıralarını anma yoluna gidildi. Bu pek tabii olarak yapılmalı idi ve yapılması lazımdı. Fakat “kemiyet” manasının bu kadar yanlış anlaşılması nadirdi: yirmi ud ile yirmibeş kemençenin bir araya gelmesinin ne faydası olduğu hiç düşünülmedi. Hele o güzel eserleri her sazendenin kendi keyfine göre süslemesi, ezip büzmesinin meydana getirdiği garip ve kötü tesir ve “teganni” namı altında avaz avaz bağırılmasının kulaklara verdiği ıstıraplar üstünde kat’iyen durulmadı.

 

     * * *

 

     Günler, aylar geçti. Münakaşalar için için devam ediyor, bazen de gazete sütunlarını aşıyordu. Keşke sadece gazetelerde kalsaydı da daha ciddi müesseselerimize intikal etmeseydi: çünkü bunların tesiri daha kat’i ve şümullü oluyor.

 

     “Darülelhan”dan Türk musikisi nazariyat ve tatbikatının kalkması bir “emrivaki” olmuştu. Zavallı Türk musikisi “teknik birdir” iddiasına kurban gitti. Muhakkak ki bizim sazlarımızın en mahir ustaları dahi tamamiyle keyfi ve metodsuz icra tarzlariyle kendi davalarının aleyhinde yürüyegeldiler. Ele alınan nefis eserler bu indî ve üslupsuz çalışlar yüzünden kolu kanadı kırık bir hale sokuluyordu. Onlar bunun cezasını çekmeli idiler ve çektiler. Fakat bizim musiki nazariyatımız da darbeyi yedi ve konservatuvar tedrisatından kaldırıldı. “Garp” ve “teknik” gibi kelimelerin arkasına gizlenmiş olan ne idüğü belirsiz şey davayı kazanıyordu.

 

     * * *

 

     “Halkevleri” kurulunca mektep dışı zevk terbiyesi muamması bütün şümulüyle ve dehşetiyle meydana çıktı. Öğünülecek bir noktayı burada bilhassa tebarüz ettirmek gerektir: “Halkevi”, halk musikisi çalışmalarını tutuyordu. Bu, yeni bir adımdı. Fakat halk musikisi nedir? Bir zümreye göre Türk veya Arap veya Acem, Bizans, Enderun, ilh… musikisinin iptidai bir şekli; bir zümreye göre de halkın söylediği musiki. Fakat her yerin halk musikisinde türlü türlü tesirler olabilir. Bu tesirler altında meydana gelmiş veya komşu merkezlerden intikal etmiş parçalarda halk musikisi diyebileceğimiz şey nedir? Sahibi belli olan ve olmıyan gibi bir tasnif yapılabilir mi? Bu muamma bir türlü çözülemedi.

 

     * * *

 

     Gene günler, aylar geçti ve bir gün radyodan Türk, Arap veya Acem, ilh… musikisinin kalktığını gördük. Garp taraftarlarında zafer kahkahaları, şark taraflarında ümitsizlik ıstırapları…

 

     “Halk musikisi” muamması gene ortaya çıktı. Onu tutacağız, söyliyecek ve söyleteceğiz. Fakat o nedir? Anlamak, bilmek imkanı yok… Sorgular, istihzalar, içtimalar, münakaşalar birbirini takip etti ve dava gene halledilemedi.

 

     Bu arada yeni bir hadise ile karşılaştık: “İstanbul Radyosu”nda zevklerine uygun havaları bulamıyanlar Mısır’ı açtılar, aşir dinlediler ve nevicat Arap havalariyle mest oldular. Hatta viyolonseli ve piyanoyu, falan veya filan şark sazı ile birleştirerek Arapların, şu ezeli musiki davasını kendi aralarında hallediverdiklerini de keşfettiler.

 

     Yanlış adım atılmış, dönmek zamanı gelmişti.

 

     Mekteplerimizde Garp musikisi adına sadece do-sol naraları devam edip gidiyordu. Fakat bu hengamede başka bir şey de önce korkak, sonra cesur, hatta küstah, musiki terbiyesi meselesinde baş köşeye namzetliğini koydu: Mandolin. Mektepte mandolin, “Halkevi”nde mandolin, sokakta mandolin… Acaba zevk terbiyesi meselesini bu bodur saz mı halledecek?

 

     Beş sene evvel Kars taraflarında seyahat ederken “Cılavuz Köy Eğitmen Okulu”nda kurşun su borusundan yaptığı kavalını çalan bir genç görmüştüm. Kaval çalanların yerine şimdi mandolin gruplarının geçtiğini acı acı görmemek kabil mi?

 

     Evet, mandolin evden mektebe, mektepten “Halkevi”ne, “Halkevi”nden sokağa ve her yere atladı. Şimdi gençlerimiz koltuklarında mandolinleri, köyde kentte “Santa Luçya”yı çalacaklar!

 

     * * *

 

     Hayır, yol ne odur, ne de bu… Bir taraftan mekteplerin, bir taraftan mektep dışının, köylerin ve şehirlerin kafa ve zevk terbiyeleri meselesiyle karşı karşıya olduğumuza göre işi kökünden halletmek çarelerini aramak lazımdır.

 

     Gelecek yazılarımızda bu mevzuları birer birer ele alarak fikirlerimizi izha çalışacağız.


     Aylık olarak yayınlanan “Opus Dergisi”nin 2. Yıl 28. Sayı ile Şubat 1965 tarihinde basılan nüshasının 41-42. sayfalarından alınmıştır.




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5759391
Online Ziyaretçi Sayısı:18
Bugünlük Ziyaret :1418

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.