Türk Musikisi Devlet Konservatuvarları ve Bir Büyük Yanlış


     
"İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı"
nın 1975 yılında kurulmasının ardından oldukça uzun yıllar geçti. Bu uzun süreçte yeni Türk Musikisi Konservatuvarları kuruldu, öğretmenler atandı, öğrenciler mezun edildi.

     Bu ilk Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı'nın kuruluşundaki temel amaç çıkmaz bir yola girdiği savlanan, gerileme döneminde olduğu büyük bir çoğunluk tarafından kabul edilen ve "ulusal" olduğunun altı israrla çizilen musikimizi kurtarmak, tekrar düzene sokmak, musikimizi yorumlayanları meyhane köşelerinden kurtarmak, bu musikiyi dünya uluslarının da kabul edebileceği düzeye ulaştırmak ve kaliteyi artırmak idi.

     Bu ideali başarabilmenin yolu ise çalgısını gerçekten teknik anlamıyla çalabilen yorumcular yetiştirmek, bu musikiye ait olduğu öne sürülen farklı ses sistemlerini inceleyerek sadeleştirmek; bu incelemeyi kağıt üzerinde değil yazılmış tüm yaratıları ele alarak bilimsel bir şekilde ortaya koymak, bu sadeleşmenin üzerinde çoksesli yepyeni eserler üretecek bağdarlar yaratmak, bu eserleri yorumlama gücüne sahip Türk musikisi çalıcılarından oluşan büyük topluluklar kurmak, bu toplulukların kullanmaları gereken çalgıları en kaliteli bir şekilde yapacak çalgı yapımcıları ortaya çıkarmak, bu çalgıları bir an önce standartlara kavuşturmak, standardize edilmiş bu çalgılara ait ve bu çalgıları çalmak üzere okula alınan öğrencilere sunulacak çalışmalıkları (metod) hazırlamak, musikimizi yorumlayacak ses sanatçılarını yine uluslararası niteliklerde hazırlamak değil miydi?

     Aradan geçen uzun yıllardan sonra dönüp geriye baktığımızda çok iyi niyetli bir şekilde ortaya konulan bu fikirlerin gerçekleşmediği ne yazık ki açık bir gerçektir. Sorun ortaya konulan fikirlerde değil, uygulamada yatmaktadır. Yapılan uygulamalar sonucunda bu okullarımızı bitiren gençlerimizin iş bulamadıklarını, yine eğlence mekanlarında kendilerini ve bu musikiyi harcadıklarını görüyoruz.

     Sistem halen arka arkaya her yıl yeni mezunlar vermektedir. Bu yeni mezunların bir bölümü küğ öğretmeni olarak Milli Eğitim Bakanlığı'nda istihdam edilmekte, ancak önemli bir bölümü başka iş alanlarına kaymaktadır. Hiçbir şansı olmayanlar ise ellerine udlarını, neylerini alıp her biri ayrı bir mafya patronuna ait olan eğlence merkezlerinin önünde iki büklüm iş beklemekte ve sarhoş masalarına meze olmaktadırlar.

     Öncelikle kalın harflerle şunu belirtmekte yarar bulunmaktadır: Kendi musikimizi ve buna ilişkin birikimi çok iyi irdeleyip kağıda aktarmak ve öğrenmek zorundayız. Bu olmazsa olmazların ilk aşamasıdır. Bilindiği üzere Türk toplumu yüzyıllardır kendi kültürünü ve musikisini kağıda dökmemiş, pek fazla yazılı kaynak bırakmamıştır. Buna ilişkin en acı örnek mehter takımının içinde bulunduğu durumdur. Batılılaşma hareketlerinin yanlış değerlendirilmesinin bir sonucu olarak dağıtılmış bulunan mehter takımına ilişkin yazılı kaynaklar bulunsaydı bugün mehter takımının nasıl ve ne tür bir dağara sahip olduğu konusunda hiçbir tartışma olmayacaktı.

     O halde içi boş söylemler yerine konuya bilimsel olarak yaklaşılmalı, araştırmalar ve bununla bağlantılı yayınlar yapılmalı, geçmişimize sahip çıkılmalıdır. Ancak geçmişe sahip çıkmak demek fanatik bir şekilde davranmak demek değildir. Bu anlamda "Geleneksel Türk Sanat Musikisi"nin edimsel olarak ortadan kalktığını kabullenmek zorundayız. Eğer bir musiki kendisinin köklerini oluşturan ortam yok olmuşsa canlılığını yitirir. Saraya ait olan bu musiki kültürü de Cumhuriyet'in ilanı ile kendisinin temelini oluşturan saray ortamının dışına itilmiştir.

     Günümüzün çözümü bu musikiyi tüm teknik ve sanatsal özellikleri ile iyi bilmek ve bu bilgilerden yararlanarak ortaya yepyeni bir musiki anlayışı koymak olmalıdır. Bu yeni musiki çağdaş dünyaya çoksesli olarak hitap etmelidir.

     Yukarıdaki paragrafta ortaya koyduğum bu görüşe bazı kişilerin şimdiden tavır koyacakları ise bellidir. Onlar musikimizin teksesli olduğunu ve güzellikleri onun ezgisel yapısında aramak gerektiğini, bu musikinin teksesli olarak kabullenilmesi gerektiğini, köken olarak çoksesli olmadığını ileri süreceklerdir. Bu konu tamamen ayrı bir tartışma konusudur.

     Özetle, kendi musikimizi reddeden ve onu yadsıyan bir tutum da yanlıştır, bu musikiyi tamamen olduğu şekliyle kabul eden görüş de yanlıştır. Tercih edilmesi gereken musikimizi çok iyi öğrenerek onu çağdaş dünya toplumlarının içinde yer aldığı seviyeye çıkartmaktır.

     İlk Türk musikisi konservatuvarımız da, sonradan açılan diğer Türk musikisi konservatuvarları da asıl görevleri olan bu noktadan çok uzak kalmışlar, hatta hiç yaklaşamamışlardır. Var olanı saptayamamış, derleme çalışmalarını ihmal etmiş veya gereken önemi vermemiş, çalgılara metodlar oluşturamamış, bunları standard hale getirememiş, Türk musikisine uluslararası kabul görebilecek yeni ve büyük çaplı yaratılar yazacak bağdarlar yetiştirememiştir.

     Tam tersine YÖK'den ünvan alarak koltuklarını korumaya çalışan bir takım bürokratik kafada insanlar ortaya çıkmış, bu okulların kapıları ilerici fikirlere kapatılmıştır. Darbuka'dan (!) yüksek lisans yapan ve geleceğin öğretim kadrosuna ait oldukları varsayılan kişilerle bu okullarda ciddi reformlar yapmak mümkün görünmemektedir. Örneğin bilinen halk türkülerini arka arkaya dizerek "Bağlama Metodu" yazdığını sanmak...?

     Bu okullardan yetişen az zayıdaki bilimsel ve analitik düşünceye sahip kişiler ise ya küstürülmüş ya da kadroların kendi aralarındaki çekişmeler yüzünden heba edilmiştir. İletişim ve ulaşımdaki başdöndürücü gelişmeler yüzünden kendi musiki kültürümüz yok olmakta, batının yoz küğsel kültürü Anadolu'nun en ücra köşelerinde Türk pop küğü olarak etkisini artırmakta, bu duruma el koyması gereken kurum ve kişiler ise seyirci kalmaktadır. Örneğin artık radyo ve televizyonlarda yalnızca şarkı okunduğunu duymaktayız. Nerede musikimizin gazelleri, besteleri, taksimleri, semaileri? Nerede Kar–ı Natıklar? Türk musikisinde artık gerçek anlamda taksim yapabilen sazende kalıp kalmadığı açıkça sorulmaktadır. Ayin–i Şerifler unutulmuştur. Saz musikimiz eski dinamizmini kaybetmiştir. Büyük formlu eserlere ne oldu? Sonuç, varsa yoksa şarkı ve pespaye sözler üzerine şekilsiz söylemlerle para kazanmaya yönelik icralar...

     İşte, bu çizdiğimiz pek hoş olmayan tablo karşısında Türk Musikisi Devlet Konservatuvarları ne yaptı? Her yıl aynı dersleri ezbere tekrarlayan bir sistem... Araştırmacı ve üretken olmayan bir ürkeklik... Yenilikçiliğe karşıtlık, eskinin özümsenemeyişi...

     Zaten bilimsel çalışan bir konservatuvar sistemi ve o sistemin üretici – yaratıcı halkaları bulunsaydı ülkemiz bugünkü durumunda olmazdı. Kimliğini kaybetmiş bir ulus olarak yönümüzü bulamadığımız acı bir gerçektir. Kimliğini kaybetme olgusu 1856'lı yıllarda başlamıştır, çağdaşlaşmak yerine batılılaşmayı esas olan bir yenilikçilik sevdası, bu şekilde Osmanlı'nın toprak kaybetmesinin önleneceği düşüncesi, büyük bir imparatorluğun ancak batıya öykünülerek kurtarılacağı fikri kimliğimizi kaybetmemizin başlangıcıdır.

     Bu yanlışı fark eden Atatürk "çağdaş uygarlıklar düzeyine yükselme" hedefini ortaya koymuşsa da O'nun zamansız kaybından sonra batı öykünmeciliğinin aynı hızla devam ettiği söylenebilir. Bu yanlış anlayışın karşısında ise tutarsız bir milliyetçilik sergilenmiş, bu milliyetçi anlayış geçmişe ait olan herşeyi tartışmasız olduğu gibi savunmuştur.

     Türk Musikisi Devlet Konservatuvarları'nın kadrolarını oluşturan büyük çoğunlukta geçmişe ait olan herşeyin olduğu gibi kabulü yönünde yaygın bir eğilim bulunmaktadır. İrdelemeden, araştırmadan, incelemeden geçmişi geleceğe taşıyamazsınız.

     Kısacası kendi kültürünü ve kimliğini yitirmeden çağdaş olunması gerektiği yeterince anlaşılamamış, bu yüzden de ülke çok vakit kaybetmiştir. Bu vakit kaybı halen sürmektedir. İlerleyen zaman içinde gerçek kültürel mirasımız yok olmakta, kimlik erozyonu hızlanmaktadır. Kimlikteki aşınma ise Türk Musikisi "fanatikleri"nin "batıcı" olarak adlandırdığı, kendi kimliğinden uzaklaşmış, öykünmeci "aydın" (!) tipini oluşturmuş, bu aydın tipi ise AB–D'nin kucağına oturarak kendi öz değerlerine saldırmıştır.

     Çözüm yolu açık ve tektir: Akıllı olmak... Kendi kültürünü çok iyi bilen, çağdaşlaşmayı savunan, üreten ve çözüm bulan gerçek Türk küğcüsünün bir an önce yetiştirilmesi ve bu yeni kimliğin küğ okullarımızda etkin hale getirilmesi...

     Tuğrul Göğüş / 17.11.2008 - Adana




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5768449
Online Ziyaretçi Sayısı:17
Bugünlük Ziyaret :669

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.