16.02.2018 / Tunca Arslan - Oscar Adayı İki Film...


     Genel hukuki tanımla “ihkak-ı hak” meselesi, yani haksızlığa uğradığını düşünen kişinin adaleti bizzat sağlamaya çalışması, sinemacıların sevdiği konuların başında geliyor. Bu öykülerin ana teması da doğal olarak öncelikle “intikam”la belirleniyor.


 

     Martin McDonagh imzalı, yedi dalda “Oscar” adayı, ilk bakışta kavranması biraz zor adıyla “Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri” (Three Bilboards Outside Ebbing, Missouri) filmi de böylesi bir öykü sunuyor ama karşımızda tipik ve alışılmış intikam serüveni yok, çok daha fazlası var.


 

     Küçük bir kasabadaki hediyelik eşya dükkanında çalışan, eski bir polis olan kocasından ayrılmış Mildred’ın (Frances McDormand) kızı kısa süre önce tecavüze uğramış ve öldürülmüştür. Yerel polisin vakayla hiç ilgilenmediğini düşünen çaresiz kadın, kasabanın çıkışında yer alan, yıllardır kullanılmayan üç dev reklam panosunu kiralar ve kendince bir teşhir faaliyetine girişir, sesini bu ilginç yöntemle duyurmaya çalışır. Ortalık yavaş yavaş karışmaya başlar... Mildred’ın hedefinde polis şefi William Willoughby (Woody Harrelson) vardır ama bu adamın da çok başka dertleri söz konusudur.


 

     Elde Kalan Üç Polis...


 

     “In Bruges” (2008), “Seven Psychopats” (2012) gibi kalburüstü filmlerinden tanıdığımız Martin McDonagh, Amerikan taşrasındaki ırkçılık sorunundan kiliseye, polis teşkilatından medyaya, kadına şiddetten adalet mekanizmasına, hatta Irak’ın işgaline kadar, toplumun gözeneklerinden fışkıran pek çok soruna el atarak, acılı ve öfkeli bir annenin dramını karşımıza getiriyor “Üç Bilboard...”da. Aynı zamanda da sıra dışı bir “dönüşüm” öyküsü bu.


 

     Woody Harrelson’ın her zamanki mükemmel oyunculuğuyla canlandırdığı polis şefi, filmin temel izleklerinden birini özetlercesine, ırkçılık karşıtı beyaz kadın Mildred’a şöyle diyor: “Az biraz ırkçılık eğilimi olan her polisi kovsaydım elimde üç polis kalırdı ve onlar da homolardan nefret ediyor olurdu.”


 

     McDonagh, ilmek ilmek örülmüş çok sağlam bir senaryoya dayanan filmi, intikam öykülerinin klasik şablonlarından epeyce uzakta tutarak ve usta isimlerden oluşan oyuncu kadrosundan yüksek verim alarak, mükemmele çok yaklaşan düzeye ulaştırmayı bilmiş. Baş dik ve rahip efendiyi evinden küfür kıyamet kovacak denli dik kafalı bir kadının adalet arayışını hayli yumuşak ama etkili sinema diliyle aktaran “Üç Bilboard...”ın müzik çalışmasına da özel dikkat lütfen.


 

     İki Süper Devlet ve Aşk


 

     1960’lardayız... Dünya, genel anlamda iki kampa ayrılmış ve “Soğuk Savaş”ın sıcak rüzgarları esmekte. ABD’de yüksek güvenlikli bir devlet laboratuvarında temizlikçi olarak çalışan dilsiz (sağır değil) Elisa, “Amazon Ormanları”nda yakalanıp getirilen dünya dışı bir “varlık”ta gerçek sevgiyi bulur ve merhametini, şefkatini esirgemediği bu “adam” için her şeyi göze alır.


 

     Doğrusu, çok önemsenen 2006 yapımı “Pan’ın Labirenti” filminden de çok sarsılmadığım yönetmen Guillermo del Toro, sinemalarımızda bugün gösterime çıkan “Suyun Sesi”nde (The Shape of Water) gene “En etkileyici anlatı yöntemi masallardadır” inancıyla hareket etmiş ve iki süper devletin acımasızlığı karşısında aşka sığınmış.


 

     Teknik açıdan üst düzey, oyunculukları harika, alabildiğine estetize ve tam 13 dalda “Oscar” adayı bir film “Suyun Sesi” ama bardağın boş tarafı da hayli dikkat çekici. Tıpkı orijinal adının çağrıştırdığı gibi, içine girdiği klasik iyi-kötü karşıtlığının şeklini alan, hoş ama boşça bir masal-film var karşımızda. Sally Hawkins’in parlak oyunculuğunun yanında Guillermo del Toro’nun en büyük başarısı, filmi 20 milyon dolara, yani “Hollywood” ölçeğinde çerez parası sayılabilecek kadar düşük bütçeyle kotarmış olması gibi görünüyor.



     Aydınlık Gazetesi - 16.02.2018, Cuma




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5765538
Online Ziyaretçi Sayısı:7
Bugünlük Ziyaret :624

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.