01.04.1998 / Hamit Alacalıoğlu - Bilgi Edinmiş Olduk


     22 Haziran 1997… Pazar… Saat 23.30 suları.


 

     Televizyonda gezinip duruyorum. Belki izlemeye değer bir istasyon bulurum diye.


 

     Bizde Allah razı olsun kablo yüzü suyu hörmetine 30 kanal çıkıyor 10’u yabancı.


 

     Canım güzel bir müzik dinlemek istiyor.


 

     Önce yabancıları dolaşıyorum… İş yok!


 

     Sıra geliyor yerlilere… Nereyi açsam:


 

     Ya bıngıl bıngıl bir “taze”… Belden aşağısı transparan, belden yukarısı neredeyse yok denecek kadar açık saçık bir giysi (eğer giysi denebilirse…) Neme lazım hatun güzel mi güzel… Kaşla göz, geri yanı söz. Bir eda bir eda!… Mikrofonu, “yeni gelinin simide (can simidine) sarıldığı gibi avuçlamış”, avazı çıktığı kadar bağırıyor. Dinleyicilerde (eğer dinleyici denebilirse) bir alkış, bir bağırış, bir tempo vuruş ki, mikrofondaki bağırtıyı duyana aşkolsun!


 

     Ya da allı pullu gömleğinin yakası göbeğine kadar açık, göğsünün kılları ondüleli, kolları sıvalı, boynunda at nalı büyüklüğünde bir kolye, bacaklarında derisine neredeyse uhu ile yapıştırılmış sımsıkı, parıl parıl parıldayan deri bir pantolon, kulamparaların (afedersiniz oğlancı diyecektim, “T.D.K. Türkçe Sözlük 1974 sa. 520”) iştahını kabartacak kadar kıçı başı oynayan, “yeni damadın geline sarıldığı gibi” mikrofonu avuçlamış, oradan oraya koşan, durmadan zıp zıp zıplayan yakışıklı, hötöröfümsü bir delikanlı… O da avazı çıktığı kadar bağırıyor mikrofona. Ama dinleyen kim? Millet de onunla birlikte hop hop hopluyor, zıp zıp zıplıyor. Islık çalıyor, el çırpıyor, bağırıp çağırıyor.


 

     Ben böyle çaresizlik içinde kanal kanal dolaşırken ya da yeni deyimle zapping yaparken aniden gözlerimin önünde bir kilise beliriyor.


 

     Önde yaylı sazlar orkestrası, arkada timpani, yanda org.


 

     Nefis bir müzik kilise atmosferinde yankılar yapıyor.


 

     Önce “BBC”yi açtım sanıyorum. Hayır! İnanılır gibi değil. “CTV Televizyonu”.


 

     Zevk ve heyecanla dinliyorum müziği. Ama korku içinde: “Ha kesiyorlar… ha kestiler.. al işte! O körolası reklamlar gene geldi…” diye… Yok yok! Dokunmadılar müziğe… Saat 24.00’e kadar kesintisiz dinledim konseri. Aldanmak ne güzel şeymiş meğer!


 

     Merak içindeyim: Hangi kilisede bu konser?… Ne zaman çalındı?… Hangi orkestra çalıyor?… Şef kim?… Solistler kimler?… En önemlisi eser nedir?… Kimin eseri?…


 

     Alkışların başlamasıyla birlikte ekrandaki görüntü söndürülüyor. Ben bir bitiriş anonsu bekliyorum. Ya da açıklama yazısı. Nerdeeee?…


 

     Ama sonunda istediğim oluyor. Ekranda kocaman harflerle gayet okunaklı bir yazı:


 

     “Klasik Müzik”


 

     … Bu suretle konser hakkında geniş (!) bilgi edinmiş oluyoruz. Allah “CTV Televizyonu”ndan razı olsun!…


 

     Hoş! “TRT Televizyonları”ndaki konserlerin (TRT 2 Kültür yayınları dahil) de bir farkı yok ya!… Eğer başını bir kaçırdıysan hapı yuttuğunun resmidir. Sonunda neyin ne olduğunu “öldür Allah” öğrenemezsin.


 

     Her fırsatta zamanın kısıtlılığından söz eden sunucular, bir çuval laf edeceklerine yarım çuval konuşsalar, kalan zamana açıklamalı bitiriş anonsu dahil kısa bir uvertürü bile rahatça sığdırabilirler. Biz de laf yerine müzik dinlediğimiz için kimbilir ne kadar mutlu oluruz?…


 

     Serencebey Çocuk Korosu


 

     Hoca ile (C.R.R.) Serencebey’deki dairesinde konuşuyoruz. Birden aklına bir şey gelmiş gibi heyecanla yerinden fırladı:


 

     “Hamiiit! Geçen gün burada ne oldu biliyor musun?”


 

     “Hayrola hocam! Ne oldu?”


 

     “Anlatsam inanmazsın!… Baktım sokaktan bir takım sesler geliyor. Camı açtım… Hayretler içindeyim. Ne duyuyorum biliyor musun?… Mahallenin bütün çocukları bir araya gelmiş, Mozart’ın ’40. Senfonisi’ndeki motifi söylüyorlar: Hani o meşhur ‘mi re ree mi re ree mi re ree’si. Ağzım bir karış açık kaldı. Kim öğretti ayol bunlara Mozart’ın senfonisini? Rüyada mıyım yoksa? Nasıl oluyordu bu iş?”


 

     “Ben biliyorum hocam!”


 

     “Dinle dinle! Sonra ben de keşfettim… Bir ara haberleri almak için radyoyu açayım dedim. Baktım ’40. Senfoni’ çalmıyor mu? Yok yok olmaz böyle şey! Hangi dağda kurt öldü ki ‘İstanbul Radyosu’ gündüz vakti adam gibi müzik çalsın. Olacak şey değil! Yoksaaa? Allah gecinden versin bir büyüğümüz mü vefat etti acaba?… Biraz dikkat edince ne duysam beğenirsin? O güzelim senfonik orkestranın arkasından ‘zappada zappada zappada’ diye davul dümbelek sesleri gelmiyor mu? Aaaa! İkinci defa şaşırdım kaldım vallahi!… Hınzır popçular, ellerindeki sermaye tükenince o güzelim senfoniye musallat olmamışlar mı? Allah topunun cezalarını versin e mi!”


 

     “Ama fena mı hocam? O sayede bizim çocuklar da Mozart’ı öğrenmiş oldular.”


 

     “Bırak Allah aşkına Hamitçiğim! Böylesini öğreneceklerine, hiç öğrenmesinler daha iyi…”


 

     Koku Kokteyli


 

     Üzerinden yarım yüzyılın yuvarlandığı özel geçmişimizdeki 9-10 kişilik “Müzik Delileri Çetesi”nde bir üye arkadaşımız vardı: Muhsin.


 

     Muhsin, çete üyelerinin bütün dayatmalarına karşılık bir müzik aleti ile haşır-neşir olmayı kesinlikle kabullenemedi. Eline zorla tutuşturduğumuz bir kemanla O’nu ite kaka, hem de hayran olduğu Berger’e yollayalım dedik. Birkaç ders sürdürdü. Sonra: “Yok arkadaş! Ben bu işi götüremem!” dedi ve bir daha da hiçbir enstrümanı eline almadı.


 

     Muhsin’in, nereden elde ettiğini anlayamadığımız korkunç bir müzik bilgisi ve kültürü vardı. Kulağı harika idi. O kadar ki; dinlediğimiz müziğin bütün modülasyonlarıyla hangi tonlardan geçtiğini, akorlardaki notaları rahatlıkla ayıredebiliyordu… Ama O, ancak yetkin bir müzik dinleyicisi olarak kaldı. O kadar…


 

     Muhsin’in yalnız ufak bir kusuru var: Ayakları kokuyor. “Yahu Muhsin! Allahaşkına şu ayaklarını yıka!” dedikçe onda yanıt hazır: “Yok arkadaş! Yıkayamam!… Her defasında nezle oluyorum sonra. On gün sürüyor. Benim öyle hastalıklarla falan uğraşacak halim yok!”


 

     Evet sevgili okurlar! Bizim Muhsin, her ayak yıkayışında nezle olduğunu söylüyor. Biz pek inanamıyoruz ama O, bu yüzden ancak üç ayda bir hamama gidiyor. Bunun dışında ayak yıkama falan hak getire… Biz de zamanla bu kokuya alıştık… diyemem ama katlanmak zorunda kaldık sanırım.


 

     * * *


 

     “Müzik Delileri Çetesi”, bir arkadaşın evinde toplanmış müzik dinliyoruz, derin bir huşu içinde…


 

     Kapı çalındı. Bizim Muhsin girdi içeri. Girmesiyle birlikte odayı korkunç… diyemeyeceğim, korkunç sözcüğü hafif kalır, “felaketler üstü” bir koku kapladı. Dayanılacak gibi değil.


 

     Hep birlikte Muhsin’in üzerine atladık:


 

     “Çık lan dışarı! Haydi çabuk!”


 

     “Durun! Durun! Çıkıyorum yahu!… Bir dakika izin verin de anlatayım!” demeye kalmadı O’nu yaka paça oda kapısının önüne koyduk.


 

     Muhsin kapı önünde ayakkabılarını çıkarıp ayaklarını biraz havalandırdıktan sonra tekrar odaya girdi:


 

     “Vurun! Fakat dinleyin kardeşim!”


 

     Kokunun yoğunluğu azalmış, kalitesi biraz değişmişti galiba… Muhsin anlatmaya başladı:


 

     “Geçen gün ‘Yüksekkaldırım’dan aşağı iniyorum. Sağdaki vitrinlerden birinde altı beyaz köseleli, kalın dikişli, hünnap renginde bir ayakkabı ilişti gözüme. Hayran oldum ayakkabıya. Fiyatı da hayret verecek derecede ucuz. Üçbuçuk lira yazıyor etiketinde.”


 

     Muhsin parasız pulsuz, “hesabi” bir arkadaş. Şıklığına da düşkün. Girmiş dükkana. Giymiş ayakkabıyı ayağına. Bayılmış. Al aşağı ver yukarı ikiyetmişbeş’e razı etmiş tezgahtarı… Eski pabuçlarını da sardırmış bir güzel. Doğru eve!


 

     “Kapıdan içeri girer girmez annem: ‘Pöffff! Bu ne koku böyle!’ diye geri kaçtı. Ben de: ‘Eh anne! Yani bunca yıldır oğlunun ayak kokusuna alışamadın mı?’ dedim. ‘Yok oğlum! Bu ayak kokusu falan değil, bu başka türlü bir şey!’ deyip burnunu tutuyordu. Sonra ayaklarıma gözü ilişti: ‘Aşkolsun Muhsin! Bu şap köseleyi de nereden buldun ayol? Tevekkeli değil… Bu kerih koku!”


 

     ‘Meğer benim ayakkabımın altı şap köseleden yapılmış. Deriyi doğru dürüst terbiye etmeden piyasaya sürerlermiş. Ucuz olsun diye. Daha çok fakir fukara giyermiş şap kösele ayakkabıları. Leş gibi de kokarmış (o zaman plastik falan yok). Çıkardım, kokladım. Sahiden de dayanılır gibi değil… Ama dünyanın parasını verdim bu meretlere. Çöp tenekesine atamam ya! Kaç gündür çare düşünüyordum. Sonunda buldum. Kolonyaya batıracaktım bu pabuçları. Nasıl olsa kolonya kokusu her kokuyu önler.”


 

     Gelmeden önce yarım şişe limon kolonyasını boca etmiş pabuçların içine.


 

     Ayak teri-şap kösele-limon kolonyası kokularını bir kokteyl halinde soluduğunuzu düşünün! Düşünün diyorum ama, sizin böyle bir felaketi imgelemeniz bile olanak dışı.


 

     * * *


 

     Muhsin hepimizden önce evlendi. Hem de Avrupalı bir hatunla… Çok merak ediyorduk sonucu. Batılı hanım bu kararı verdiğine göre ya burnu koku almıyor ya da Muhsin’in ayak kokusundan pek hoşlanmıştı. Olur a!


 

     Muhsin üç hafta kadar ortalıkta görünmedi. Sonra birden çıkageldi aramıza.


 

     Ama hayret birşey! Muhsin’in ayakları hiç de kokmuyordu.


 

     Nedenini çabucak bulduk! Muhsin’in her cebinde beşer mendil, (o zaman kağıt mendil yok) burnu hiç durmamacasına şakır şakır akıyordu.


 

     “Ulan Muhsin!” dedik. “Bu ne hal?”


 

     “Sorma birader!” dedi. “Nezleden ölüyorum, gene de ayaklarımı yıkamadan karı beni kesinlikle yatağa almıyor.”


 

     Biz başta pek inanmamıştık ama, oğlan haklıymış meğer.



     Aylık olarak yayınlanan “Orkestra Dergisi”nin 37. Yıl, 291. Sayı ile Nisan 1998 tarihinde basılan sayısının 27-33. sayfalarından alınmıştır.




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5745086
Online Ziyaretçi Sayısı:10
Bugünlük Ziyaret :343

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.