01.11.1983 / Kemal Gür - Klasik Batı Müziğinden Seçmeler


     1950’li yıllarda, “İstanbul Şehir Orkestrası”, alışılmış “Pazar Konserleri”ne ek olarak “Saray Sineması”nda, dünyaca ünlü solistlere eşlik eder; “Filarmoni Konserleri” diye adlandırılan bu konserlerde salon, İstanbul’un kalburüstü sosyetesinin kişileriyle tıklım tıklım dolar, her konser ayrı ve unutulmayacak bir müzk anısı olurdu müzik ve gösterişseverler için.


 

     Bu konserler, 15 günde bir, Perşembe günleri saat 18.30’da başlar -başlar diyorsam buna pek aldırmayınız sayın okurlar, 18.50’den önce başlayan bir konseri anımsayamıyorum- genellikle orkestra bir uvertür, kısa bir süit ya da herhangibir 10-12 dakikalık yapıtla açardı konseri. Sonra solistin çalacağı ilk konçerto -eğer programda iki konçerto uygun görülmüşse- ara ve aradan sonra solist ikinci konçertosunu sunardı dinleyicilere. Bravolar, bisler uzun sürerse, 21.15 suaresi -adı üstünde ‘Saray Sineması’ ve film oynatır doğal olarak- için biraz erken olarak sinemaya girmiş bazı birinci mevki müşterileri yan kapılar ve ikinci balkondan solisti, orkestrayı, dinleyicilerin coşkusunu anlaşılmaz bir hayret ifadesiyle izlerler, hatta arada bir onlar da (bis, bravo, yaşa, varol) gibi ünlemlerle alkışlara ciddi (!) olarak katılırlardı. Derken konser biter, dinleyiciler solisti ve şefi kutlamak için kulise doğru ilerlerler; bu sırada sinema yer göstericileri bir taraftan içeriye girmiş sinema müşterilerini -yer göstermek için- kaçırmamağa, diğer taraftan da konser dinleyicilerini kibarca (!) kulis ve binadan dışarı çıkarmağa çalışırlardı.


 

     Olay bu konserlerden birinde geçti.


 

     Orkestranın 1. flütistinin, o zamanlar için Türkiye’de pek az bulunan çalar bir kol saati vardı, ama bu çalar kol saati, öyle şimdiki elektronik saatler gibi iki bip bip yapan cinsten değil, durdurtuluncaya kadar bir masa saatı gibi (zıırrrr) diye ses çıkaran bir saat. Flütistimiz bu saatın çalarını, sabahları erken uyansın diye saat 07.00’ye ayarlardı genellikle. Saat sabah 07.00’de ve akşam 19.00’da, dediğimiz gibi, durdurtuluncaya kadar, bir cırcır böceği gibi çalardı. Flütistimiz, her “Filarmoni Konseri”den önce saatın çalarını durdurtan düğmeye basmaya özen gösterirdi… …Ama, işte, olacak olacak derler ya…


 

     Bu konserlerden birinde, orkestranın çalacağı ilk yapıt Rossini’nin “Cezayirde Bir İtalyan Kızı” uvertürü. Flütistimiz ve yanındaki çok sevgili 1. obuvacı arkadaşı için bu uvertür kendilerini çok iyi gösterdikleri bir yapıt. Her ikisi de kendilerine ve birbirlerine olan büyük güvenlerine rağmen ne zaman bu yapıtı çalsalar, tatlı bir heyecan içinde olurlar. Flütistimizin bir türlü iyileşmeyen bir hastalığını da belirtmek gerekiyor burada. Bu müzikçi, her zaman, her yere 5-10 dakika geç gelmesiyle tanınır. En iyimser bir olasılık, tam zamanında gelmesidir prova ve konserlere.


 

     İşte, o gün de, genç müzikçimiz, topukları ensesine vurarak, telaş içinde, saat 18.28’de sinemaya girer. Üstündekileri kuliste bir yere atar, flütünü sahnede ancak açabilecektir. Nitekim öyle yapar. Şef C. Reşid Rey -yarı öfke, yarı endişe içinde- gözlerini müzikçimize dikmiştir. O da özür diler gibi bir takım hareketler yapmağa çalışır. Flütünden bir-iki ses çıkarır, akort eder… …Bütün bu telaşa rağmen salona hala girenler vardır. Malum a! Geç gelir bezme ekabir. Saat 18.30 olur, 18.35, 18.40, 18.45, 18.50… …Salonda yerleşme hala bitmemiştir. Flütistimiz de bu arada biraz dinlenme fırsatı bulur. Bir taraftan da önündeki ve yanındakilere geç kalışının nedenlerini -o her defasında yeni ve bitmeyen nedenler- anlatmağa uğraşıyordur.


 

     Nihayet şef değneğini kaldırır ve uvertürü başlatır, saat 18.53 dolaylarında… Bilindiği gibi tipik bir İtalyan uvertürü yapısı; başta ağır, sonra hızlı bir bölüm. Flüt ve obuva soloları, ardarda… Hızlı bölüme geçilir. Obuvacı ünlü solosunu çalmağa başlar. Solonun son ölçülerine doğru flütçümüz flütünü dudaklarına götürür şefin değneğiyle alacağı antre için… Solosuna bir ölçü kadar kala kolundaki saat (zıırrrr) diye çalmağa başlar. Küçük cüssesine rağmen salonun her köşesinden işitilecek kadar ses vermektedir bu alet. Tahmin ettiğiniz gibi, flütçümüz, o yorgunluk alma faslında, çevreye mazeret öykücüklerini anlatırken, saatin çalarını durduran düğmeye basmayı unutmuştur.


 

     …Durumu bir an gözlerinizin önüne getiriniz… …Soloya 1-2 saniye kalmış… …Kolda cırcır öten bir saat. Saati susturmağa kalksanız solo gecikecek. Bıraksanız, cırcır öten bir saat eşliğinde flüt solosu ve… …Ve zaman yok… …İşte burada, şef ve obuvacı dahiyane birşey yaparlar. Sanki planlamışlar gibi şef obuva solosunun son iki ölçüsünde, öteden beri gelenekselleşmiş ve soloya ayrı bir güzellik katan “calando”yu biraz abartmalı olarak belirtir, obuvacı da buna -zaten hep calando yapmağa meraklıdır ya- hemen uyar. Flütistimiz, bu, bir anlık geciktirmeden yararlanarak saat çalarının susturucu düğmesine, bileğine konan bir sivrisineği öldürmek istercesine seri ve sert bir hareketle dokunup çaları susturur, hemen solosuna girer.


 

     Konserin ilk bölümünden sonra, arada, şefle flütçü arasında ne mi olur… …Bunu hayal gücünüze bırakıyorum sevgili okuyucular!



     “Orkestra Aylık Müzik Dergisi”nin 1983 Kasım sayısından alınmıştır. - (Yıl: 12, Sayı: 123, Sayfa: 51-53).




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5761305
Online Ziyaretçi Sayısı:16
Bugünlük Ziyaret :1191

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.