17.09.2018 / Tuğrul Göğüş - Seslendirme Kurumlarının İçinde Bulundukları Perişan Durum


     Ülkemizdeki sahne ve seslendirme kurumları -ister Türk musıkisi grupları olsun, isterse yaygın fakat yanlış bir tanımlama ile Batı müziği grupları olsun- sayısal olarak en küçüğünden en büyüğüne dek derin ve tatlı bir yaz uykusundan uyanmaya ve kendilerine gelmeye çalışıyorlar. Bunlardan bir kısmı provalarına Ekim ayının ilk günlerinde başlayacak, bir kısmı ise içinde bulunduğumuz Eylül ayının bugünlerinde -opera ve baleler gibi- mecburen yeni eserleri (varsa elbette) öğrenme gayreti göstermeye çalışacaklar.


 

     Hemen hemen Mayıs ayının başlarında kapılarını kapatan kurumlar Ekim ayı gelene dek her yıl olduğu gibi -bir kaç festival haricinde- hiçbir faaliyet göstermediler. Yaklaşık olarak 5-5.5 ay civarında süren bu uzun uyku Türk müzik sanatına vurulan olumsuz ve sert bir darbedir. Bu süre kapsamında çalgıları ve beyinleri pas tutan değerli sanatçılarımız bu uzun arayı nasıl değerlendirdiler, bilemiyoruz. Elbette, bir grup müzikçi Ege ve Akdeniz sahillerinde piyasa müziği yaparak bütçelerini daha sağlamlaştırmışlardır, buna eminiz. Bir grup ise öğle yemeği sonrası güzellik uykusuna yatmışlardır. Pek azının biraz çalışmaya çabaladığını ise ancak tahmin edebiliriz.


 

     Tüm sorun, bu kurumların sınavlarını kazanana dek… Giriş sınavlarını kazananlar ise bir yıl sonra “stajyerlik sınavı”na girerler. Stajyerlik sınavı sonrası ise çalgının kutusu ancak provadan provaya açılır. Ama bu seçkin “sanatçılar” yılda onsekiz aylık almayı kendilerine hak görürler.


 

     Bazı kurumlar haftada bir kez dinleti vermeyi yeterli görüyorlar. Dini bayramları, milli günleri, münavebe haftalarını, yıl başını ve yaz tatilini hesaplayın, yılda kaç kez haftada bir defadan toplamda kaç konser verdiklerini kolayca buluverirsiniz. Ne yazık ki az çalışmanın gerekçeleri kolayca bulunabilmekte ve “Ama, ben (biz) sanatçıyım(z)” cümlesinin koruyuculuğuna sığınılmaktadır.


 

     Durumun ne kadar vahim olduğu ikili konuşmalarda açıkça saptanmakta ve sanatçıların -vicdanları halen sızlayabilen- bir kısmı tarafından fısıldanarak söylenmekte ve paylaşılmaktadır. Ama büyük bir çoğunluk az çalışmanın getirdiği kısıtlı üretim konusunu -işlerine öyle geldiğinden dolayı- ağızlarına hiç almamaktadırlar.


 

     Seçimle orkestranın yönetim kurulunun ve müdürünün saptanması gündeme ilk geldiğinde çok büyük heyecanla karşılayanlardan birisi olarak yerinden, yerelden yönetimin büyük sıçramalara yol açacağını düşünenlerdendim. Böylece merkezi idarenin, yani hükümetin, yani “Kültür Bakanlığı”nın, yani siyasal gücü elinde bulunduran partinin sanat kurumlarının içişlerine karışamayacağını ya da etkilerinin en aza ineceğini, kurumlar açısından bir bakıma özerklik kazanıldığını düşünerek çok sevinmiştik. Sorunları bilen içimizden gelen bir yönetim kurulunun saptayacağı sanatçı kimlikli bir kişinin başında bulunduğu kurumun karşılaşabileceği zorlukları alt etmesinin kurum sanatçılarının desteği ile oldukça kolaylaştığını sanıyorduk. Heyhat!


 

     Kurumlarda seçim yapılan Mart ayının çok öncelerinde bir gruplaşma yaşanabileceği, yöneticiliğe aday olanların oy alabilmek için bir siyasetçi gibi davranabilecekleri, olmadık sözler verebilecekleri, taraftarlarını sağlam ve bir arada tutabilmek için gruplaşmalar çerçevesinde bazı tatsız olaylar yaşanabileceği, bunun da kurum içi çatışmalara dönebileceği aklımızın ucundan bile geçmezdi. Uygar ve yüksek eğitimli olarak topluma “sanat” ve “sanatçı” sıfatı ile tanıtılan kişilerin akıl almaz dönüşümlerine ne yazık ki tanık olundu.


 

     Özerk olmanın ve yerinden yönetimin kıymeti anlaşılamadı. Kurum üyeleri o kurumu yüksek dirayetle yönetebilecek planları ve projeleri olanları seçmedi, yerine birlikte yemek yedikleri ve birbirlerine fıkralar anlattıkları, sempatik görünen kişileri tercih ettiler. Maksat, daha az çalışma ve daha rahat bir ortam oldu. Piyasaya gidenlere karışmayacak, rapor aldıklarında nedenini merak etmeyecek, provaya geç geldiklerinde ses çıkarmayacak, iki gün izin istediğinde hoş görüyle karşılayacak, yönetim süresi bittiğinde arkadaşlarının arasında yerini tekrar sorunsuz alacak kişiler yönetici oldular. Böylece yerinden yönetim, kendi sorunlarını kendisi çözme, özerklik gibi soylu kavramlar rafa kalktı.


 

     Bakanlığın görevlendireceği ve siyasal iktidarın emirlerini yerine getirecek atanmış yönetimlerin de müzik ve sanattan anlamayacakları ve böylece -eğer eskiye dönülürse- kurumların çalışma prensiplerinin tamamen ortadan kalkacağı ve parayı verenin düdüğü çalacağı anlayışı ile bir emir-komuta zincirinin daha da kötü sonuçlara yol açacağı kurumu oluşturanlar tarafından kesinlikle anlaşılamadı. Kısacası, iki ucu b..lu değnek durumuna döndü kurumların mevcut hali.


 

     Seslendirme kurumları gerçekten de masraflı kurumlardır. Kaliteli yönetken, kaliteli solist değerince para ödendiği takdirde gelir. Kurum üyelerinin bir ay tek bir ay çift maaş almaları, çalgılar, notalar, provalar… Hep harcama gerektirir. Mevcut koşullarda ülke ağır bir ekonomik kriz içinde iken yeterli kaynak bulunması son derece zorlaşmıştır. Kocaman holdingler, büyük işletmeler, eskiden çok iş yapabilen şirketler artık ayakta kalabilme mücadelesine girmişlerdir. Dolayısıyla sponsor bulabilmek hayli güçleşmiştir. Borusan, Tekfen gibi kurumlar ise sponsorluk yerine artık kendilerine ait seslendirme kurumları oluşturmuşlar ve kurdukları bu yapıları ayakta tutabilme çabası içindedirler. Kurumları desteklemek için kurulmuş bulunan -Filarmoni Dernekleri gibi- oluşumlar ise ne yaşar ne yaşamaz durumunun acizliği içindedirler. Devletin içinde bulunduğu olağanüstü durum ise artık hepimizin malumudur. İleride çalışanların ve emeklilerin aylık alıp alamayacakları da tartışma konuları arasına girmiştir.


 

     Bu koşullarda kurumların ayakta durma sorunları artık yakıcı bir sorun haline gelmiştir. Sonuç olarak kurumları oluşturan sanatçıların aralarında büyük bir birlik havası yaratmaları, son derece üretken davranmaları ve halka inmeleri zorunlu hale gelmiştir. Eğer, sanatsal üretim artırılmaz, halkla ilişkiler konusu ciddiyetle ele alınmaz ve bölge turneleri düzenlenmezse gelecekten yana endişeli olmak gündeme her an gelebilir. Üretimin yalnızca artırılması yeterli değildir, bir de ortada ciddi bir kalite sorunu bulunmaktadır. Üretim düzeyinin artırılması, herkesin çalgısına yoğun bir şekilde eğilmesi ve bireysel çalışmanın yanısıra grup çalışmalarına yönelmek anlamına gelmektedir.


 

     Eğer sanatçılar salt bakanlığın talep ettiği ve kendi yönetimlerinin hazırladığı izlencelerle yetinecek olursa tüm bu yazılanların boşa gittiğini göreceğiz. Her seslendirme kurumu acilen bir pilot bölge seçmeli, o bölgedeki diğer sanatçılar ve müzik öğretmenleri ile kalıcı ilişkiler kurma yoluna gitmeli, yöre halkının hoşuna gidecek izlenceler seçmeli, ancak bu seçim popülist bir tavırla olmamalı, bölge halkının dinleme kültürünü geliştirecek bir çizgide ilerlenmelidir. Zaten herkesin bildiği üzere “Bursa” ve “Çukurova” (Adana değil) orkestraları sayın Hikmet Şimşek tarafından birer bölge orkestrası olarak kurulmuştu.


 

     Haftada bir dinleti yerine bir de mutlaka okullara yönelik eğitim dinletileri düzenlenmelidir. Kurumlar içinde oluşturulacak küçük gruplar açıklamalı eğitim dinletileri için yakındaki köy ve kasabalara sistematik bir şekilde gitmeli, bu küçük gruplar saptanacak okullarda kalıcı çalışmalar yapmalıdır.


 

     Kurumun olduğu kentlerde eğer müzik eğitim kurumları varsa bu kurumlarda bulunan öğretmen ya da sanatçı adayları ile mutlaka yoğun bağlar kurulmalı ve giderek sıkılaştırılmalıdır. Eğer bu kentlerde üniversiteler veya bu üniversitelere bağlı çeşitli fakülteler varsa buralarda da saha çalışmaları gerçekleştirilmelidir.


 

     Çok ivedi olarak bu tür etkinlikler planlanıp yürürlüğe konulmazsa ve halkla kalıcı ilişkiler kurulmazsa, Türkiye’nin bu zorlu ekonomik çıkmazında kurumlar kapatılıp elimizden çıkabilir. Kesintiye uğrama olasılığının büyük olduğunu gördüğümüz bu karanlık günlerde kapatılmak veya birleştirme yoluyla eksiltilmek ya da belediyelere devredilmek kurumlara çok büyük zarar verecektir. Kapanacak kurumların ileride tekrar kurulması ise oluşmuş bir geleneğin ortadan kalkması ve her şeye en baştan başlanması anlamına gelecektir.


 

     Kötü günler gelmeden elimizi çabuk tutalım. Uyanalım ve uyanık kalalım. Devir standart etkinlikler yapma devri değil, yaratıcı düşüncelerle gelebilecek olan daha kötüyü engelleme ya da etkisini azaltma devridir.


 

     Lütfen, ekmeğini yediğiniz ülke için ve bu ülke halkının geleceği için çalışın, üretin ve yenilenin! Kısacası dönem fedakarlık yapma dönemidir!



     Tuğrul Göğüş - 17.09.2018, Pazartesi (Fethiye)




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5767846
Online Ziyaretçi Sayısı:19
Bugünlük Ziyaret :436

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.