01.06.1993 / Aydın Gün - Sevgili Leyla; Bin Yaşa Sen
Efendim, ben Leyla Gencer’i “Ankara Devlet Operası”na girmeden önce, İstanbul’da dinlemiştim. Yanılmıyorsam, 1947 veya 1948 yılıydı. Biz “Ankara Devlet Operası” olarak Puccini’nin “Madam Butterfly Operası”nı oynamak üzere İstanbul’a gelmiştik. O hafta İstanbul’da Cemal Reşid Rey’in yönettiği bir konser vardı. Bu konserin solisti de Leyla Gencer’di. O’nun adını Ankara’da da duymaya başlamıştık. Tabii büyük bir merakla bu konsere gitmiştim, yanılmıyorsam, bir kantat icra edilmişti. Leyla Gencer daha o yıllarda farklı bir sanatçının (farklı dokunmuş bir kumaşın) gelmekte olduğunu haber veriyordu.
Gene o yıllarda “Ankara Operası”nda çok olumlu gelişmeler vardı. Değerli hocamız, Hayır! “Çok değerli, en değerli hocamız” Muhsin Ertuğrul Bey, “Devlet Tiyatro ve Operası”nın başına geçmişti.
“İkinci Dünya Savaşı” biter bitmez konservatuvardaki ve “Tatbikat Sahnesi”ndeki hocalarımız ki, bunlar Hitler’in hışmından kaçıp, Türkiye’ye sığınan çok büyük sanatçı hocalar idi, birer birer kendi ülkelerine dönüyorlardı. Biz de aramızda bir grup oluşturup, Muhsin Bey’e gitmiştik. “Hocalarımızın pek çoğu kendi ülkelerine döndüler, biz de denizden çıkmış balığa döndük, ne yapacağız?” derken, O gülümseyerek sözümüzü kesti: “Eylül ayında İtalya’nın en büyük sanatçılarından soprano Arengi Lombardi, bariton Apollo Granforte, korrepetitör Tritziyo ve Rainvald Ankara’da olacaklar; Elvira Hidalgo da operamızda kalacak” dedi ki bu sanatçı da Maria Callas’ın hocası idi. Bunların yanında “Scala Operası”nın şefi Conka ve daha sonra koro şefi Kamozzo koro şefi ve orkestra şefi olarak angaje edilmişti; çok güzel, çok verimli, coşku dolu bir dönem başlıyordu “Türk Operası”nda… Sanatta gösteriş ve çalımın değil, nitelikliliğin baş köşeye oturtulduğu bir dönemdi. Bir yönetici kendi değerini etrafına topladığı kişilerin kaliteliliği ile belirler. Muhsin Bey bu konuda hiç yanılmayan ve ödün vermeyen bir büyük usta idi.
Evet! Arengi Lombardi Ankara’ya ulaşmak üzere İstanbul’dan geçerken, Leyla Gencer’i dinlemişti. Tabii Arengi Lombardi de hemen cevherin farkına varmış; “Eğer Ankara’ya gelirsen seninle çok başarılı çalışmalar yapabiliriz ve sen uluslararası bir sanatçı olabilirsin” demişti. Leyla Gencer de tası tarağı toplayıp Ankara’nın yolunu tutmuş ve “Ankara Devlet Operası”na (kadro olmadığı için de korosuna) girmişti.
Herşeyi farklıydı Leyla Gencer’in; çalışmaları, dostları, ilişkileri, yorumculuğu, zevkleri, en önemlisi de amaçları (idealleri) farklıydı. Tabii farklı olmayı isteyen kişi yalnız kalmayı da göze almış olan kişidir. Leyla Gencer de zaman zaman bu yalnızlığın içine düşüyordu.
Büyük bir tiyatro adamı, “Tiyatroda iki tip sanatçı vardır. Birincisi kendinde tiyatroyu sever, ikincisi ise tiyatroda kendini sever” demişti. Tiyatroda veya operada kendini sevenlerden ancak sıradan sanatçılar çıkar. Leyla Gencer tüm yaşamını operayla doldurmuştu; opera O’nun mutluluğunun aracı değil, mutluluğunun amacı idi. Gerçekten de “İnsan kafasına koyduğu kadar mutlu oluyor.” Leyla Gencer’in kafasında ve yüreğinde bir büyük dağ vardı ve bu dağın adı opera idi.
Yeri gelmişken şu opera sanatçılığı için birkaç söz söylemek istiyorum. Ben opera sanatçısını “Bir gönüllü esir” olarak tanımlıyorum. Opera sanatçısı, herşeyi kıskanan, hiçbir şeye olanak tanımayan kendi sesinin (o en büyük zorbanın) esiridir. Belki de dünyanın en acımasız, en nankör, en kıskanç despotudur, operacının kendi sesidir; yaşamının her anını O’na, yani sesine vermeyen, kendisine rüyalarında bile şarkı söyletmeyen bir operacının büyük işler yapabileceğine inanmak mümkün değildir. “Ben hem operacı olacağım hem de bütün zevkleri tadacağım” diyen bir kimse, ömrü boyunca fesle mes arasında gelip gitmeye devam eder. Rusların güzel bir atasözü var: “İnsan su içerken aynı anda ıslık çalamaz” diyor. Ya ıslık çalacaksın ya da su içeceksin; ya operacı olacaksın ya da keyfince yaşayacaksın, bu işin başka yolu yoktur.
Bir yanılgımız daha var opera konusunda. Çoğu kimse herşeyin sahnenin üstünde olup bittiğini zanneder. Oysa asıl başarı, asıl yaratı sahneden önce ve sahneden sonra yapılan o bitmez tükenmez çalışmaların ürünüdür. Fransız ozan Valery “Sanat yapmak çocuk yapmaya benzemez” diyor ve şunları ekliyor: “Sanat yapmak büyük bir piramit inşa etmek gibidir; önce o piramidi taşıyacak toprağı bulacaksın, sonra o piramidin oranlarını, dengesini ve anlamını kuracaksın, taş taşıyacaksın, ter dökeceksin, ter dökeceksin.”
En değerli servetimiz, en büyük gücümüz aklımızdır. Leyla Gencer aklını çok akıllıca kullanarak düşlerine ulaşmış ve bu düşlerle gelişmesini tamamlamış ender sanatçılardan biridir; sevgi doludur, vefakar ve dosttur. Hiç unutmuyorum ben. “İstanbul Operası”nı kurarken, açılış temsili için “Tosca”yı oynamak üzere O’nu davet etmiştim. Onca işini ve angajmanlarını iptal edip, İstanbul’a gelmişti. Daha sonraki yılda gene sezonun açılışı için bu sefer “Madam Butterfly”ı oynamasını rica etmiştim. Temsilden dört-beş gün önce eşi İbrahim Gencer ki, O da örnek bir beyefendiydi, kuvvetli bir kalp spazmı geçirmişti. Leyla Gencer buna rağmen temsili yapmak üzere İstanbul’a geldi ve operayı oynadı; hem kuliste hem sahnede gözyaşları içinde bir Butterfly oynanmıştı o gece. Daha sonra defalarca “İstanbul Festivali”ne davet etmiştim O’nu; “Aya İrini”de verdiği konserler unutulmaz güzellikteydi. Leyla Gencer’i o mekan içinde dinlemek başlı başına bir lezzetti.
Evet, son olarak da şunları söylemeliyim: Toplumlar yetiştirdikleri sanat ve kültür adamlarıyla anılırlar ve değerlendirilirler. Ben o kanıdayım ki, Leyla Gencer dışarıda yaptığı çalışmalarla, yüzlerce devlet görevlisinin ülkemize yıllarca kazandıramadığını, bir temsilde kazandırmıştı.
Sevgili Leyla’cığım, senin sanatçılığından ve dostluğundan duyduğumuz mutluluklar için, ne kadar teşekkür etsek azdır. Bin yaşa sen…
_______________________________________
Aylık olarak yayınlanan “Orkestra Dergisi”nin 32. Yıl, 238. Sayı ile Haziran-Temmuz 1993 tarihinde basılan sayısının 2-5. sayfalarından alınmıştır.