Emre Kızılkaya - Yaşlı Kürtler ve Güneş Evi

Diyarbakır Güneş Evi

     “Basın Enstitüsü Derneği” ile “Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti”nin ortaklaşa düzenlediği “Medya, Empati ve Barış Çalıştayı” için 8 Mayıs’ta Diyarbakır'daydım.

     Güneşli bir bahar sabahında, çalıştay başlamadan hemen önce dizüstü bilgisayarı bir türlü çalıştıramayınca konferans salonundan çıktım 

     “Sümerpark” içerisinde bulunan “Güneş Evi”nde buldum kendimi.

     Burası, “Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi” ve “Devlet Planlama Teşkilatı”nın, BM ve AB fonlarıyla inşa ettiği, 120 metrekarelik şirin bir sergi binası.

     Dört bir yanındaki güneş panelleri sayesinde şebekeden hiç elektrik almadan, ısıtma ve soğutma tesisatından tutun, içindeki bilgisayar sistemine dek tamamen kendi kendisine yetebilen bir “temiz enerji” evi.

     Bahçesinde domates, biber ve bilimum bitkinin yetiştirildiği “Güneş Evi”nde, konuksever görevlinin de yardımıyla internete girip istediğim dokümanı aldıktan sonra dışarı çıktım.

* * *

     Konferans salonunun önünde, çalıştaya katılmak üzere burada bulunan İstanbul ve Diyarbakır merkezli birçok aydın, gazeteci, yazar, işadamı ve yetkili, karışık gruplar halinde birbirleriyle hoşbeş ediyordu.

     Hararetli bir sohbete dalmış gruplardan birinin yanına yaklaşıp kulak kabarttım. Diyarbakırlı genç bir meslektaşım, yaşça kendisinden epey büyük olan Diyarbakırlı bir yazar ve İstanbullu bir gazeteci ile birşeyler tartışıyordu.

     Konuyu tam olarak hatırlamasam da, aklımda şu kalmış: İstanbullu gazetecinin sözleri, tatlı-sert bir tartışmayı fitillemişti. Diyarbakırlı “kıdemli” yazar, taviz vermez bir tavır ve sert sözcüklerle İstanbullu gazetecinin ifadelerini kınıyordu. Diyarbakırlı “genç” gazeteci de İstanbullu meslektaşıma katılıyor değildi; fakat o, “kıdemli” yazara göre bence çok daha dengeli, daha aklı başında şeyler söylüyordu.

     Yüzümde tebessümle onları dinlerken tek kelime etmedim. Ama aklımda bazı sorular oluşmuştu: Bu tartışmanın tarafları, toplumsal bir tipolojiyi isabetli bir biçimde temsil ediyor olamazlar mıydı? Yani en genel anlamda İstanbul medyası bir şekilde ortamı geriyor, Güneydoğu’nun “yerleşik” düzeni buna çanak tutuyor, ama gençler yeni bir “uzlaşma ikliminin” müjdesini mi veriyorlardı?

     Hepimiz içeri girdik ve çalıştay az sonra başladı. Ben de aklımdaki soruların cevabını almak için “empati” konulu bu çalıştayın tam yeri ve zamanı olduğunu düşünüp, uygun bir formülasyon düşünmeye başladım.

* * *

     Öncelikle, kontrollü bir tepki çekecek, fakat hiçbir katılımcının bir hakaret veya provokasyon olarak algılamayacağı bir soru sormalı veya yorum yapmalıydım.

     Bu nedenle, herkesin üzerinde uzlaşacağı bir ana fikir seçip, buna en azından birkaç katılımcının itiraz edeceği bir yan fikir eklemeyi düşündüm.

     Her ihtimale karşı, bu denli önemli bir çalıştayı berbat etme riskine girmemek için, oturuma öğle arası verilmesinden hemen önce söz aldım. “Eğitim şart” gibi yüzeysel , ama herkesin hemfikir olacağından emin olduğum bir ana temaya dayanan yorumum özetle şöyleydi:

     “İstanbul merkezli medyanın sadece çatışmalara odaklanması, mesela Güneydoğu’dan sıcak ‘insan hikayeleri’ yayımlamaması eleştiriliyor. Ancak bir şeyi unutuyoruz: İstanbul veya Diyarbakır farketmez, biz, sokakta öpüşen gençlerin dayak yediği, ama en küçük trafik kazasının veya kavganın bile yoldan geçen onlarca kişi tarafından seyredildiği bir ülkede yaşıyoruz. Ancak üçüncü dünya ülkelerinde görülebilecek bu garabeti aşmanın tek yolu eğitimdir. Bu noktada Diyarbakırlıların da şunu görmesi gerekir: ‘Anadilde eğitim’den önce, ‘eğitim’, hem de çok iyi bir eğitim talep etmeliler.”

     Bu sözlerim, beklediğim türden tepkilere neden oldu.

     Özellikle orta yaş üstü Kürt katılımcılar, konuyu çoğu kez çarpıtarak beni eleştirdiler. Birçoğu ortadaki fikri değil, şahsımı hedef almayı seçti. Üstelik ifadeleri ya birbirleriyle çelişiyordu ya da son derece yüzeysellerdi.

     Fakat Kürt gençler, hatta PKK’yı açıkça desteklemekten kaçınmayanlar bile daha dengeli tezler ortaya koydular. Hiçbiri olayı kişiselleştirmedi. Onların söyledikleri, her ne kadar çoğuna katılmasam da, tamamen tutarlı ve nispeten derinlikliydi.

     Toplantı bittikten sonra da, her iki kesimle ayaküstü konuşma fırsatım oldu. Oradaki ‘yaşlı Kürtler’in iletişime nasıl kapalı olduklarını, gençlerin zihinlerinin ise ne kadar esnek, bilgi alışverişine nasıl da açık olduğunu gördüm. Böylece, çalıştaydan önce bahçede yaptığım beş dakikalık gözlemin isabetli olduğuna karar verdim.

* * *

     Çalıştay, “Dicle Üniversitesi Devlet Konservatuvarı” öğretim görevlileri ve öğrencilerinin oluşturduğu 17 kişilik yaylı çalgılar orkestrasının verdiği dinletiyle sona erdi.

     Kent için bir ilk olan bu grubun başında, üniversitenin öğretim görevlisi Rohat Cebe var. Cebe, “Bilkent Üniversitesi”nde ve Almanya’da burslu olarak eğitim gördükten, doktora yaptıktan sonra memleketine dönmüş.

     Kuşkusuz, yetenekleri sayesinde istese Avrupa’nın istediği ülkesinde kalıp rahat bir hayat yaşayabilirdi, ama Cebe bunu yapmamış. Diyarbakır’da Corelli çalmayı, kendi bestelerini yapmayı tercih etmiş.

     Cebe’nin orkestrası Bartok’tan bir süit icra ederken, çalıştaydaki “yaşlı Kürtleri” kendimce anlamaya, onlarla empati kurmaya çalıştım.

     Birçoğu 12 Eylül’ün mengenesinden, “Diyarbakır Cezaevi”nin insanlık dışı ortamından geçen, sadece anadillerini konuştukları için acımasızca cezalandırılan bu insanların, bugün elbette farklı hassasiyetleri olabilirdi.

     Bu hassasiyetler birçoğunu irrasyonelizme de itse, fetişizme dönen bir milliyetçiliğin kollarına da bıraksa, içlerinde bulundukları durum kesinlikle anlaşılabilirdi.

     Kendilerini aşırı kurbanlaştıranlar, hatta 12 Eylül’de çoktan yurtdışına kaçmış olmalarına rağmen bu kurbanlaştırmadan nemalananlar haricindeki tüm bu insanlara empatiyle, hatta sempatiyle bakabiliyordum.

     Herhalde onları sağaltmanın tek yolu, 12 Eylül’ün sorumlularının daha fazla vakit kaybetmeden yargılanması ve toplumsal vicdanımızın böylece temizlenmesidir.

     Ama bundan önemlisi, bugünün Kürt gençlerinin de babalarının, dedelerinin durumuna düşürülmemesidir.

     Çünkü onlar, eğitim başta olmak üzere bütün yokluklara; hem Ankara’nın, hem de yerel siyasetçilerin bütün beceriksizliklerine, hatta zaman zaman kötü niyetlerine rağmen dağ ile metropol arasında bir yerde bütün potansiyelleriyle duruyorlar.

     Ve muhtemelen, internet gibi yeni medyaların toplumların birbirlerinden kopmasını engellemesi sayesinde fikren, vicdanen ve irfanen hür kalabiliyorlar...

* * *

     Hakikatte önemli olan da, Hakkari’den Edirne’ye dek tüm yurttaşlarımızın kendi potansiyellerini özgürce gerçekleştirmelerini sağlama hakkı değil midir?

     Hem Ankara hem de Diyarbakır’da bu hakkın gerekliliğini perdeleyen, iktidar ve nüfuz sahiplerinin düzenlerinin sürmesine yardımcı olan inkarcılığı ve etnik siyaseti aşarsak, 12 Eylül’den beri hepten heba edilen bu potansiyeli artık değerlendirebiliriz.

     Bakın, Türkiye’nin en çok kaçak elektrik üretilen şehirlerinden biri olan Diyarbakır’ın Belediye Başkanı Osman Baydemir, ürettiği enerjiyle kendi kendisine yeten “Güneş Evi”ni üç yıl önce açarken, Rohat Cebe’nin klasik müziği gibi yerelden evrensele ulaşan bir dille neler söylemiş:

     "Kendini doğanın kralı, egemeni olarak gören insan, her bir şeyi ihtiyacının değil, bitmek tükenmek bilmez egosunun tatminine kurban ediyor. (...) Sevgili dostlar, saygıdeğer misafirler; Diyarbakır Güneş Evi artık hepimizin evidir. Evimizi; ülke genelinde akılcı ve olumlu bir rüzgara dönüşmesi ve sağlam bilgi temeli üzerinde yükselecek dostluklara vesile olması dileğiyle hizmete açıyorum.

     Demek ki, milliyetçiliğin kısır dilini aşıp evrensele ulaşmak, istendiğinde politik düzlemde bile herkes için mümkün olabiliyor.

     Türk, Kürt; genç, yaşlı; farketmiyor...

     Emre Kızılkaya / Hürriyet Gazetesi – 19.05.2010, Çarşamba




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5781668
Online Ziyaretçi Sayısı:7
Bugünlük Ziyaret :806

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.