01.12.2017 / Tunca Arslan - Buğday: Saray mı Mağara mı?


     Semih Kaplanoğlu, sinemada “Tevhid” idealinin iddialı temsilcilerinden biri ve İslami sinemayı içinde bulunduğu çıkmazdan kurtarıp “mana yolu”na sokma gayretleriyle tanınan bir yönetmen. Temel vurgularından biri, “Bize ait sinema.” Filmin zaman ve mekan duygusunun “bizden” kaynaklanıp “bize” hitap etmesi ve parçalanmaması gerektiğini bıkmadan usanmadan belirtiyor. Bu yolda oluşturmaya çalıştığı film dilini ise “doğanın ritmi” olarak tanımlıyor. Kozmik olanı, tanrısal olanı, ilahi olanı, ezeli olanı beyazperdeye yansıtabilmek, bunu yaparken de “başkaldırıya” değil “yakarış”a sığınmak... Son filmi “Buğday”, doğrudan doğruya bu arzunun yansıması.


 

     Dublaj Zulmü


 

     “İnsan fıtratı”nın da tıpkı genetiğiyle oynanmış tohumlar gibi bozulduğunu anlatan, “bize ait” ve tıpkı doğal tohum gibi bozulmamış “saf sinema” örneği olma iddiasında bir film “Buğday.” Kadrosunda tek bir “bizden” oyuncuya yer vermemesinini “bizim dilimizle” konuşmayıp İngilizce çekilmesinin, öte yandan da “bizim” seyirciyi dublaj zulmüyle karşı karşıya bırakmasının üzerinde çok duracak değilim. Kaplanoğlu’nun yaptığı gibi, hiç Türk oyuncu kullanmadan, Amerikalı, Rus, Boşnak, Japon, Bulgar, Romen, Afrikalı sanatçılarla da “bizden” bir film çekilebilir elbette. Aynı biçimde, “bize ait mekan duygusu” vermek için de ABD’ye, Almanya’ya gidilebilir, Detroit’teki terk edilmiş fabrikalar, metruk binalar vb. yararlı hale getirilebilir. Buna da söyleyecek lafım yok... Tam tersine, özellikle sanat yönetiminin “Buğday”ın en başarılı boyutunu oluşturduğu kanısındayım.


 

     Ama “bize ait sinema” diye yola çıkarak tüm dikkatini Tarkovski-Bergman çizgisinden sapmamaya harcayan bir yönetmenin elinden çıkma “Buğday”ın, bizi baştan sona özellikle “Stalker” (1979) evrenine soktuğunu da görmezden gelecek değilim. Kuran’ın Kehf suresinden, yani “bizden” bir temadan hareketle yolculuğa çıkıp seyirciyi dağdaki mağaraya götürmek... Hz. Hızır ile Hz. Musa kıssasından hareketle genç öğrenciye “iki denizin buluştuğu yerde” balık yedirmek... Sık sık “Sen bu yolculuğa dayanamazsın” demek, “Nefes mi buğday mı?” diye sormak... Ve inanç ile bilimi kah kalın çizgilerle ayırmak, kah iç içe geçirmek, her şeyin özündeki nurun beyazperdeye yansımasına yetmiyor ne yazık ki.


 

     Tarkovski’nin İnançsızlığı


 

     Dört yıl boyunca sinema dergisi “Arka Pencere”de “İslami Sinemanın Çıkmazı” genel başlığı altında 20’ye yakın yazı yazdım ve bunların yarısında İslami sinemacılarımızın Tarkovski hayranlığından yaka silkerek bunun bir çıkmaz yol olduğunu vurguladım. Tekrarlayayım; Tarkovski, İslamcı entelektüellerimizin iddia ettiği gibi “inanç sineması” değil, “inançsızlık sineması” yaptı. “Tanrı yoktur ama keşke olsaydı, keşke inanabilseydik, belki her şey daha iyi olurdu” demeye çalıştı. Film dili de buna uygundu ve “doğanın ritmi”nden anladığı çok başka bir şeydi. Neil Armstrong’un uzayda, Jacques Cousteau’nun okyanusun dibinde ezan sesi duyduğunu iddia eden İslamcılarımız, Tarkovski’nin de “inanç sineması” yaptığına inanmamızı bekliyorlar ki “hakikatın” maddi ve manevi yanlarını ısrarla gözden kaçırıyorlar. Eşi, yapımcı-senarist-köşe yazarı Leyla İpekçi’nin deyimiyle “milyonlarca avro” sayesinde, evet Semih Kaplanoğlu teknik ve estetik olarak İslami sinemaya bir eşik atlatıyor belki ama geri kalanında çıkmaz sokakta patinajı sürdürüyor.


 

     Anlatmaya çalıştığı her şeyi inkar edercesine galası “Beştepe”de yapılan “Buğday”ın şimdilik “bizim” seyirciden pek teveccüh görmediği anlaşılıyor. İlk üç gün toplam seyirci sayısı, 5900.


 

     İster ilahi, ister dünyevi manada anlasın; Kaplanoğlu’na bir sorum var: Saray mı mağara mı?



     Aydınlık Gazetesi - 01.12.2017, Cuma




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5765743
Online Ziyaretçi Sayısı:15
Bugünlük Ziyaret :692

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.