22.02.2019 / Tunca Arslan - Sibel Kötücül Topraklarda


     Geçenlerde “Twitter”da rastladığım, hayli “beğeni” toplayıp çokça yaygınlaştırılan bir fotoğrafta, “Tanzim Satış Noktası”nda kuyrukta bekleyen, alt-orta sınıftan kadınlar görülüyordu. Domateslerin, biberlerin, soğanların fark edildiği poşetleri ve pazar arabalarıyla, diyelim ki bu kez de patlıcan satın almak için bekliyorlardı. İlginç olan, fotoğrafın üstüne iliştirilmiş “sosyal medya mesajı”ydı: “Özgürlüğün en büyük düşmanı halinden memnun kölelerdir.” (Che)


 

     Mesaj, fotoğrafından anladığım kadarıyla genç bir kıza aitti. Altındaki yüzlerce yorumdan birkaçını okudum, gerisini ne midem ne de sinirlerim kaldırmadı açıkçası. İşin içine Che Guevera’dan da kartpostallık söz katıp, ucuz sebze almak için bekleyen o kadınları köle gibi gören ve özgürlük mücadelesi dersi vermeye kalkan, “çaresiz” insanları düşmanlaştıran, felçli ve güya “muhalif-sol” bilincin küçücük bir yansımasıydı o mesaj da altında yazılanlar da. Fotoğraftaki kadınlardan çok, öncelikle o kafaların kurtarılması gerektiğini düşündüm.


 

     Katıldığı festivallerde (Locarno, Adana vs.) ödüllere ve övgülere boğulan, bolca pışpışlanıp adeta havaya atılıp tutulan, bu hafta sinemalarımızda gösterime giren “Sibel” filminde de benzer bir çarpıklık söz konusu.


 

     Çay Değil Kabak Tadı


 

     Çay tarlaları arasındaki Karadeniz köyünde, konuşmayı reddedip babası, kız kardeşi ve kendisini uğursuz olarak gören köy sakinleriyle “ıslık dili” kullanarak iletişim kuran Sibel adlı genç kızın “özgürlük mücadelesi” etrafında şekillenen bir öyküsü var filmin. Bakkal işleten muhtar babası dışında, kız kardeşi bile dışlayıp “ötekileştiriyor” Sibel’i. O da kendisini kanıtlayıp saygı görmek için, elinde tüfek ormanda kurt avına çıkıyor, “düşmanlarla çevrili” dünyasında benliğini özgür kılabilmek için gelene geçene posta atıyor, arada bir de çay tarlasında çalışıyor ya da tarhana çorbası yapıyor. Köyün kadınları çok fena, çok kötücül; yapmadıkları etmedikleri kalmıyor Sibel’e. Bu arada ormanda rastlayıp yardım ettiği, “Bu benim savaşım değil” diyerek asker kaçağı durumuna düşmüş, bununla yetinmeyip “terörist” olmuş, jandarma tarafından aranan yaralı genç adam var bir de. O da diğer “uğursuz-yabancı” olarak, topraktan insan kemiği fışkıran bu coğrafyada Sibel’le ortak dil yakalayıp epeyce bir ilişki kuruyor. Meselenin, geçmişte yaşanan kötülüklere bağlandığı bir nokta da var elbette.


 

     Artık iyiden iyiye kabak tadı veren, festival jürilerine falan göz kırpmak için kalıplaştırılıp klişeleştirilen “ötekileştirme”, “düşman”, “iletişim”, “devlet”, “otorite”, “yabancı”, “itiraz”, “dışlanma”, “özgürlük” vb. kavramların çeşitli karakterler aracılığıyla ete kemiğe büründürülüp önümüze sürüldüğü, ısıtıla ısıtıla bayatlamış bir öyküye sahip “Sibel”. Sinema yazarları arasında neden bu kadar heyecan yarattığını, nasıl bir coşku uyandırdığını gerçekten anlayamadığım Türk-Fransız ortak yapımı film, 2013 yapımı “Ningen”de de birlikte çalışan Guilaume Giovanetti ve Çağla Zencirci’nin imzasını taşıyor.


 

     Amuda Kalkan Tanrıça


 

     Karadeniz köylerinde yaygın ıslık dilinin kullanımı açısından pek bir sorun yaşanmayan filmde herkesin neden tertemiz İstanbul Türkçesiyle konuştuğu soru işareti oluştururken, başroldeki Damla Sönmez fena değil ama diğer oyuncuların performansları vasatın altında seyrediyor.


 

     “Sibel” adı, bilindiği üzere Anadolu mitolojisinde doğurganlık ve bereketin sembolü “Tanrıça Kibele”den geliyor. Giovanetti-Zencirci’nin filmi ise Kibele’yi resmen amuda kaldırırken, bereketli toprakları da kötücüllüğe bulamış, finaldeki “empati-sempati” gösterisi de çok havada kalmış.


 

     HES’lere karşı ayağa kalkıp, dağda derede jandarmaya kafa tutan Karadenizli kadınlar, ablalar, nineler, dilerim görmez bu filmi.



     Aydınlık Gazetesi - 22.02.2019, Cuma




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5765186
Online Ziyaretçi Sayısı:6
Bugünlük Ziyaret :468

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.