01.07.1983 / Fethi Kopuz - ‘Musikimiz ve Biz’ Adlı Yazınız Dolayısıyla


     Sayın Bay Mehmet Barlas,


 

     Abdi İpekçi öldürüldüğünde, acaba, yerini kim dolduracak diye endişelenmiştim. Çok şükür siz geldiniz. Endişelerimin yersiz olduğunu anladım.


 

     Yazılarınızı bir dost gözüyle, dikkatle okurum. Dost olduğum için de doğruyu, bazen de acıyı söylerim. Bundan evvelki ve bu kez de “Musikimiz ve Biz” yazılarınızda şahsen, sizi bulamadım.


 

     Kronikleşmiş bir konu hakkında kökenine, asıl derde inmeden yazılan hissi ve savunucu yazılar kanımca zararlıdır. Hele yazar sizin gibi ikna edici ise…


 

     Ortamımızdaki sorun kuşkusuz, daha adları bile doğru dürüst konmamış, iki müzik türü arasında sıkışmıştır.


 

     Görünüşte, aydınlarımızın da çoğunluğu dahil, ekseriyet tarafından beğenilen ve sevilen, anlaşılması “İngilizce” ve benzeri lisanlardan farksız, bugünkü nesle yabancı, “Divan Edebiyatı” metinlerine dayanan sözler üzerine bestelenmiş eserlere dayanır. Devrini tamamlamıştır. Tıpkı bir “Rönesans Devri”, bir “Barok Devri” müziği gibidir.


 

     Sonra ne yapılmıştır? Hiçbir şey. Babam Fahri Kopuz dahil, çok önemsenecek bir hareket olmamıştır. 1927’lerden beri meyhanelere düşmüş, dolmuşlara binmiş, buyurduğunuz gibi, “Hüzzamla geçen bir dost sofrasının anısı” olmuştur.


 

     Sayın üstadım, bu tür bir müziği yaygın hale getirmeyi, hissi yönden istemeniz, kuşkusuz en doğal hakkınızdır. Ancak Ata’nın bu müziği içki masasına ayırıp, çoksesli müziği de halkına yaymak isteyişinin bir nedeni olmalıdır. Bu nedeni tartışmak, sadece, iki müziği de iyi tanıyanlarla olabilir. Aksi hallerde, laf salatası çıkar meydana.


 

     “Alaturka”yı sevenlerin ne derece hassas, ona ne derece bağlı olduklarını ve nedenlerini de çok iyi bilirim. Hislere ve zevklere karışılmaz. Saygım vardır.


 

     Evet, çoğunluktasınız. Gerçi bizde, belki iyimser bir deyimle, bir milyon çoksesli müzikten anlayan var ama.. arkasında, koca bir Avrupa medeniyeti ve dünyanın çoğunluğu da var çoksesli müzikten anlayan. O zaman kimin azınlıkta olduğu çıkmıyor mu ortaya? Bizde, teksesli müziğin çoğunlukça sevilmesinin nedeni ayrıdır. Bu, çoksesli müziğin memleket sathına, sistemli olarak yayılmamasındandır. Yoksa bizim insanlarımız yeteneklidir, zevk sahibidir, zekidir. Ben bunu, “Bölge Konserleri” verdiğimiz zamanlar, ta Hakkarilere kadar, Suna Kanlarla, çamurlara bata çıka gittiğimiz günlerden hatırlarım. Ne sevinç verici alaka görmüştük.. Türk insanlarından…


 

     Daha tümünün elektriğini, suyunu, okulunu bile götüremediğimiz köylümüz ne yapsın ki? Tabi kavalını, kemençesini, davulunu, bağlamasını kendi yapacak, ilkel yollarla kendisini eğitecek, içinin sesini bunlarla yansıtacak, folklorünü bunlarla besleyecek. Ne anlasın çokseslilikten, Avrupa’nın insanlarında olduğu gibi.. Aslında suçlu biz aydınlarız. Köylümüzü suçlayamayız. Götürelim bakalım sistemli müzik eğitimini, çoksesliliği, öğrenir mi, sever mi görürüz. Yoksa, tüm yozlaşmış müzik türünü siler süpürür de, kentliyi de hizaya getirir mi? Ben bu yargıya, gerek “Gazi Eğitim”, gerekse de “Atatürk Eğitim Enstitüleri”nde karşılaştığım, köylerden kopmuş gelmiş, istidatlı, çalışkan, zeki gençlerle çalıştıktan sonra vardım. Ne var ki, yetiştirilen bu gençler adetçe yeterli olmayıp, bu programlar zaman zaman değişik nedenlerle kösteklenmektedir.


 

     O zaman, kentlerdeki insanlar, ister Münir’in, ister Nevzat Atlığ’ın ve benzerlerinin yaptıkları gibi, teksesli notadan, elini kolunu istediği gibi sallayarak yaptığı şefliği izler, isterse çokseslilik diye, otuz kontrabası ayağa dikip, caz stilinde pizzicatolarla “Evicara” peşrevini seslendirtir, sizin de bir yazınızda belirttiğiniz gibi, isterse kırk adet sazı bir araya dizerek, çokseslilik der, ama, gerçekte ne yazar bunlar?


 

     Müziğin en basit açıklaması, ritim, melodi ve çoksesliliğin işbirliğidir. Çokseslilik bilimi, kontrpuan, füg dahil, 9 yıl alır. Şeflik ise bu bilim dallarında üstün başarı kazananlar tarafından sürdürülebilir. Kulakları çınlasın, bizdeki şefcilik oynayanların.


 

     Görülüyor ki, müzikolog olmadığım halde benim hiçte bilimsel olmayan yazımla bile işin kökenine indikçe, işler büsbütün çatallaşıyor.


 

     Çokseslilik bilinci Batıda, spontane olarak ana kucağında başlar. Örneğin, Brahms ninnisi ile gelişir. Bilinçli şekli ise orta okulda beslenir. Güçtür. Fakat öğretilir. Kentlerde bizler “güç”e gelemeyiz. As solistlerin ve çalgıcıların büyük bir çoğunluğu, bırakın çoksesliliği, nota okumasını beceremezler. Ama iş bulurlar. Hal bu denli kolay iken, kim ister enstrüman bilgisini, form bilgisini, tarih bilgisini vb. bilgileri ve bu çalışmayı isteyen tür müziği araştırmayı. İşte “Türk Müziği Konservatuvarları”, 4 yıl kudüm dersi vermiyormu ki, demeyin lütfen bana. Bu konu hakkında çok selahiyetli konuşan, cesaret sahipleri var zaten. Ben şahsen bu kişileri kesinlikle karşıma alıp tartışmam.


 

     Sayın Barlas, kanımca bugünkü perişan haldeki müziğimizi müdafaa edici ve yayılmasını destekleyici yazılar yazmak faide sağlayamaz. Sizin önerdiğiniz kişiler tarafından da “Korolar” kurulsa, ne gibi yenilikler çıkar ortaya? Aynı sakızı çiğnedikten sonra…


 

     Boşuna çaba harcadı geçmişteki aydınlarımız. Atamızın yolunda, çizdiği programlar aynen uygulansa idi, tabii tüm diğer davalarımızla birlikte, bugün çoğu aşılmış olacaktı bu zorlukların. Fakat bilinçsiz, hislerle ve menfaat duygularıyla atılan çelmeler, memleketin çok zararına oldu.


 

     Benim tezim, “Türk Müziği” denilen tür’ün, ritim ve melodi özelliklerinin bilinçli bir şekilde çokseslilikle bağdaştırılmasıdır. Bu iş iddia edildiği gibi “Türk Müziği Konservatuvarları”nda okutulan yarım yamalak, 4 yıllık armoni dersleriyle olamaz. Bilinçli bir arama kurulunun sonuçları, “Devlet Konservatuvarı”nda, yetkililerce değerlendirilir ise sonuca daha somut ve kolay erişilir. Ama ne yazık ki bu basit yöntem yerine, daha karışık yollar empoze edilmektedir.


 

     Türk ulusunun bu konudaki talihsizliği yıllar bıyu, dinamizmi bulunmayan, formları kısıtlı, “Ah!”ı, “Of!”u bol ve bir temeli olmayan, sizin de buyurduğunuz gibi, “odalarda, tekkelerde, konak salonlarında” doğan bir müziğin etkisinde olmasıdır. Ama, yine de talihli sayılırız, sonraları, babaları belli türden yapıtlar da yaratılmıştır, belirli devirlerde.


 

     Üstadım, bu konunun derinliğine girildikçe, diğer kronik olaylarımız gibi, neresine dokunsak acı duyarız.


 

     Sizin pencereniz “Milliyet” geniş, benimkisi ise “Orkestra” dar… Seslendiğiniz zaman, lütfen, benim dostça yazdıklarımı da düşünün. Bu suretle yazılarınızın daha olumlu kabul edileceğinden emin olabilirsiniz.


 

     Evrensel, çoksesli müziğin bizimki ile karşılaştırılması, kıyaslanması, sakıncalıdır. Karşımıza aldıkça, bizim noksanlarımız daha da çok çıkar ortaya. Zaten bugüne dek tutulan yanlış yol ve tartışmalar, hep bu yüzden çıkmaza girmiştir. Bilginlerimiz, aydınlarımız dahil, Falih Rıfkı merhumun, siyah’a beyaz dediği ve inandırdığı yazıları gibi, mantıki görünen sözler ve yazılarla, halkımızı ikna etmiş ve sözde bu davayı kazanmışlardır. Bence bu, memleketin müzik kültürünün üst düzeye çıkmasını önlemiştir.


 

     Yine, sıraladığınız vasıflardaki gibi, “tarihtir” Türk müziği. Maalesef bugün birçok aydınımız da dahil, çoğunluk “tarihte” yaşamaktadırlar.


 

     Gönül arzu eder ki, sizin gibi aydınlar gerçekten tarafsız, bilimsel “symposium”lar tertiplesinler, kısır ve dar görüşlere yer vermeden, davanın çözümünde iş ve el birliği etsinler, memleketin bu probleminin çözülmesine ışık tutsunlar.


 

     Saygılarımla…


 

     ———————————————



     Aylık olarak yayınlanan “Orkestra Dergisi”nin 12. Yıl, 119. Sayı ile Temmuz 1983 tarihinde basılan nüshasının 45-48. sayfalarından alınmıştır.




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5783495
Online Ziyaretçi Sayısı:16
Bugünlük Ziyaret :629

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.