01.07.1983 / Okan Demiriş - ‘Muasır Medeniyet’ - ‘Kültür, İktisat ve Sanat’


     Uygarlık deyince bugün akla “Batı Uygarlığı” gelmektedir. Yüksek kültür seviyesine erişmiş ulusların birbirlerini benimsemeleri, ortak kültürleri ve kültür normları ile ahlaki bir ölçü içerisindeki insanlık fikirleri, bugün çağdaş medeniyet diyebildiğimiz Batı uygarlığını meydana getirmiştir. Batı uygarlığı bugünkü durumuna gelinceye kadar, tarihin akışı içerisinde zaman zaman sarsıntılar geçirdiği dönemlerde, bilginlerini, doktorlarını Türk ve İslam uygarlıklarından temin ettiği bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla “Muasır Medeniyet” diyebildiğimiz Batı uygarlığının bugünkü yüksek kültür seviyesine ulaşmasında Türk ve İslam kültür ve medeniyetlerinin büyük katkısı olmuştur.


 

     Yakın tarihimizde ise Türk kültüründe resepsiyon olayı “Tanzimat Devri”nde başladı ise de bu, ancak Batı hayranlığından öteye gidemedi. Bu gerçek, bir zamanlar müşterek medeniyete katkısı olan Türk ve İslam aleminin son yüzyıllarda zamanı Batı kültürünü hayranı olarak geçirdiği gerçeğidir.


 

     Türk milleti çağdaş uygarlık yoluna “Atatürk Devrimleri” ile girmiştir. O, Türk milletinin Batı uygarlığı içinde yepyeni bir devlet ve yepyeni bir toplum olarak yer almasını istemiştir. Atatürk “1924 Anayasası”, “1926 Hukuk Devrimi” ve “İsviçre Medeni Kanunu”nun aynen kabulü ile gerçek devrimlerini sürdürerek Türk toplumunu yüzyıllarca ilerideki dönüşü olmayan çağdaş medeniyet yoluna sokmuştur. O’nun bu konudaki düşüncelerini şöyle anlıyorum: “Uzun bir geçmişi olan ve sağlam temellere dayalı Türk kültürü, bu hızlı değişimden dolayı, yabancı kültürlerin tesirinden korkmamalıdır ve kendi milli kültürü ile çok uluslu çağdaş uygarlıktaki yerini almalıdır.” Atatürk’ün 1930’lu yıllarda memleketin kültür meselelerine yoğun bir şekilde eğildiği malumdur. O’nun, bunu, kurduğu Cumhuriyetin ana meselesi olarak görmesi, Türk milletinin Osmanlı toplumundaki sağlam temellere dayalı kültürler sisteminin “Muasır Medeniyet” ile zamanında gelişme ve değişme gösteremeyişinden kaynaklandığını pekala biliyordu. İslam uygarlığı içinde gelişen Osmanlı toplumunun, sağlam temellere dayalı yüksek bir kültürü olmasına karşılık, Cumhuriyet döneminde “Muasır Medeniyet” seviyesinden çok uzaktı. Atatürk, aradaki bu mesafenin ancak uzun yıllar ve gelecek nesillerin çalışmalarıyla kapatılacağına ve Türk milletinin “Muasır Medeniyet” seviyesine ulaşacağına inanıyordu.


 

     Tarih sayfalarını biraz çevirdiğimizde Türk ve İslam uygarlıklarının 15. ve 16. yüzyıllardan sonra müşterek medeniyete katkılarının yavaş yavaş azaldığını ve nihayet kültürünün kendi içine döndüğünü görüyoruz. “Osmanlı Devleti”nin en kuvvetli olduğu dönemde Türkler, yabancı kültürlere ve başka uygarlıklara yeterince açılabilseydi belki bugün çağdaş uygarlık Batıda değil Anadolu toprakları üzerinde kalabilirdi. Son yüzyıllarda yüksek “İslam Kültür ve Medeniyeti” “etnosentrizm”in kurbanı olmuş, değişmeye karşı direnmiştir. Yükselme devrinde kültürümüzü maddi ve manevi diye ayırabilseydik ve de manevi kültürümüzde kendi içimize kapandığımız kadar maddi kültürde dışa açılabilseydik veya açılmakta çok geç kalmasaydık, bugün Türk milleti olarak yine milli kültürüne bağlı ve üstün bir teknoloji çizgisinde “Muasır Medeniyetler”le en azından aynı seviyede bir ulus gelecek nesillere aktarılmış olurdu.


 

     Şimdi, Atatürk’ün yolunda, Cumhuriyetten bu yana Türk toplumu hızlı bir maddi kültür değişmesi içindedir. Normal olmayan bir hızla gelen kültürel değişmelerin bir takım toplumsal sorunları birlikte getirdiği de muhakkaktır. İşte bunun içindir ki Atatürk, toplumsal sorunların etkisini belirli bir oranda azaltmak ve kültürel çatışmayı en azına indirmek gayesi ile “1’inci İktisat Kongresi”ni, “1924 Anayasası”ndan ve “Medeni Kanun”un kabulünden önce yapmıştır. Cumhuriyet döneminde yapılan işlerin sırasında bir hata yoktur, herşey tamdır. Atatürk’ün de fazla beklemeye tahammülü olmadığı açıkça görülmektedir.


 

     Atatürk “Muasır Medeniyet” için “ana mesele” tabirini kullanırken “iktisat” için “herşey demektir” diyor. O halde çağdaş uygarlık için yapılan bütün kültürel çalışmalar da “iktisat” programları doğrultusunda yapılmalıdır. Sanat, kültürel çalışmaların içinde yer alan bir ürün olduğuna göre yakın tarihimizin gelişimi içinde iktisat ve sanat meselelerine değinmekte yarar vardır.


 

     58 yıl önceki “1’nci İktisat Kongresi”nde Atamızın veciz ifadeleri canlılığını koruyarak yaşamaktadır. “Kurtuluş Savaşı” ile yeni bir tarih yaratan Atamız, Türk ulusunu uygar bir toplum yapabilmenin uğraşılarını verirken “Konservatuvar”, “Opera”, “Senfoni” gibi sanat üreten yuvalar O’nun emirleri ile kuruldu. Atatürk “İktisat demek herşey demektir” diyordu. Sayın Cumhurbaşkanımız Orgeneral Kenan Evren “2’inci İktisat Kongresi”nin açılışında şöyle diyordu:


 

     “Diğer bütün faaliyetler iktisadi faaliyetleri esas almalıdır.”


 

     İşte anlaşılıyor ki sanat faaliyetlerimizi bundan böyle memleketimizin ekonomik şartları ile beraber, iktisat politikasından çıkacak sonuçlara göre uyumlu ve bilinçli bir biçimde programlanması lüzumunu ortaya koyuyor. İktisat, “Muasır Medeniyet”e erişmenin başlangıç noktasıdır dersek, yanlış olmaz kanısındayım. “Erzurum Kongresi”nin yapıldığı tarihlerde Devlet hizmetinde çalışan işçi sayısı 3.000 civarındaydı. Bugün aynı rakam Türk toplumuna hizmet veren sanat kurumlarımızdaki sanatçılarımızın sayısıdır. Bu istatistikten Atatürk’ün 58 yıl önce, tek bir iktisat kongresiyle Türk iktisadiyatını nasıl yönlendirdiği, milletini uygarlık yoluna nasıl soktuğu ve O’nun asırlar öteye planlar yapabilen üstün zekasını, aslında kelimelerle izah etmek mümkün değildir. Atatürk’ün bütün konuşmalarıyla Türk milletini bir istikamete koşturmak ve bir yere yetiştirmek arzusunu hissedersiniz. İşte, o istikamet ve yer “Muasır Medeniyet”tir. “Devlet Opera ve Bale”lerimiz 2000 yılında Batı’nın bugün belirli büyük merkezlerindeki oyun düzenlerine eşdeğerde programlar uygulamayı başarırsa -ki bu amacımız olmalıdır- ve bu, 400 yıllık sanat geçmişi olan Batı kültürünü 70’inci yılda yakalayabilmek demektir. Yine “1’inci İktisat Kongresi”nde Atatürk şöyle demiştir:


 

     “Bugün mevcut olan fabrikalarımızda ve daha çok olmasını temenni ettiğimiz fabrikalrımızda kendi amelemiz çalışmalıdır.”


 

     Bu cümleyi bir kültür ürünü olan sanata ve onun bir dalı olan operamıza uygularsak iktisat ve sanatın birbiri ile ilgili olarak uyum sağlaması yadırganmaz.


 

     “Bugün mevcut olan operalarımızda ve daha çok olmasını temenni ettiğimiz operalarımızda kendi sanatçılarımız çalışmalıdır.”


 

     Bugün her ne kadar sanat kurumlarımızda kendi sanatçılarımız çalışıyor ise de, yaratıcı kadrolarda geçmiş yıllarda atılmayan temeller ve yatırımlar bugün kurum için sıkıntı kaynağı olmaktadır. Opera ve bale sanatını geleneksel kültürümüz içinde kaynaştırarak devamlılığını sağlama çalışmalarımız, her zaman temelde ekonomik çıkarları ön planda tutmaktadır. “2’inci İktisat kongresi”nde Sayın Cumhurbaşkanımız Orgeneral Kenan Evren, bir cümlesinde şöyle diyordu:


 

     “Zaruri ihtiyaçların dışındaki gelirin yatırıma kaydırılması çarelerini mutlaka bulmalıyız.”


 

     İşte, sanattaki üretim eksikliklerimizi memleketimizin bugünkü iktisat politikasına göre gidermemiz gerekmektedir. Belirli kişilerin yurt dışında eğitilmelerinden ziyade, getirilecek uzmanlarla birçok kişinin eğitilmesini temin etmek geçmiş yıllardaki yatırım boşluklarını dolduracaktır. 58 yıl önce “1’inci İktisat Kongresi”nin sonunda 12 madde halinde kabul edilen “Misak’ı İktisadi”nin 4’üncü maddesi aynen şöyledir:


 

     “Türk halkı sarfettiği eşyayı mümkün mertebe kendi yetiştirir, çok çalışır, vakitte, servette ve ithalatta israftan kaçar.”


 

     Bugün sanat kurumlarımız çoğalmaktadır. Tiyatrolar bütün yurt sathına yayılmaktadır. Opera ve balelerimiz, konservatuvarlarımız ve senfoni orkestralarımız iç büyük şehirde yerleşik faaliyet göstermektedir. Sanat üretmek için kullandığımız yabancı kaynaklı araç ve gereçlerin yüzdesi çok fazladır. “Misak’ İktisadi”nin 4’üncü maddesini artık sanat kurumlarımız için de planlı bir şekilde uygulamanın tam zamanıdır. Böylece 1’incisini, 2’incisinden öğrendiğimiz iktisat kongreleri sanat çevrelerimizde de ilgi uyandırmış, bize, bilgi birikimlerimizi cesaretle doğrulama zemini hazırlarken, iktisat ve sanat’ın bir bütün içinde olduğunu vurgulama zemini de yaratmıştır.


 

     Niçin Batı Uygarlığı?


 

     Çağdaş uygarlık tabiri yüzyıllarca Batı uygarlığını anlatmak istemiştir. Batı uygarlığı demek Avrupa demektir. “Muasır Medeniyet” demek şimdiki medeniyet, bugünkü uygarlık demektir. Uygarlık, çok uluslu müşterek bir medeniyettir. Müşterek yaşamın birlikte mümkün olabileceğini düşünürsek ve de çağdaş uygarlık Avrupa’ya yakıştırıldığına göre, “Niçin Batı Uygarlığı?” sorusuna cevap verebilmek için Avrupa tarihine kısaca göz atmak yerinde olur. Ne var ki, bu konuda işlenecek tema ortaklık ve birlik sözcükleridir.


 

     Yazı öncesi, Roma, Yunan, İslam, Türk, Batı Uygarlığı vs. gibi uygarlıklar tarihin perspektifi içinde, durmadan yenilenerek gelen kültürlerin ve kültür sistemlerinin neticesinde meydana gelip yaşamışlardır. Tarihin içine girdiğimizde görüyoruz ki bazen tek bir insanın veya bir ulusun iradesi büyük kuvvet oluyor, devletler kurulup batıyor, henüz daha ortak bir insanlık fikrine hizmet etmeyen ve birliği olmayan kültürler doğuyor, gelişiyor, yok oluyor, istilalar, harpler, yıkıntılar ta ki “Roma İmparatorluğu”na kadar sürüp geliyor. İlk defa “Roma İmparatorluğu” ile müşterek medeniyet ve birlik fikirleri, askeri kuvvet fikirleri ile eş değerde görülüyor. Latin dili ve kanunları Roma kültürüne tohumlarını ekiyor. Çok uluslu Roma devleti Avrupa’da uyumu sağlıyor ve kültürünü çok uzak ülkelere yayabiliyor. “Roma İmparatorluğu”nun çöküşü ile ortak dil birliği bile ulusları bir daha bir araya getiremiyor. Tesis edilmiş Avrupa kültürü bir anda Doğudaki mevcut kültürlerin altına giriyor. Ancak yok olan kültürlerin sadece maddi yönleri ile yok oldukları görülüyor. Madde yok oluyor fakat ruh kalıyor. İşte ruh manevi kültürü ve birliği tekrar tesis ediyor ve yıkılmayan birlik fikri Latin dilinin devamını ve “Roma Kilisesi”ni yaratıyor. Daha sonraları, Avrupa “Rönesans” ile kendisini tekrar buluyor. Yeni ruh ve fikrin doğuşu, “Roma İmparatorluğu”nun çöküşü ile yok olan müşterek kültürü tekrar tesis ediyor, hümanizma zirveye ulaşıyor. Yine bir düşüş dönemi başlıyor: Katolik din birliği parçalanıyor, reform hareketleri “Rönesans”ı parçalıyor. Avrupa dil birliği tekrar bozuluyor, her ulus kendi dilini yaratmaya çalışıyor. Dolayısıyla kültürlerinde içe dönüklüğün neticesi olarak müşterek medeniyete yapılan katkılarda gerileme görülüyor. Onyedinci Yüzyıl başlarından itibaren “Avrupa Birliği”nin temsilcileri, şairler ve bilginlerin yerini musikişinaslar alıyor. Dil ve din birliği yıkılan uluslar ortaklığı ve birliği bu defa musikide buluyorlar. Bu devir toplumun sanata ve sanatçıya sarıldığı bir devir oluyor. Sanatçılar en güzel eserlerini veriyorlar. Avrupa’nın her yerinde besteciler milletleri birbirlerine yaklaştıran kişiler oluyorlar. Ta ki Napolyon’a kadar bu böylece sürüp gidiyor. Napolyon ve harpleri ile Avrupa’da sanat ve fikir millileşiyor, ulusların müşterek bağları yeniden kopuyor. Beethoven, Schubert, Chopin, Wagner, Mussorgsky, Rossini, Verdi’nin musikileri milli oluyor. Uluslar yine manevi kültürlerine kapanıyorlar. Edebiyatta da aynı durum gözleniyor. Bir yüzyıldan fazla devam ederek gelen bu sessizliği, Almanların en büyük şairi Goethe, ulusunun artık kendisine dar geldiğini hissettiği zaman bozuyor.


 

     “Milli edebiyatın zamanı geçmiş, dünya edebiyatlarının zamanı gelmiştir.”


 

     diyor. O’nun, geleceği sezen ve geleceği yönlendiren ruhu, bu sözleri ile yeni bir müşterek Avrupa şuuru yaratılması için başlangıç kabul ediliyor. Goethe’nin bu sözleri tarihte şöyle yorumlanıyor: “Goethe, bu sözleriyle milli edebiyatı küçültmek değil, dünyaya hitap etmeyen bir edebiyatın tam manasıyla milli olamıyacağını söylemek istemiştir” deniliyor. 19’uncu yüzyılda Avrupa’da birçok düşünür, milli düşüncelerin üzerinde bir dünya istedi. Vatan meselesinin sona erdirilmesini ve “Avrupa Birleşmiş Devletler” fikrini savundular ve insanlığı müşterek bir hayata bağlıyarak dünya liderliğini bir süper güç olarak elde tutmayı amaçladılar. Bir yüzyıl sonra Avrupa’nın başına gelen felaket onlara en büyük harbin ilkini yaşattı. Artık müşterek medeniyet teknolojinin üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Kültürler sisteminde parçalanma oldu, ruh maddeden tamamıyla ayrıldı. Tarihin akışına göre bu umulmadık durum ulusların maddi kültürlerinin birbirlerine daha çok açılmalarına sebep oldu. Ruhtan ayrılıp en hızlı biçimde gelişen madde 2’inci büyük felaketi de yine birlikte getirdi.


 

     İki büyük felaketten sonra Avrupa, birliği ve ortaklığı yine yüzyılın teknik ruhunda aramaya başladı. Bugün görülüyor ki tarihin derinliklerinden bu yana harplere rağmen, insanlık, birbirlerine daha çok yaklaştı. Yüksek kültür seviyesine erişmiş Avrupa ulusları asırlarca süren birlik ve ortaklık çalışma ve tecrübelerinin sonucu, aralarında benzerlik ve uyum olan kültürlerini de geliştirerek ve de maddi kültür üzerinde yoğunlaştırarak daha ileri biçimler yaratma çabasıyla, hızlı bir teknolojik gelişme içinde bir kültürler sistemi meydana getirerek “Muasır Medeniyet” çağdaş uygarlığı meydana getirdi.


 

     Batıda, zamanımıza kadar gelen tarihsel perspektif bu şekilde gelişme gösterirken, Doğuda Türk, İslam kültür ve medeniyetlerinin de tarihin akışı içinde benzer safhaları geçirdiğini görüyoruz. “Selçuklu Devleti” ile Anadolu toprakları üzerinde yoğunlaşmaya başlayan “Türk Kültür ve Medeniyeti” daha sonraları “Osmanlı İmparatorluğu” ile gelişerek yayılmıştır. Almanların milli şairi Goethe “Milli edebiyatların zamanı geçmiş, dünya edebiyatlarının zamanı gelmiştir” dediği vakit, tarih 1800’leri yaşıyordu. Oysa, Türk ve İslam kültüründe Ahmet Yesevi’ler, Yunus Emre’ler, Mevlana’lar ve onlar gibi Hak’kın cemal tecellisine mazhar olmuş, alçak gönüllü, ahlak ve sevgi dolu, aydın, ileri görüşlü, velilik mertebesine ulaşmış binlerce evliyamız, yüzyıllar önce kendi yatağından taşıp, kabaran bir nehir gibi, yaşadıkları çağdan günümüze kadar tazeliğini koruyarak gelen hizmetleriyle, hem kendi kültür ve medeniyetlerine hem de bütün insanlık alemine katkıda bulunmuşlardır. Bu veliler dil, din ve bilim yolu ile bugün sağlam temeller üzerinde diyebildiğimiz “Türk-İslam Kültür ve Medeniyeti”nin mimarları olan ermiş kişiler ve de müşterek insanlık fikirlerinin kurucularıdır. Aslında Goethe’nin bu sözleri için yapılan tarihi yorum doğrudur. O “dünyaya hitap etmeyen bir edebiyatın tam manası ile milli olamıyacağını” söylemek istemiştir. İşte, bu halk kahramanlarımızın bütün eserleri bugün dünyanın okuyup sevdiği ve benimsediği eserlerdir. Milli kültürler uluslararası platformlarda yaşanmaya başlandığında millilik hüviyetlerini gerçekten o zaman kazanıyorlar.


 

     “Osmanlı İmparatorluğu” büyüdükçe ülkesine kattığı topraklara yüksek kültürünü götürdü, yaydı ve benimsettirdi. Avrupa kültürünün zaman zaman geçirdiği beyin sarsıntılarını o dönemlerde Osmanlı toplumu hiçbir zaman geçirmedi. Devamlı olarak gelişti. İmparatorluğun duraklama dönemine girmesi ise kültürel yayılma hızının durmasına, hatta gerilemesine sebep oldu. Son iki yüzyıl içinde “Batı kültürler sistemi”ndeki ruh ve madde ayrımı teknolojik gelişmenin önem kazanmasına imkan hazırlarken Osmanlı toplumu bu gelişmelere yeterince açılamadı.


 

     Bugün “Türk ulusu manevi yönden kültürü sağlam temellere dayalıdır” derken, maddi kültürde “Muasır Medeniyet”e ulaşamamanın sıkıntısı içindedir. Maddenin ruhtan ayrılması dünyanın başına 2 büyük felaket getirmiştir. Türk ulusunu birinci felakatten selamete Atatürk çıkarmıştır. İkinci felaketten de kurtaran yine O’nun ilkeleri olmuştur.


 

     Sanat ağırlıklı kültüre ve onun bir kolu olan “Opera ve Balelerimiz”e gelince: Türk kültürünün saygınlığı korunarak, onu Batı medeniyetinin içine sokma çalışmaları ve Batılılaşma fikirleri ile milli kültürümüzü kaynaştırmak amacımız olmalıdır. Bir bakıma Batılılaşma fikirlerini benimsememiz, Türk ulusu olarak yabancı kültürlerin etkisinden korkmadığımızın açık delilidir. Sadece milli kültürümüze yönelik yapılan çalışmalar ise ulusumuzun çağdaş uygarlık düzeyine çıkmasını engelliyeceği, dolayısıyla da yabancı kültürlerin özgün zenginliklerini öğrenememekle neticeleneceği bir gerçektir. Sanatçı olarak hem Batı kültürünü hem de milli kültürümüzü kendi halkımıza dönüştüren bir anlayış ile çalışmanın bilinci içindeyiz. Batı kültürü içinde doğarak gelişen “Opera ve Bale Sanatı” milli kültürümüzü hiçbir zaman etkisi altına alamamıştır. Buna karşılık bu sahada milli kültürümüze katkısı olmuştur.


 

     “Cumhuriyet”ten bu yana operalar, baleler yazılmış, sahnelenmiştir. İşte bu, Batıdan aldığımız özgün zenginlikleri milli kültürümüzle kaynaştırmamız demektir. 2000 yılına yaklaşırken milli opera ve balelerimizin de Batı sahnelerinde sergilenmesi, milli kültürümüzün açılması amacımız olmalıdır.


 

     ———————————————



     Aylık olarak yayınlanan “Orkestra Dergisi”nin 12. Yıl, 119. Sayı ile Temmuz 1983 tarihinde basılan nüshasının 10-17. sayfalarından alınmıştır.




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5798929
Online Ziyaretçi Sayısı:27
Bugünlük Ziyaret :181

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.