28.06.2019 / Tunca Arslan - Anna: Bir Başka ‘Kızıl Serçe’

Besson, Luc


     Luc Besson bir zamanlar çok sevilen, çok önemsenen bir yönetmendi. “Yeraltı” (1985), “Derinlik Sarhoşluğu” (1988), “Nikita” (1990), “Sevginin Gücü-Leon” (1994) gibi üst düzey filmleriyle tüm dünyada hayranlık kazanan Fransız sinemacı sonrasında “Jeanne D’Arc” (1999), “Angel-A” (2005), “Belalı Tanık” (2013), “Lucy” (2014) ile belli bir düzeyi korumaya çaba gösterdiyse de son yıllarda kariyerinde belirgin düşüş yaşadığı gerçek.


 

     Besson acaba “derinlik sarhoşluğuna” mı uğradı? Beyazperdedeki o derinlikli anlatımından vazgeçerek tümüyle Hollywoodvari tarz benimsemesinin başka ne gibi açıklaması olabilir, gerçekten merak ediyorum.


 

     Geçen yıl seyrettiğimiz Francis Lawrence filmi “Kızıl Serçe”, parlak bir balerin olabilecekken özel eğitilmiş çok tehlikeli ajana dönüştürülen Rus genç kızın serüvenlerini ve yakışıklı bir “CIA” ajanıyla mücadelesini anlatıyordu. Luc Besson imzalı “Anna” da öykü itibariyle temelde “Kızıl Serçe”den pek bir farklılık taşımıyor. Filmlerinde eli silahlı kadınlara özel önem vermesiyle tanınan Luc Besson, genç Rus manken Sasha Luss’u başrole oturttuğu “Anna” da vurdulu kırdılı bir “Soğuk Savaş” aksiyonuna imza atmış, bir anlamda “Nikita” günlerine geri dönmüş durumda.


 

     SSCB Çökerken KGB


 

     Sersefil erkek arkadaşıyla birlikte Moskova’da berbat bir yaşam süren Anna, başının büyük derde girebileceği bir gece istihbarat servisinden teklif alır. Daha doğrusu, ölen babası da asker olan Anna’nın son bir umutla orduya katılmak için yaptığı başvuru “KGB”nin dikkatini çekmiş, değerlendirilmiş ve en zorlu görevlerin bile üstesinden gelebileceğine karar verilmiştir.


 

     1985’te başlayan filmin açılışında Rusya’da çalışan tam yedi “CIA” ajanı öldürülüyor. Sonrasında çok sıkça başvurulan geri dönüşlerle Anna’nın tüm öyküsünü izlemeye başlıyoruz. Sovyetler’in çöküşe doğru gittiği bir dönemde ayakta kalan nadir kurumlardan biri olan ama içten içe çürümüşlüğünü de gördüğümüz “KGB” ile “CIA” karşı karşıya geliyor ve Anna Paris’in moda dünyasını da içine alacak biçimde tetiği çektikçe çekiyor. Karşımızda, geçen haftaların bir başka ajan filminin kahramanı “John Wick”in dişi versiyonu tam anlamıyla. Tabii işin içine aşk-seks de karışıyor ama görev icabı mecburiyetten değil; Anna duyguları da güçlü bir kadın!


 

     Luc Besson, çeşitli tarihler arasında gide gele seyirciyi hayli yoruyor doğrusu. Filmin sürpriz(leri)ini de bozmak istemem ama Fransız devletinin ABD ile SSCB arasındaki “uzlaştırıcı” tavrına dair vurgu da komik kaçmış açık söylemek gerekirse. Çatışma-dövüş sahnelerinin klişeleri tekrarlamak dışında pek etkileyici olmadığını da belirteyim.


 

     Helen Mirren İçin


 

     Fakat “Anna”nın senaryosunda ister istemez kuşku uyandıran en büyük nokta, 1985’te başlayıp 1987’de ve 1990’ların başında gezinen filmde son derece gelişmiş dizüstü bilgisayarların kullanımından kaynaklanıyor. 30 yıl öncesinin teknoloji dünyasında, “KGB” ve “CIA” bile söz konusu edilse bu aletler bu kadar gelişkin ve yaygın mıydı gerçekten?


 

     “Soğuk Savaş” kavramı, gizli servislerin pek yakın temasa girmeden, suikastlar ve komplolarla iş görmesini, biraz John Le Carre romanlarındaki durgun atmosferi çağrıştırır. Besson ise filminde sayısız kere burun buruna getiriyor “KGB” ve “CIA”yı.


 

     Filmden hayal kırıklığına uğrayacağımı tahmin ediyordum ve öyle oldu. “Anna”, yalnızca tavizsiz, işbilir, soğukkanlı “KGB” şefi Olga’yı büyük başarıyla canlandıran Helen Mirren dışında akılda kalıcı yan içermeyen, heyecan vericilik katsayısı alt düzeylerde seyreden vasat bir film. Luc Besson öyle bir filme imza atmış ki fragmanı bile eskilerinden çok farklı ve zayıf.



     Aydınlık Gazetesi - 28.06.2019, Cuma




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5765288
Online Ziyaretçi Sayısı:11
Bugünlük Ziyaret :516

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.