20.05.2020 / Müfit Semih Baylan - Şefleri de Kaldırın, Orkestraları da…
https://www.youtube.com/watch?time_continue=6&v=2cCommE6tG0&feature=emb_logo
Şu videodaki konseri hatırladınız mı?
Ben bu konseri hiç unutmadım ve hafızamda hep canlı tuttum. Şimdi de yazımda bir takım değerlendirmeler yapacağım için esas konuyu teşkil eden argümanlardan birisi olması açısından buraya koydum.
“Dokuz Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuvarı” Müdürü Ümit İşgörür’ün, üniversitenin “2018-2019 Akademik Yılı Açılış Töreni”nde yönettiği “DESO Orkestra ve Korosu”nun, akademik açılışı gerçekleştiren Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile beraberindeki heyet Başbakan Binali Yıldırım ve bakanlar ile birlikte Rektör Nükhet Hotar’ın da katıldığı, Sayın Cumhurbaşkanı’nın sevdiği iki şarkının seslendirildiği konserin bir hayli yankısı olmuş, hem sosyal medyada hem yazılı medyada bir hayli yer almıştı.
İktidar partisinin hem milletvekili hem genel başkan yardımcısı da olan “Dokuz Eylül Üniversitesi” mezunu Prof. Dr. Nükhet Hotar, iktidar partisindeki görevleri bitip üniversiteye rektör olduktan sonra, konservatuvara gösterilen binanın, “konservatuvarın olmazsa olmazlarını taşımadığı” ve bu nedenle uygun olmadığını söyleyen müdür Ümit İşgörür’ü görevden aldı. İddialara göre, akademik açılış sırasında henüz yeni göreve başlamış olan sayın rektör, konservatuvar Müdürü Ümit İşgörür’ü konserde alkışlamış, ancak yanıtını kabul etmeyerek görevden almıştı.
İddialara göre hikaye devam ediyor tabii…
Ümit İşgörür’ün konservatuvar müdürlüğünden alınışından sonra bu makama Kerim Gürerk atandı. Bu atamayla göreve gelen Müdür Kerim Gürerk öğrencileri ile bir Ankara gezisi gerçekleştirdi, “Anıtkabir”i ziyaret ederken “Cumhurbaşkanlığı Külliyesi”nde öğrencileri ile fotoğraf çektirmeyi ihmal etmedi. Ve iddialar o yöndedir ki, “Dokuz Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuvarı” Müdürü Kerim Gürerk’in bu davranışı Sayın Rektör Nükhet Hotar’ın pek hoşuna gitmiş.
Ocak 2020 ayı başlarında müdür Kerim Gürerk’e bir atama öneren ve müdür Gürerk’in “alamam, bize uygun değil” yanıtını alan Rektör Sayın Hotar, “ya istifa et ya da seni görevden alıyorum” demiş!
İddialara göre Konservatuvar Müdürü Kerim Gürerk te, “Dokuz Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Müdürlüğü”nden istifa etmiş.
Ve şimdi aylardır bu makam, vekil müdür tarafından idare edilmektedir.
Mesleğinizi ifa ederken mesleğinizi sulandırmak nedir? Sizin kullanılıp sonra atılmanıza engel değil ki! Aksine bu fiiliyatın önünü açıyor!
Ülkemizde benzerlerini başka konservatuvarlarda, sanat kurumlarımızda çok sık görebileceğimiz ya da tanık olabileceğimiz, iddialar üzerinden anlattığım yukarıdaki öykü, ciddi ve özerk çok sağlam çağdaş yapıya sahip olması gereken konservatuvarları olumsuz yönde etkilemiştir.
1980 askeri darbesinin ürünü olan “YÖK” çatısı altına alınan konservatuvarların özerk yapılarının ortadan kaldırılması sonucu, her türlü siyasi ve idari müdahaleye açık hale gelmiş olması, konservatuvarların özerk ve çağdaş sanat disiplini ile inşa edilmesi gereken yapılarını, yozlaştırmıştır.
“DOB” genel müdürü Murat Karahan’ın “Zeki Müren Konserleri” skandal olayının son gelişmelerine hemen herkes tanıktır. “Antalya Devlet Opera ve Balesi” sanatçılarına pandemi ortamında dayatma yaparak gerçekleştirilmek istenen ve gerçekleştirilen “Hierapolis” çekimlerinin yankıları hala devam etmektedir.
Bu konudaki görüşümü de “DOB Genel Müdürü Murat Karahan’ın ‘Zeki Müren Şarkıları Projesi’ tam bir skandaldır. Operayı halka sevdireceğiz diye, operayı gazinoya çevirdiler. Tüm bu olanlar Türkiye’nin müzik tarihine kara bir leke olarak yazılmıştır!” şeklinde gazetemizin ilan panosunda belirtmiştim!
Yıllardır müzik öğretmeni yetiştiren müzik eğitimi bölümleri, konservatuvarlar ile opera ve klasik müzik sahnelerimizi etkisi altına alan bu popüler fırtına şiddetini artırarak devam etmektedir. Ve bu fırtına, yüksek sanat disiplini ve çağdaşlık adına ne varsa önüne katıp götürmektedir. Bu gidişat çok tehlikeli bir gidişat olup yüksek sanat disiplinini önce dejenere edip sonra yozlaştırıp yok etmektedir.
Düşünün bir kere, ülkemizin en özgürlükçü kenti olarak düşündüğümüz İzmir, Mustafa Keser dinlemektedir. Dahası çağdaş klasik müziğin, bir zamanlar önemli yayıncısı olan “TRT Radyo ve ekranları” Mustafa Keser kültürüne tahsis edilmiş durumdadır.
Ve tekrar ediyorum İzmirli, Mustafa Keser dinlemekten de hiç şikayetçi değildir.
Sanayileşmiş batıdan çıkan, klasik kapitalist düşüncenin makyajlanmış bir reprodüksiyonu olan ve “yeni özgürlükçülük” maskesiyle coğrafyamızı etkisi altına alan neo liberal yapılanmanın desteklediği; Türk sermayesinin en militan sınıfı islamcı kadrosu, Atatürk’ün 1923’de kurduğu “Laik Türkiye Cumhuriyeti”nin laik sanat yapısıyla hesaplaşmasında elini biraz daha yükselterek dozunu arttırmıştır.
“DOB” Genel Müdürü Murat Karahan’ın “Pamukkale Hierapolis”te “TRT1 TV” için çekimini yaptırmak istediği ya da yaptığı “Zeki Müren Şarkıları Konseri”, bu elin masadaki rest çekişinin son halkasıdır.
Atatürk’ün 27 Aralık 1919’da ayak bastığı gün, bozkırın ortasında kendi halinde bir kasaba olan Ankara’nın bağrında kurulan “TBMM” ile yedi düvele karşı verilen bir kurtuluş hareketinin ardından başkent olmasıyla birlikte; yeni kurulan ülkede bir yol ayrımında olan Mustafa Kemal Atatürk ve düşün arkadaşları şu iki yoldan birini tercih edecektiler: Ya doğulu din esasına dayalı şer’i yönetim biçimi, ya da batılı çağdaş laik sistem. İşte burada Atatürk ve arkadaşları batılı çağdaş yönetim biçimini seçtiler.
1926 yılında yetiştirme yurdunda kalan gençler tarafından İstanbul Sarayburnu’nda verilen “Türk Müziği Konseri”nde konserin vehameti karşısında sinirlenen Atatürk “Gidelim, bu musıki bizim heyecanımızı ifade etmekten uzaktır” sözünü söylediği sıralarda Ankara’nın Cebeci yollarında başlıyordu “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”nin çağdaş müzik devrimi hareketi.
Cebeci’nin o tozlu topraklı çamurlu yollarında yetişen koca bir kuşak, çağdaş sanat ve müzik devriminin tüm ülkeye yayılması konusunda çok önemli misyonerler oluyordular.
Osmanlı Devleti’nden devralınan külterel miras, tıpkı devralınan diğer kurumlar gibi hem geri kalmış hem yozlaşmıştı. O nedenle yine Osmanlı’dan devralınan ve saray müziği olarak adlandırılan tek sesli müzik türü de aynı niteliği taşımaktaydı. Nota yazmayı ve nota deşifre etmeyi cinnet geçirme noktasında reddeden, asla değişmeyen bir yozlaşmanın ürünüydüler. Kısaca geri kalmıştılar. Saray müziği seçkinlerin, halk müziği ise Anadolu coğrafyasında yaşan fakir halkın müziğiydi.
İşte bu geri kalmışlığın içinde yer alan ve adına bugün “Türk Sanat Müziği” denilen müzik, Osmanlı Devleti’ni oluşturan her kültürden tarih boyunca etkilenerek Anadolu coğrafyasının ya da modern anlamda ulusal kimliğin esasını teşkil etmekten uzak olduğu için ulusal çok sesli müziğe kaynak olması beklenemezdi. Ulusal çoksesli müziğimize kaynaklık eden müzik ancak “Geleneksel Halk Müziği”dir. Çünkü bu müzik türü ana kaynaktır.
Atatürk’ün hayali ve ideali olan müzik türü, Osmanlı’dan miras kalan ve adına “Türk Sanat Müziği” denilen müzik de olamazdı. Çünkü çoksesliliğe evrilmemiş ve geri kalmıştır. Tabii bunda asıl neden coğrafyayı oluşturan halk kültürlerinin bütünüyle geri kalmış ve tarihsel gelişim sürecine ayak uyduramadığından yozlaşmış olmasındandır. İşte bu diğer nedenle “Türk Sanat Müziği” çoksesliliğe kaynaklık edemez.
Atatürk’ün hayali ve ideali olan “Çağdaş Türk Müziği” yukarıda yazdığım tüm olumsuzluğu aşmış “Çoksesli Çağdaş Müzik”tir.
Peki nedir bu “Çoksesli Çağdaş Müzik?” Bu müziğin kriteri nedir?
Yukarıda paragraflar halinde sıraladığım tüm olumsuzlukları aşmak için Atatürk ve düşün arkadaşları coğrafyamızın kuzeyindeki ve batısındaki tarihsel gelişmelerden etkilenmişlerdir. Rus devriminin sanat anlayışı, batıda ortalama üç yüz yıldır süre gelen çoksesli çağdaş müzik çalışmaları laik cumhuriyetin müzik devriminin eksenine oturmuş ve yönlendirmiştir.
Ancak günümüzde geldiğimiz süreç şunu göstermektedir: “Türk Sağı” Osmanlı’yı ecdat kabul ettiğinden onun geri kalmış ve yozlaşmış hemen tüm kurumlarını kendine örnek almış, ancak aynen yaşatma yolunu tutarak zamana göre rehabilite etmek girişiminde bulunmamıştır. İşte müzik sanatı da böyle bir yerdedir “Türk Sağı”nın elinde.
O nedenle bu rehabilitasyon sürecinde inişli çıkışlı tartışmalar yaşayan Osmanlı mirası “Türk Sanat Müziği” diye adlandırılan teksesli saray müziği, “Türk Sağı”nın elinde rehabilite edilmesi gereken bir sanat dalı olamazken, laik müzik devrimine karşı devrim için güçlü bir siyasi ve ideolojik simge halini almıştır.
İşte bugün yaşanan da budur!
Konservatuvar öğrencilerine, opera orkestralarına ayranın suyunun suyu misali aranje edilmiş “Türk Sanat Müziği” şarkıları çaldırtmak, çoksesliliği değil aslında çok sazlılığı ifade etmek; rehabilite edilememiş ve asla öğretici olmayan geri kalmış bir müzik türünü geniş orkestralarda seslendirerek zaman öldürmektir.
Sahnelere doldurulan onca orkestra elemanıyla çok sazlı konserlerini icra ederken şefe de gerek yok. O şeflerin, tel sarar, yufka açar, yün eğirir gibi hareketler içeren baget sallamaları anlamsız zaten.
Kaldırın şefleri o zaman!
Her türlü sazı barındıran o kalabalık orkestraları el kadar orkestra çukurlarına yerleştiremeyeceğinize göre, orkestraları da kaldırın.
Bugün gelinmek istenen nokta da bu değil mi!?
https://www.mavi-nota.com sitesinden alınmıştır. - 20.05.2020, Çarşamba