01.12.1989 / Yüksel Koptagel - Cemal Reşit Rey Konser Salonu
“İstanbul Belediyesi Konser Salonu”na Cemal Reşit Rey’in adının verilmesi çok yerinde bir olaydı. “Türk Beşleri”nden kiminin hocası, hepsinin öncüsüydü. Avrupa’da eserleri ilk seslendirilen, ilk basılan bestecimizdi. Ama Cemal Reşit herşey bir yana biz İstanbullular için ayrı bir anlam taşırdı: O, bir İstanbul bestecisiydi, “Fatih”iyle, “Enstantane”leriyle… İstanbul’u en güzel bir şekilde çizmiş, bunu yıllar önce dünyaya yaymıştı eserleri seslendirilirken, basılırken. Cemal Reşit İstanbul’da 2-3 kuşak bir müzik dinleyicisi oluşturdu. “Filarmoni Derneği”ni kurdu, dünyanın en ünlü solistleri geldi, biz onları tanıdık, onlar bizi tanıdılar, hatta giderken yanlarında tatlı anılarıyla birlikte birçok Türk yapıtını da götürdüler. 23 yaşında tüyü bitmemiş bir gençti “Dar-ül Elhan”a öğretmen geldiğinde. Modern anlamda “İstanbul Belediye Konservatuvarı”nı, “İstanbul Belediye Şehir Orkestrası”nı kurdu. Bir yandan öğrenciler yetiştirdi, bir yandan bunları orkestrasına aldı, orada batı dağarlı, batı teknikli bir sanat kurumu oluşturdu… Bugün “İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası” bu çekirdeğin filizi, dalları, budaklarıdır… İçinde hala Cemal Bey’in elemanlarını görürüz. Kimi iskemlelerde O’nun elemanlarının evlatları, babalarının yerini almış, kimi hatta çoğunluğu da O’nun öğrencilerinin talebeleridir… Orkestranın başındaki müdür de O’nun minicikken bulup çıkardığı, O’nun “rahle-i tedrisi”nden geçmiş değerli bir sanatçıdır. “El hasıl”, Cemal Bey daha ölmedi, yaşıyor bu yaşayanlarla orkestranın içinde, onları dinlerken bir bir görüyoruz bunu.
Cemal Bey’in en eski öğrencileri, 1923’lerde tüyü bitmemiş parlak bir filiz gibi Paris’ten “Dar-ül Elhan”a gelişinde O’nun talebeleri olan kuşak, O’na karşı hepimizden daha fazla bir vefa örneği göstererek adının bir sokağa verilmesi için nicedir çaba içindeydiler. İmzalar, dilekçeler toplanıyor, isim verilecek sokak düşünülüyordu. Osmanbey’de, yaşadığı konak; “Şair Nigar.”
“Şair Nigar Sokağı”, Cemal Bey’in “Cemal Bey” olduğu, yaşadığı yer. Eserlerini yazdığı mor salkımlı konak, Cortot’ları, Thibaud’ları ağırladığı, operetlerinin provalarını yaptığı salonlar…
Çam ağaçlı bahçeleri olan bir dizi “Kaptan Paşa”nın evleri… Bunların yerinde yeller esiyor. O sokak yirmili otuzlu kırklı yıllarda sakin, selim, soylu bir dünyaydı… “Dahiliye Nazırı” Ahmet Reşit Bey’in (Cemal Reşit’in babası) evi kimi akraba komşu konaklarla sarılmış, çevrelenmişti.
Avlonyalı Ferit Paşalar, Memduh Şevket Esendal’lar, Dr. Şakir Ahmet’ler, Koptagel Osman Paşalar, Çerkez Rıza Paşalar, bir yanda Sadrazam Sait Paşa’nın Suphiye Hanfendi (Cemal Bey’in akrabaları), Prof. Sedat Hakkı Eldem’in babası İsmail Hakkı Bey ve yanında damadı Fethi Okyar’ın köşkleri, Saadettin Ferit Beyler… Bunların hepsi gitti kayboldu. Günümüzde artık her sokak genişlerken, bu sokak evlerin önündeki bahçeler aç gözlülükle yeni yapılan binalara eklendikçe daraldı, daraldı… düttürü bir koridor oldu. Panayırlardaki korku tünellerine döndü. Sağlı sollu konfeksiyon atölyeleri, ilikçiler, overlokçular, düğmeciler… Sultanhamam’la Balo sokağı karışımı bir görünüme girdi.
Buraya “Cemal Reşit Rey” demişsin ne yazar?
(Son yıllarında O’nu gezdirmek için dolaşırken o sokaktan geçmeği red etmişti!)
Kaldı son yıllarını geçirdiği “Serencebey”: Oraya Cemal Bey’in gidişi bir dramın, tragedyanın son perdesinin son sahnesiydi. Oyunun tüm oyuncuları bir bir gitmiş, Ekselans Ahmet Reşit Bey, bir kontrşan ile daima varlığı ağır basan anne, Avrupa ile Asya kültürünün bir sentezi kız kardeşler ve özellikle hepsine etkin, büyük bir şahsiyet, çevresinin deha ve ilham monitörü Ekrem Reşit Rey…
Bunların kısa aralıklarla ardarda göçmesi, konağın çökmesi (satılması) ve Cemal Reşit’in kolu kanadı kırık, şaşkın, mutsuz, yapayalnız “Serencebey”e tırmanışı, bir “Çaykovski Pathetique”in son notalarıyla “Serencebey” Cemal Bey’in sonunun başlangıcı oldu. Orada her gün, sonuna özlemle günleri sayarak geçirdi.
Yazmamağa kararlıydı. Dostları zorla bir iki şey yazdırdılar. Ama “Serencebey” Cemal Bey’in yaşadığı bir sokak değil, “ölümünün antişambr”ı oldu. Karşı camiden imamı dinlerken, sokak çocuklarıyla, aktarla bakkalla, pazardan dönen fakir fukarayla sohbet ederken “Serencebey” ismi O’na öyle asil, öyle eski ve tarihi geliyordu ki… Yokuşun tepesinde geçmişin soylularını düşlüyor, öyle yaşıyordu. Artık komşuları Rıza Paşalar, Avlonyalı Ferit Paşalar, Sait Paşalar değildi, ama yukarılarda… yukarılarda Gazi Osman Paşa’nın konağında Sultan Hamid’in oğlu Selim Efendi’nin annesi Kadın Efendi, Kabasakal Mehmet Paşa’nın konağı, Küçük Tahir Paşa ve sonra Üsküdar mutasarrıfının konağı, beyaz büyük konakta Büyük Tahir Paşa, onun karşısında Matbah Müdürü Mazhar bey vardı. Yerine apartman dikilinceye kadar, komşusu Orhan Günşiray’ın çay bahçesine akşam çayını içmeğe gitti, ilk bir iki yıl… Bazen misafirlerini de burada ağırlıyordu. Beşiktaş halkının “Çırağan” üzerinden “Boğaz”ı seyrederek çay içtiği bu bahçe, O’nun için daima “Osman Ferit Paşa’nın Konağının Bahçesi” olarak kaldı… Bazı dakikalar yine çocuksu düşler içinde kalıyordu… Öyle ki zorlamayla yazdığı 1-2 eserine “Serencebey”… ilave ederek tarihini attı. Bu O’nun yaşarken, Nişantaşı’nda “Şair Nigar”da hiç yapmadığı bir şeydi.
“Serencebey”e de Cemal Reşit’in ismi verilemezdi. Orada O yaşamamıştı ki, en kötü günlerinde geri saymıştı.
Nihayet Cemal Reşit Rey ismine uygun bir yer bulundu ve 30 Ekim 1989 tarihinde kapısına bir plaket çakılarak, “İstanbul Belediye Konser Salonu”na “Cemal Reşit Rey” ismi verildi.
Bu vesileyle “İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası” bir konser verdi; bu orkestra Cemal bey’in haniyse kendi orkestrası, kimi öğrencileri, kimi öğrencilerinin çocukları, kimi öğrencilerinin öğrencisi, müdürü bile küçücük yaşta Cemal Bey’in seçip yetiştirdiği, sevdiği sanatçılardan, O’nun öğrencisi olmuş, O’nun orkestrasında çalmış, O’nun tarafından teşvik edilmiş, küçük yaşında “Filarmoni Derneği”ne takdim edilmiş. Mavi üniformasıyla ve kornosuyla minicik pembe yanaklı küçük Yusuf “Saray Sineması”nda, “Filarmoni Konserleri”nde Cemal Bey’in bagetinde en ünlü solistlere Thibaut’lara, Samson François’lara eşlik eden orkestrada… Ne mutlu bu orkestraya ki hocalarının ismi verilen salonda ilk konseri veriyor.
Bir yere bir adamın ismi verilirken kahramansa O’nun kahramanlıkları sayılıp dökülür, şairse şiirleri okunur, görsel sanatlara bağlı ise eserleri sergilenir, besteciyse eserleri seslendirilir… yorumcuysa seslendirmeği sevdiği şeyler çalınır. Kapıya plaket çakılması Cemal Reşit’e konulan son taş olduğuna göre de “İDSO”nun bunu en iyi şekilde değerlendirip, O’nun eserlerinden örnekler vermesi beklenmekteydi.
“Salon Genel Müzik Yönetmeni” Filiz Ali, konserin önemini ve besteci Cemal Reşit’in kişiliğini, yapıtlarını, değerini anlatan güzel bir konuşma yaptı. Filiz Ali, “Ankara Konservatuvarı”ndan yetişmiş, Ankaralı bestecilerin öğrencisi olmasına karşın Cemal Reşit Rey’in “İstanbul Konservatuvarı”na, “Belediyesi”ne, “Orkestrası”na, İstanbul müzik dinleyicisine ve Türk müziğine yaptığı hizmetleri, olumlu etkinliklerini saydı döktü. O’nun konuşması gecenin Cemal Reşit’li tek anları oldu… Çünkü ardından orkestra müdürü ortaya çıkıp “Notalar gelmedi de hazırlayamadık!” dedikten sonra konser programının gerçek birkaç saniyesini tutan “Enstantaneler”den bir enstantane seslendirildi. Halbuki “Enstantaneler” programda Cemal reşit’e ait olan tek eserdi, birbirine bağlı olarak çalınan bir kaç dakikalık “İstanbul Manzaraları”; bunun içinden biri koparılıp çıkarılmış, nerede başlayıp nerede bittiği bilinmeyen birkaç mezür çalınıverdi.
Keşke bunu da hiç yapmasaydınız, zahmet ettiniz. Eserin tümü bir espri, bir nefeste biter. İçinden parça çıkarmakla “Alkazar” filimlerine benzedi, sonu taşı belli olmadı. Bir heykeltraşın yapıtını göstermek üzere heykelin bir yanını koparıp getirmeğe benzedi!
Ey “İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası”, siz Prof. Sözen’den de, Filiz Ali’den de daha yakındınız Cemal Reşit Rey’e, hepinizde O’nun dolaylı veya dolaysız hakkı vardı. Bir yanda böyle bir eseri parçalayabilmek cesaretiyle ne kadar müzik kültüründen yoksun olduğunuzu ispatlarken Hoca’ya karşı da çok ayıp ettiniz, çok yazık ettiniz.
Bir besteci onuruna verilen konserde çağdaşı diğer bir Türk bestecisini sokuşturmakla, her ikisine karşı, dünya terbiye kurallarını delen eşsiz bir saygısızlık yaptınız! Halbuki, böyle bir fırsat elinize geçmişken Cemal Reşit’in her kula nasip olmayacak Suna Kan’a ithaf ettiği bir eserini, sizin oturup kalkıp çaldığınız - hem de kentinizin simgesi “Fatih”ini düşünebilmeliydiniz…
“Ankara Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası”nın notayı kapatıp ayakta bis olarak Ulvi Cemal Erkin “Köçekçeler”le yurt içi ve yurt dışında çaldığını, “Viyana Senfoni”nin “Strauss”larla bis yaptığını biliyor muydunuz? Cemal Bey’in hiç çaldırmadığı kolossal bir eseri “Mussorgsky - Ravel” gümbürdetmenin anlamı neydi? Bu adamın hiç eseri olmasa, yalnız bir şef, bir hoca olsa bile, hiç olmazsa O’nun sık yönettiği, sevdiği şeyleri çalabilirdiniz. Bir Franck senfoni zor gelirse, “Farandol”uyla bir Bizet “Arlesiénne” veya Fauré “Pelleas” yahut O’nun hatırasıyla salonu dolduranlara gözlerini yaşartacak bir “Pavane pour une infante defunte”…
Gönül isterdi ki bu mükemmel donatımlı, nefis akustikli konser salonunda sizin sahnedeki sesinizin kayıdı yanısıra, fuayedeki köşelere yerleşmiş mikrofonlarla sizi dinleyenlerin, İstanbul’un o gece hakkınızda düşündükleri, hakkınızda konuştukları da kaydedilebilmiş olsun ve bunu siz arşivinizde o akşamki başarınız olarak saklayabilesiniz…
Hocayı mezarında döndürdünüz!
_______________________________
Aylık olarak yayınlanan “Orkestra Müzik Dergisi”nin 20. Yıl, 196. sayı ile Aralık 1989 tarihinde basılan sayısının 20-26. sayfalarından alınmıştır.