09.06.2005 / Kemal Rastgeldi - Sesin Söze Dönüşmesi

     Bundan önceki iki yazımda sesi farklı yönleriyle ve daha çok gürültü ve müzik olarak irdelemeye çalıştım.

     Kısa bir özet gerekirse denilebilir ki:

     1. Üretmek çok kolay ise de, sesi işleyip şekillendirerek ona sanatsal değer kazandırmak pek de kolay olmayıp yetenek, yaratıcılık ve bazen de çok zaman ve emek gerektirmektedir.

     2. Müzik şekline getirilen ses, eğitim ve kültür düzeyine, zevk anlayışına göre insanları çok farklı şekillerde etkiler, zıt duygular uyandırabilir, bazen mutluluk yerine rahatsızlık, hatta bunalım kaynağı olabilir.

     Şimdi bu yazımda sesi iletişim, yani konuşma aracı olarak irdelemeye çalışacağım. Neredeyse bütün canlılar sesi basit veya karmaşık şekillerde ve genellikle iletişim için kullanmaktadır. Bazı canlı türleri, örneğin penguenler, ancak ses yardımıyla binlerce yavru arasından kendisine ait olanı bulup besleyebilmektedir. Eş bulmak gibi diğer bir yaşamsal etkinlik de bazen sesle, ötmekle bağlantılıdır. Zeka düzeyine göre, çok daha karmaşık duyguların da hayvanlar aleminde sesle ifade edildiğini biliyoruz.

     On binlerce yıl önce, atalarımız sesi söze dönüştürdüklerinde, insanlaşma yolunda ilk adımlarını atmış oldular. Somut ve soyut olgular üzerinde düşünmek ve bunları sözle ifade edebilmek en belirgin insani özelliğimiz olduğuna göre, “insanlaşma” konuşmayla başladı diyebiliriz. Bu kadar çok farklı dillerin bulunmasını, insanoğlunun dünya üzerindeki gelişmesi, insanlaşma serüveni, evrim süreci hakkında gerçekçi bir ipucu olarak değerlendirebiliriz. Varoluşumuzu Adem ile Havva efsanesiyle açıklama kolaycılığı, bu bakımdan da gelişmiş, bilimselleşmiş toplumlarda inandırıcılığını kaybetmiştir. Homo Sapiens türünden atalarımız “insanlaşmadan”, yani konuşmaya başlamadan önce dünya üzerine yayıldı ve her toplum kendi coğrafyasının sınırları içinde, diğerlerinden bağımsız olarak konuşma yeteneğini, kendi dilini geliştirdi.

     Toplu şekilde yaşayan bütün diğer canlı türlerinde olduğu gibi, bir aradaki ilkel kavimler de önceleri sırf pazu gücüne dayanan bir saygınlık hiyerarşisi geliştirdiler. Konuşmanın gelişmesiyle, dil gücü gittikçe daha etkili ve belirleyici oldu. İyi konuşan, inandırıcı olabilen, önem ve üstünlük kazanmaya, diğerlerini yönlendirmeye başladı. Özellikle de gizemli doğaüstü güçlerle ilgili söylemler üreten, onlarla iletişim kurduğunu ileri sürüp çevresindekileri inandıran açıkgözler, hiyerarşinin en üst noktalarına yükseldiler. Zamanla ruh kavramını da icat ettiklerinde, ruhbanların öncüleri egemenliklerini iyice pekiştirdiler ve neredeyse sınırsız bir güce sahip oldular. İnsanoğlunun rüya görme özelliği, ruhun kabullenilmesini ve ona inanmanın yaygınlaşmasını kolaylaştırdı. Zekası geliştikçe insan, doğadaki konumunu, deprem, sel, fırtına, hastalık, ölüm gibi afetler karşısındaki çaresizliğini daha iyi anlamaya başladı. Diğer canlılardan farklı olarak, ölüm gerçeğinin bilincine vardı, fakat ölmeyi kabullenemediği için kaçamak yolları bulmaya çalıştı. Burada da “ruh” (rüyaların da desteğiyle) bir “kurtarıcı” olarak imdada yetişti.

     Sabah kalkıp ta gece uykudayken, nasıl değişik şekillere girdiğine, olmayacak yerlerde (aralarında ölmüşlerin de bulunduğu) olmayacak kimselerle karşılaşmasına bir anlam veremeyince, izah yolunu, çareyi insan, ruh kavramını kabullenmekte buldu. Diğer bütün canlılar öldüğünde ölmüş kabul edildiği halde, insanoğlu ruh sayesinde böylece artık ölmüyordu. Onun için, ruhtan hem çok korktu, hem de ölümsüzlüğün tek ve rakipsiz anahtarı gibi görerek çok sevdi ve dört elle sarıldı. Zamanla, örneğin cin, şeytan, melek, v.s. şekillerine sokulan ruh için mabetler kurulup törenler düzenlendi, çocuklara, genç kızlara varıncaya kadar değişik türden kurbanlar sunuldu. Ruhla, maddenin sınırlılığı, sınırları artık aşılmıştı. Bu dünyayla yetinilmeyip, bilinmeyen alem lerde ruhlar için cehennem ve cennetler kuruldu. Çöl bedevilerinin aklını çelip en çok çileden çıkaran o muhteşem huri kızlarıyla, leziz meyve ağaçlarıyla, kevser, süt, şarap ırmaklarıyla cennet donatıldı. En büyük ruhun gücü ve kerametleri için öylesine bir sınırsızlık ortaya konuldu ki, onun bir tek kelimeyi telaffuz etmesi, tüm evrenin oluşmasına yetiyordu. Söze dönüşen sesin akıl almaz gücü, evrenin oluşmasını sağladığına inanılan “Ol” kelimesiyle doruğa ulaştırılmıştır:

     - Gökleri ve yeri örneksiz olarak yaratan O’dur. Bir işe hükmettiği zaman ona sadece “Ol” der; O da hemen oluverir. (Bakara – 117)

     Aynı inanışa göre, insanın varoluşunu sağlayan üç unsurdan birincisi, yani balçık (çamur) artık hazırdır. Gerisi, bu hammaddenin gizemli ellerle insan bedeni şekline çevrilmesinden ve nihayet canlanması için gereken ruhun ona üflenmesinden ibarettir. Diğer canlıların da aynı hammaddeden üretilmiş olması gerektiğini düşünürsek, evrim kuramında belirtilen maymun benzeri yaratıklarla akrabalığımızı aşağılayıcı bulanların, tüm canlıların balçık kökenli oluşundan kaynaklanan ailevi bağ nedeniyle, yalnız maymuna değil, bütün hayvanlara karşı daha sevecen ve hoşgörülü olmaları gerekir. Akıl erdiremediklerini, ruhun sınırsız becerileriyle açıklamaktan başka çare bulamayan antik dönemin bilinçsiz insanı, oluşum sürecini “ol” sözcüğünün telaffuz süresine indirmiş, (dağlarıyla, denizleriyle) dünyanın yaratılışını ise altı güne sığdırabilmiştir. (Yedincisi ise artık O’nun dinlenme günüdür.) Oysa uzayın derinliklerini gözetleyen modern teleskoplar, maddenin yaşını ölçebilen alet ve yöntemler sayesinde bilim adamları, oluşum sürecinin milyarlarca yıl sürdüğünü ve henüz tamamlanmış olmayıp evrenin hala değiştiğini, genişlediğini kanıtlamaktalar.

     Yukarda sözü edilen ayet, islam alemine müthiş bir zihinsel rehavet, gevşeme sağlamıştır. O tılsımlı “ol” sözcüğü, eleştirel akla, mantığa, insani araştırmalara, müspet ilimlere yönelten merak dürtüsüne karşı “öl” emri anlamına gelmiştir. Batıda hırıstiyanlığın karanlık dönemini kapatıp, bilimsel araştırmalarıyla insanlık alemini aydınlık bir geleceğe yönlendirecek şekilde kilise yasaklarını delmeye başlayan Kopernik, Galileo, G. Bruno gibi “günahkarlar” sayesinde uzayın, güneşin, yıldızların, dünyanın gizemi, çözülme aşamasına girmiştir. Daha sonra Darwin, canlıların oluşmasını ve gelişmesini bilimsel şekilde ve mantık kurallarıyla açıklama yönündeki araştırma sonuçlarını yayınladığında, kilisenin saldırılarına uğramıştır. Bugün bile O’nun arkeoloji, antropoloji, biyoloji, v.s. desteğiyle ve fosiller yardımıyla gittikçe güçlenen bulgularını çürütmek amacıyla, örneğin Amerika’da, milyonlarca inanç-eksenli kitap basılıp ücretsiz dağıtılmaktadır.

     Bilim, sanat yolunda doğru şekilde kullanıldığında, akıl, başımızın tacı olduğu halde, şarlatanların, çenebazların, fanatik dincilerin elinde dil, insanlığın başındaki en büyük bela olabilmektedir. Demagoji ustalarının yönlendirmesiyle o dil, insanlara her türlü çılgınlığı yaptırabilir. Canlı bombalar, Madımak yangınları, bedeninden cin çıkarmak için dövülürken ölen çocuklar, 11 Eylül ve diğer cihat saldırıları, dilin şartlandırmasıyla sağlanan “marifetlerden” sadece birkaç örnektir. Bu şartlandırmanın en yoğun şekilde yapıldığı ortam da genelde kuran kurslarıdır. Kaçak olsun veya olmasın, bu kurslardan, eylemini ve adını bildiğimiz bir yığın terörist veya hoşgörüden, insan sevgisinden yoksun, katı yürekli yobaz yetiştiği halde, gerçek bilim adamının da çıkabildiğini nedense pek duymayız.

     İnsanlığın geçmişini taş devri, tunç devri veya tarım devrimi, sanayi devrimi gibi dilimlere ayırmak, tarihteki olaylara bakışımızı kolaylaştırmıştır. İnsanın zihinsel gelişmesini esas alan farklı bir yöntem önermenin yararlı olabileceği düşüncesindeyim. Buna göre:

     1. Pazu gücü dönemi. (Buna “insanlaşma” öncesi dönem de diyebiliriz.)

     2. Dil gücünün egemenlik dönemi. (Buna, ruhların egemenlik dönemi de diyebiliriz, ki insanlığın büyük çoğunluğu hala bunu yaşamaktadır.)

     3. Sorgulayan, araştıran eleştirel beynin, özgür düşünebilen aklın egemenlik dönemi.

     Batı uygarlığının sadece bir bölümü, aydınlanma ve rönesans hareketleriyle, “inanç” yerine “bilim” toplumlarına dönüşerek, bu son dönemi yaşamaya başlamıştır. Türkiye dışında, islam aleminin henüz bu aşamaya ulaştığı pek söylenemez. Atatürk’ün öncülüğündeki devrimler, bir geçiş dönemi başlatmış ise de, günümüz, bir geriye dönüşe tanıklık etmektedir. Beyin gücü yerine dil gücünün egemenliğini, başta siyaset ve eğitim olmak üzere, birçok alanda görmekteyiz. Ruhların desteğini de yanlarına alarak, daha doğrusu öne çıkararak, dinsel eğitimden elde ettikleri hitabet (yani çene) gücüyle, demagoji ustaları, devletin zirvesine çıkabilmişlerdir. Dil, aklı yenip şimdilik mat etmiş ve tarihin akışını ülkemizde tersine çevirebilmiştir. Bu başarıyı elde edenler, sıkışınca sığınabilecekleri, bilimsel tını taşıyan ve müspet ilimlerin sunduğu verileri, kanıtları çürütmek için kullanılan bir sihirli sözcük icat etmişlerdir: Metafizik, olmayanları varmış gibi kabul ettirmekte sıkça kullanılan bir kavramdır. Dünyada her konuda herkesle tartışabilir ve sonuç alırsınız, fakat özgür düşünme yeteneğini yitirmiş şeriatçılarla asla bir çözüme varamazsınız. Metafiziğin de desteğiyle, onların bildiği mutlak, değişmez ve ilahi doğrulardır. Her türlü saçmalığa, sakıncalı, hatta tehlikeli zihniyet ve davranışa karşı “inanca saygılı olmalıyız” tarzında tutum sergileyen sözde aydınlarımızın ilgisizliği, aymazlığı, hatta korkaklığı bugün içinde bulunduğumuz durumun sorumlusudur ve (Ordu ile Çankaya dışında) gaflet, ne yazık ki (başta medya) birçok kesimde süregitmektedir.

     09.06.2005, Mersin




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5764278
Online Ziyaretçi Sayısı:15
Bugünlük Ziyaret :1570

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.