04.01.2009 / Ceyhun Balcı - Nü (!)


     "
Ben böyle sanatın içine tükürürüm."  (Ankara)

     "Ancak sergideki bazı nü tabloların üzerlerinin tülbentlerle örtülmesi dikkat çekti."(Gaziantep)

     "Şehnaz Aykaç'ın Yeminli Mali Müşavirler Odası Sanat Galerisi'nde açtığı ve 54 eserin bulunduğu 'Yaşamdan Boyutlar' sergisinde bulunan 25 nü tablo 'ahlaka uygun olmadığı' gerekçesiyle kaldırıldı." (İstanbul)

     "Sanat"a yaklaşıma ilişkin üç örnek!

     Farklı tonlarda üç tepki, aşağılama, sansürleme ve yasaklama!

     Tümüyle bireylere ilişkin tepkilerin öznelliğinden de kuşku duyulamaz! Günün birinde, ortam da uygunsa eğer birilerinin bu türden tabloları yapanları "günahkar" olarak nitelemesi kimseyi şaşırtmasın!

     "Laiklik" kavramı basmakalıp tanımlarla belletilip içeriğinden arındırıldıkça, toplumun da böylesi önemli olaylara kayıtısızlığı rastlantı sayılmamalı.

     Oysa, biraz ayrıntılı düşünüldüğüne bu üç olayın önemsenmesi gerektiği anlaşılacaktır.

     "Sanat" aydınlanma sürecinin önemli bileşenlerinden biri olduğuna göre sanat yapıtlarına yönelik bu tavırların aydınlanma değerlerine de yönelmiş olduğu çok açıktır!

     "Laiklik" çoğumuzun bildiği gibi "din işlerinin devlet işlerinden ayrılmasıdır." Yalnızca bu kadar mıdır? Oysa, son zamanlarda öne çıkartılan bir başka vurguyu da anımsamadan geçememek gerekir.

     Buna göre "laik devlet"in tüm inançlara eşit uzaklıkta olduğu söylenip durmaktadır. Bir ölçüde doğrudur. Ama, o laik devlet aynı zamanda özel alanda kalması gereken inanca ilişkin öğelerin kamusal alana taşınması karşısında yansız ve nesnel davranamaz. Hatta, tersine böylesi girişimler, laikliğe inancın aklı, dinin de bilimi sindirmesi olasılığına karşı tetikte olma görevini yükler.

     Bu tanımlar ışığında tablolarda var olduğu savlanan "edep dışılık" gerekçesi ile sergilenen bağnazlık "laiklik" ilkesinin çiğnenemesine özdeş bir durumu yansıtmaktadır.

     Böyle bir gidişin gelecekte yol açması olası felaketleri kestirmek için akademik araştırmalar yapmaya gerek bile olmadığını söylemeye bilmem gerek var mıdır?

     Yeni yılın ilk saatlerinde  gaz sızıntısı nedeniyle yaşamdan kopan gençlerimize yönelen bağnazca yakıştırmalar da, daha birkaç gün önce alkol aldıkları gerekçesi ile saldırıya uğrayan insanlardan birinin ölmesi de belleklerimizdeki canlılığını koruduğuna göre; günümüz Türkiye'sinde akıl ve bilimin inanç ve din bağnazlığından korunmaya muhtaç duruma düşürüldüğünü söylemek abartılı bir saptama olmasa gerektir.

     Bu noktada, seksenbeşinci yaşını kutlayan Cumhuriyet'imizin hızla dalya demeye doğru yol aldığını göz önünde tutarak, bu duruma  gönderme yapmakta yarar var!

     Geçen yüzyılın başında dünyaya örnek olmuş bir ulusal kurtuluş savaşı vererek emperyalizmi yenilgiye uğratan, orada kalmayıp yeni bir ulus-devlet kuran, devrimlerle kulu yurttaşa dönüştüren bir ulusun bireyi olarak bu sorgulamayı yapmayı kaçınılmaz bir görev olarak görüyorum.

     Bugün bizlere uygarlık pazarlayan bir çok Avrupa ülkesine bile yurttaşlık bilgisi dersi veren, bu konunun kitabını da yazmış önder olan Atatürk'ün ülkesine yaraşıyor mu bu yaşananlar diye sormak zorundayız.

     "Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır..."

     Yukarıdaki sözleri söyleme bilgeliğini geçen yüzyılın belki de henüz ortaçağdan kurtulamamış coğrafyasında gösterebilen Atatürk'e "diktatör" yakıştırması yapıldığına sıkça tanıklık eder olduk!

     Aslına bakılırsa, bugün yaşadıklarımız sözcüğün tam anlamıyla yukarıdaki sözlerle bize bıraktığı biricik kalıta ihanetin göstergeleridir.

     Bugün sanatı aşağılayan, sansürleyen ve yasaklayanların yarınlarda neleri yapacağını kestirmek için çokça beklemeye de gerek olmadığını düşünüyorum.

     Ama, ne yazıktır ki; böylesi aydınlanma karşıtı girişimlere karşı durması gerekenlerin yakalandıkları "budalalık sayrılığı"nın da etkisi ile çoğu zaman etkin kimi zaman da edilgen bir yaklaşımla bu bağnazlığa destek verdiklerine tanıklık etmekte olduğumuzu söylemek durumundayız.

     Cumhuriyet'imizin yüzüncü yılında nasıl bir tablo ile karşılaşacağız sorusunun yanıtı ne yazık ki; hiç de iç açıcı değildir. Alabildiğine umutsuz ve karanlık bir tablonun bizleri ve Cumhuriyet'i beklediğini söylemek karamsarlıktan çok gerçekçilik sayılmalıdır.

     Ancak, bu umutsuz ve karanlık tablonun derin bir umarsızlık duygusu yaratması gereğine ve ipin ucunu bırakmamız gereğine de katılmıyorum!

     Hep belleğimde tuttuğum, her fırsatta  anımsadığım bir gerçek umutların yeşermesine, umarların üretilmesine katkıda bulunabilir düşüncesindeyim.

     İşgal İstanbul'unda, hem de azgın mütareke basınının acımasız ve işbirlikçi tutumu ortamında yurdu kurtarma, emperyalisti kovma ve onurlu, başı dik bir ulus yaratma çabaları ile de bildiğimiz Atatürk'ün yapıtını koruma refleksi kalıtçısı olan bizler için yeterince güç kaynağı değil midir?

     Kısacası, çalışmak, çabalamak ve emek harcamak vazgeçilmez bir eylem biçimi olmak zorundadır.

     Eğer, "Cumhuriyet'in 100. Yılı"nda akıl ve bilimin tümüyle tutsak düştüğü, aydınlanma değerlerinin silindiği ve daha da kötüsü ortaçağ değerlerinin yaşama egemen olduğu bir tablo ile karşılaşmak istemiyorsak...

     04.01.2009, Pazar




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5792522
Online Ziyaretçi Sayısı:42
Bugünlük Ziyaret :434

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.