AB'ye Katılım Sürecinde Kültürel Haklar ve Bu Bağlamda Müzikal–Kültürel Kimlik Hakkı


Yrd. Doç. Dr. Sibel PAŞAOĞLU*

       Özet

     Avrupa Birliği tarafından tanınan kültürel haklar çerçevesinde, tüm birey ve etnik toplulukların kültürel kimlik ve kültürel belleğe sahip olma, ayrıca kültürel mirasın korunması ve topluma açık yerlerde sergilenebilmesi hakları hemen dikkat çekmektedir. Bu bağlamda, bireysel ya da toplumsal müzikal–kültürel kimliğin korunması, iletilmesi ve tanıtılması sürecinin, hangi biçimde gerçekleştirileceği merak uyandırmaktadır. Buradan hareketle, Avrupa Birliğinin çok kültürlülüğe gerçekte ne derece sıcak baktığı; sergilenen ılımlı–uyumlu yaklaşımların sadece diplomatik düzeyde ve "kağıt üstünde" kalıp kalmayacağı türünden sorular akla gelmektedir.

     Bu bildiride, aşağıdaki konulara açıklık getirmeğe çalışılmaktadır: "Çok kültürlülüğe açık" Avrupa'da, çeşitli kültürel bilgiler ile donatılarak yetiştirildiği varsayılan ama bir o kadar da ütopik olan "standart" bir Avrupa Birliği vatandaşı şekillendirme yolunda, bireysel ya da toplumsal etnik müzikal–kültürel kimliklerin akıbeti ne olacaktır? Son yıllarda açıkça görülen milliyetçi hatta ırkçı fraksiyonların gölgesindeki Avrupa, pek çok uluslararası platformda savunula geldiği gibi, Birlik'çe ulaşılmak istenen "kültürel mozaik" modeline pratikte ne ölçüde hazırdır? "Bütünleşme" adı altında, müzikal–kültürel kimliklerinin temel bileşeni olan, geleneksel müzikal–kültürel özlerinden belki de şu veya bu şekilde uzaklaştırılacak olan bireyler ya da etnik toplulukların Birlik içerisindeki yeri ne olacaktır? Zamanla farklı etkiler alarak, temeldeki özgünlüğünü büyük ölçüde yitirmiş, fakirleşmiş müzikal–kültürel kimlikleri ile her türlü kültürel asimilasyona açık, adeta “kimliksiz” toplulukların belli kültürel haklara sahip olması ne derece anlam ifade edecektir?

     Kültür, dünya üzerinde varlık göstermiş ve gösteren tüm toplum ve toplulukların sahip olduğu özgün ve örgün değerler bütünüdür denilebilir. Müzik kültürü, her toplumun ya da topluluğun, geçmişten günümüze uzanan maddi ve manevi müzikal-kültürel birikimlerinden oluşmaktadır. Bu birikimlerin geleceğe taşınması, söz konusu kültürün devamını sağlayacak en önemli unsurlardan biridir.

     Müzikal-kültürel özün gelecek kuşaklara aktarımı, aralarında farklılık gösterebilen çeşitli geleneksel yollarla gerçekleştirilmektedir. Burada tercih edilen yol ya da yöntem, kültürel miras aktarımında bulunan toplum ya da topluluğun kendine özgü geleneksel–kültürel örgüsü, sosyo–kültürel kimliği tarafından belirlenmekte ve şekillendirilmektedir.

     Müzikal-kültürel kimlik, söz konusu etnik bileşimin müzik kültürünü biçimlendiren maddi–manevi değerler bütününden oluşan özgün bir dokuya sahiptir. Müzikal-kültürel kimlik her yönü ile yine kendisini şekillendiren kültürden beslenmektedir.

     Müzikal-kültürel kimlik, bireysel ve toplumsal olabilmekte ve insan–zaman–zemin faktörlerine bağlı olarak, belirgin ve bir o kadar da doğal farklılıklar gösterebilmektedir. Bireyin ve dolayısıyla üyesi bulunduğu toplumun sahip oldukları müzikal–kültürel kimlikler, söz konusu müzik kültürünün adeta kodlanmış özünü içermekte ve bu kültürel özden beslenerek zaman içinde çok yönlü gelişim-değişim gösterebilmektedirler.

     Bireysel ve toplumsal hak ve özgürlükler üzerinde önemle durduğu bilinen Avrupa Birliği’nin, kültürel kimlik olgusuna yüklediği rol, Birlikçe, Nice'te (2000) kabul edilen Temel Haklar Şartının ilk satırlarından da açıkça anlaşılabilmektedir:

     "Birlik, üye devletlerin de dayandığı özgürlük, demokrasi, insan hakları ve temel özgürlüklere saygı, hukukun üstünlüğü ilkeleri temelinde kurulmuştur." (Avrupa Birliği Antlaşması'nın 6. maddesinin ilk paragrafı)

     Bu değerlerin korunmasına ve geliştirilmesine katkıda bulunan Birliğin, Avrupa halklarının kültür ve gelenek farklılıklarına, üye devletlerin milli kimliklerine ve üye devlet kamu kurumlarının ulusal, bölgesel ve yerel düzeylerdeki çeşitli örgütlenme biçimlerine saygı gösterir. Birlik, tüm üyeler için dengeli ve sürdürülebilir gelişmeyi desteklemekte; kişilerin, malların, hizmetlerin, sermayenin serbest dolaşımını ve yerleşme özgürlüğünü garanti etmektedir.

     Temel haklar şartının bölümlerine bakıldığında, Üçüncü Bölüm, 20. Maddenin, Yasalar Önünde Eşitlikkonusu üzerinde durduğu görülmektedir. Bu ve takip eden 21. ve 22. Maddeler:

     • 21. Ayrımcılık Yasağı

     • Herhangi bir temele dayalı ayrımcılık (cinsiyet, ırk, etnik veya sosyal köken, genetik özellikler, dil, din veya inanç, siyasi ya da başka bir görüş, ulusal bir azınlığın üyesi olmak, doğum, sakatlık, yaş ya da cinsel tercih) engellenmelidir.

     • Avrupa Topluluklarının kurucu anlaşması ve AB anlaşmaları uygulama kapsamı içinde ve bu anlaşmaların öngördüğü durumlar haricinde milliyete dayalı tüm ayrımcılık engellenmelidir.

     ve

     • 22. Kültürel, Dini ve Dilsel Çeşitlilik

     • Avrupa Birliği kültür, din ve dil farklılıklarına saygı gösterir. gibi konularda odaklanmaktadır.

     Ancak tüm bunlarla birlikte, AB'ye üye ülke vatandaşlarının sahip olmaları beklenen bireysel ya da toplumsal kültürel kimliğin sınırlarını biçimlendirecek olan sosyo–kültürel normların, hangi üye ülke ya da ülkelerin toplumsal "doğruları" ekseninde belirleneceği net olarak ifade edilmemektedir. Bu kültürel kimliğin tüm üye ülkelerde ne derece kabul görmesinin beklendiği yine karanlıkta kalan önemli noktalardandır. Örneğin Alman, Fransız ya da İngiliz (Kıta Avrupa'sı ya da Ada Britanya'sı) kültürel değerleri, tüm diğer üye ülkelere kabul ettirilmeye çalışılacak olsa, Birliğin İspanya, Portekiz, Yunanistan v.b. gibi Akdeniz kültür çevresinde varlık gösteren üyeleri arasında ne derece kabul görebilecektir? Ya da kabul görmelerini beklemek ne derece doğru olacaktır? – gibi sorular yanıtlanmayı beklemektedir.

     Ayrıca, ekonomik ve politik platformda –Birleşik Avrupa Devletleri'ne doğru giderken, sosyo–kültürel boyutta Birleşik Avrupa Kültürü diye bir olgudan söz etmek, ancak iyi niyet temennisi kılıfında bir yanılsamadan ibaret değil midir? Eğer böyleyse, Avrupa Birliği'ne üye ülkeler arasında son yıllarda her alanda yürütülen ve "deneyim kazanmak üzere" ülkemizden üyelerin de davet edildiği, "karma çalışma grupları"nın yürüttükleri çeşitli projelerde, kültürel farklılık temelli yanlış anlaşılmalar ve aksaklıkların önüne nasıl geçilebilir? Kültürler arası iletişim'de temel alınması gereken anlayış yoksunluğundan kaynaklanan bu gibi durumlar günümüz Avrupa Birliği üye ülkeleri arasında bile görülebilirken, ilerde bizim gibi bambaşka kültürel dokulara sahip ülkelerin de katılımıyla daha da yoğun hatta içinden çıkılmaz bir hal almaz mı?

     Bunlar gibi pek çok soru, benzeri şartlarda, kültürel kimliklerin ve dolayısıyla müzikal–kültürel kimliklerin, Avrupa Birliği içerisinde tanınan özgürlükler çerçevesinde dahi olsa, gereken biçimde korunamayacağını; zamanla kültürlenme, kültürleşme hatta kültürel asimilasyon gibi bilinen süreçlerden geçerek, özgün niteliklerinden pek çoğunun yitip kaybolabileceğini akla getirebilmektedir.

     Birlikçe kabul edilen ve yukarıda bazılarına yer verilen kültürel hak ve özgürlüklere ilişkin düzenlemelerin uygulanabilirliği konusuna gelince, kağıt üstünde yazılanlar ile gerçekler ya da günlük hayatta karşılaşılanlar arasında belirgin ayrılıklar gözlenebilmektedir. Avrupalı resmi kaynaklarca "yabancı düşmanlığı" gösterileri olarak tanımlanan, ancak çoğunlukla aşırı ırkçı temelli oldukları bilinen saldırıların sayısı, ne yazık ki gün geçtikçe tırmanmaktadır. Özetle, neo nazizm, Avrupa Birliği devletleri gençliği arasında yaygınlaşmakta ve giderek güç toplamaktadır. Çok kültürlülüğe sözde açık Avrupa ve demokratik bilinç sahibi Avrupalı, her nedense, üyesi bulunduğu kültür dışında, bünyesinde farklı etnik dokular barındıran belli kültürlerin temsilcilerine pek de dostça yaklaşmamaktadır. Kadir Canatan'ın"Avrupa Birliğinde Azınlık Hakları" başlıklı raporunda, yukarıda ifade edilen durumu destekler bilgilere yer verilmektedir.

     "Avrupa Birliği üye ülkelerin halklarının çeşitli konularda düşünce ve tutumlarını ortaya çıkarmak amacıyla yapılan 'Avrupa Barometre Araştırma Anketi'nin sonuçlarına baktığımız zaman, Avrupa toplumlarında ırkçılık ve yabancı düşmanlığı noktasındaki endişelerin haklı olduğunu göstermektedir. 1997 yılında yapılan ölçümlere göre, Avrupa genelinde ırkçı potansiyelin yüzde 33 civarında olduğu saptanmıştır. Başka bir deyişle Avrupa'da hemen hemen her üç insandan biri kendini 'ırkçı' olarak tanımlamaktadır. Ülkeler bazında bakıldığında ırkçı potansiyelin özellikle Belçika, Fransa ve Avusturya'da yoğunlaştığını görüyoruz. Kendini 'tamamen ırkçı' veya 'bayağı ırkçı' olarak tanımlayan insanların oranı Belçika'da yüzde 55, Fransa'da yüzde 48, Avusturya'da ise yüzde 42 civarındadır. Doksanlı yıllarda ırkçı şiddet dalgasının en güçlü olduğu Almanya'da ise ırkçıların oranı yüzde 34 civarındadır. Bu çalışmada İspanya, İrlanda, Portekiz, Lüksemburg ve İsveç ırkçılığın en az olduğu ülkeler olarak çıkmıştır. Bu ülkelerde ırkçı potansiyel yüzde 4’ü geçmemektedir."[1]

     Bu ve benzeri eğilimleri körükleyen çeşitli faktörlerin başında, dinsel kökenli terör saldırılarının ya da giderek zorlaşan piyasa koşullarının etkisiyle baş gösteren işsizlik sorunlarının ve bu tarz sorunların doğurduğu toplumsal bunalımların yattığı ileri sürülebilir. Avrupalı (ve Amerikalı) terörü bu günlerde "Müslümanlık"la ya da bilinçaltlarının posterize ettiği biçimde "A la Bin Ladin" sakal ve sarıkla eşdeğer görebiliyor. {Yani terör, terörist = kan ve gözyaşına sebep olan bombalar, parçalanmış cesetler = Müslümanlar, Müslümanlık = Bin Ladin = Arap / Avrupalı ve / veya Hristiyan olmayan herkes. Dolayısıyla, bu imgelerden herhangi birine az–çok uyuyor gibi görünenler, kuşku hatta kin ve nefret duyulması ve "potansiyel terörist" ya da "uygarlık düşmanı" olarak zarar verilmesi, yok edilmesi gerekenler arasında yer almalıdırlar.}

     Tüm bunlar bir yana, temele inildiğinde, bir parça doğal sayılabilecek tüm bu kültürel çatışmaların yanı sıra, sorunun daha çok ekonomik bir boyut taşıdığı anlaşılmaktadır. Giderek artan bir işsizlik ve tükenmekte olan doğal kaynakların da etkisi ile – ciddi bir üretim sorunuyla karşı karşıya kalan Birleşik Avrupa'nın, gün geçtikçe tırmanan yabancı düşmanlığı ile nasıl başa çıkmayı tasarladığı gerçekten düşündürücüdür.

     Daha da ürkütücü olan ise, bazı Avrupa ülkelerinde faaliyet gösteren irili ufaklı pek çok ırkçı grup ve çetelerin, tıpkı takımlarını destekleyen futbol fanatikleri gibi, toplum tarafından doğal birer oluşummuşçasına desteklenmeleri, hatta belli yerlerde coşkuyla karşılanmalarıdır. Günümüzde, yabancı düşmanlığını körükleyen, ırkçılığı öven ve bunu çeşitli biçimlerde, kullandıkları sembollerden şarkı sözlerine kadar açıkça belli eden bazı müzik gruplarının, Avrupalı genç nüfus arasında yaygın kabul gördükleri bilinmektedir. Üstü örtülü ya da açık nazizm propagandası yapan bu tarz oluşumların, Top Hits listelerinde yer alabildikleri görülmektedir.{Bunlar arasında: White Lightning, Honour Guard (Avustralya), SS1488, Sudfront (Avusturya), Donar's Krieg (Belçika), Aryan, Odin's Law (Kanada), H8 (Hırvatistan), Apartheid, Conflict 88 (Çek Cumhuriyeti), Strike Force (Danimarka), Brutal Attack, Bulldog Breed (İngiltere), Chauves Pourris, Ultime Assault (Fransa), Aryan Blood, Doitsche Patrioten, Jungsturm (Almanya), gibi dünyanın nerdeyse her ülkesinden pek çokları sayılabilir. Ünlü perçemi ve bıyığıyla, Hitler'e benzemesi sağlanan Smiley sembollü baskılı t–shirt'leriyle iki kız kardeşten oluşan ve Kaliforniya, Amerika orijinli olan "Prussian Blue" grubu ise son aylarda, gençler arasında giderek daha da ilgi toplamaktadır.[2]}

     Çingene (Roman) nüfusu ve kültürüne özel bir ilgi ve duyarlılık ile yaklaşan Avrupa, her nedense tüm diğer etnik ve kültürel azınlık grupları tek–tük genel ifadelerle, "ulusal etno–gruplar veya kültürel azınlıklar" şeklinde tanımlayıp geçiştirmektedir. {Bunlara: Romanya'daki Hun asıllı etnik Macarlar ya da Çango'lar; Bulgaristan'a akınlar sırasında aileleri ile birlikte yerleşen Anadolu Türkleri ya da Bulgar hükümetinin adlandırması ile: Bulgaristan'ın etnik Türkleri; ayrıca Müslümanlığı sonradan kabul eden ve genellikle Rodop Bölgesindeki dağlık köylerinde yaşamlarını sürdüren Pomaklar gibi pek çokları burada örnek verilebilir.}

     Bunları göz ardı etmekte pek de sakınca görmeyen Avrupa Birliği, Avrupa'nın çeşitli kentlerinde Roman Kültürü Enstitüleri, Fransız, İspanyol, Macar ve Balkan Çingeneleri Dernekleri ve Roman Kültür Evleri ve benzerlerinin kurulmasını, ayırdığı ve miktarları hiç de azımsanmayacak ekonomik yatırımlarla, "kültürel yardım fonları" ile desteklemektedir. Diğer yandan ise Yahudi, Arap, Türk, Uzakdoğu v.b. kökenli etnik gruplara üye kişi ve bunlara ait kuruluşlara yönelik, içerikleri oldukça açık bazı eylemler "istisnai" ve "ırkçı temelli oldukları kanıtlanmamış" saldırılar olarak kayda geçmektedir.

     Geçtiğimiz yıl (Kasım 2005) Fransa, Belçika gibi ülkelerin başkent ve büyükşehir banliyölerinde, her ne kadar bazı kaynaklarca gençlik taşkınlıkları olarak adlandırılabilseler de aslında yaşanan olayların, etnik ayrımcılık temelli kültürler arası çatışmaların körüklediği bir tür toplu şiddet patlamaları olarak tanımlanabilecekleri açıktır. Bu ve benzeri durumlarda devletlerin takındıkları tavırlar toplumun genel eğilimini de belirlemektedir. Toplum dışına itilmiş, tepkili gençleri "vatandaşlıktan çıkarıp sınır dışı etmeyi" öneren politikacıların, geleceğin Avrupa Birliği'nde söz sahibi olmaları halinde bu tarz "kültürel afetlerin" (cultural catastrophes) daha sık görülebileceği ve doğal olarak daha da ağır sonuçlar doğurabileceği düşünülebilir.

     Toparlamak gerekirse, konu birbirinden farklı özellikler gösteren kültürel kimliklere anlayış ve saygı ile yaklaşmayı başarmak olarak özetlenebilir. Bu bağlamda, ortalama Avrupalı'nın, kendi kültürü dışındaki kişi ve durumlara, kemikleşmiş birtakım tarihsel temelli saplantılardan sıyrılarak bakabilmesi, ayırım gözetmeksizin tüm kültürlerin temsilcilerine eşit yaklaşımı ilke edinmeye çaba sarf etmesi, belki de en başta yapılacaklar arasında yer almalıdır.

     Kültür tıpkı müzik gibi, doğası gereği yerel özellikler gösteren bir olgudur. Kültür, kendisini oluşturan–şekillendiren toplum ya da topluluğun, etnik grubun yüklediği maddi–manevi değerlerden beslenmekte ve yine bu değerleri yansıtmaktadır. Kültürü, ya da çerçeveyi daraltacak olursak, kültürün önemli bir parçası olan müzik kültürünü özgün kılan, değerli kılan da budur aslında.

     Dünya üzerinde varlık gösteren ve çeşitli faktörlerin etkisiyle değişime uğramış olmalarına rağmen günümüze kadar korunarak kuşaktan kuşağa iletilen tüm kültürel birikimler; tarihsel, psiko–sosyal, etnik kodlar kültürel kişiliğimizin ya da kimliğimizin şekillenmesinde en az bio–genetik örgümüz kadar önemli bir rol oynamaktadır.

     Konu ile ilgili yapılan çeşitli araştırmalar, etnisitesinden planlı-programlı, bilinçli ya da bilinçsiz uzaklaştırılmaya, "kaynaştırma" ya da "entegrasyon" adı altında egemen kültür içerisinde eritilmeye, kültürel anlamda asimile edilmeye çalışılan birey ya da toplulukların, bu ve benzeri süreçlere beklenmedik sertlikte tepkiler gösterebildiklerini, kültürel kimlikleri için mücadele ettiklerini ortaya koymaktadır.

     Yukarıda bazılarına yer verilen ve aslında pek çok sosyo-kültürel, ekonomik ve politik faktörün etkisi ile ortaya çıkan kültürel kimlik bocalamaları, günümüz Avrupa ve Avrupa dışı kültürlerde de görülebilmektedir. Bunlar, birtakım sosyal fobileri beraberinde getirmekte ve günümüzde özellikle genç nüfus arasında baş gösteren kültürel depresyonlar ve yozlaşmalar gibi süreçleri tetikleyebilmektedir.

     Dünyada, geçtiğimiz yüzyıldan kalma, Taylor[3] antropolojisi eksenli etnosantrist müzikal-kültürel yaklaşımlar çoktan terkedilmişken, ülkemizde hala "evrensel müzik"in varlığından söz edilmesi düşündürücü ve bir o kadar da üzücüdür. Batı Avrupa kökenli Sanat Müziğinin "evrensel" olarak nitelenebilmesi için dünya üzerinde varlık gösteren tüm etnik grup ve toplulukların kültürel miras içeriklerini, müzikal kültürel kimliklerini olduğu gibi yansıtan bir müzik türü olabilmesi gerekmektedir. Oysa bu doğal olarak olanaksızdır. Bu nedenle, yalnız Batı Avrupa Sanat Müziği ya da Klasik Müzik değil, hiçbir müzik türü "evrensel" olarak nitelendirilmemeli, tanımlanmamalıdır. Evrensel olan, herhangi bir müzik türü değil, müzik kavramının kendisidir ya da diğer bir deyişle -Japon, Türk, Fransız, Maori ya da kültürel kimlik olarak kim olursa olsun- herkesin müzik dendiğinde anladığı şey, anlamlandırdığı kavramsal tasarıdır. {Tıpkı ekmek örneğinde olduğu gibi diyebiliriz: ekmek dünya üzerinde varlık gösteren nerdeyse tüm kültürlerin tanıdığı temel besin maddelerinden biridir. Bununla birlikte her kültür, ekmeğini kendi geleneksel üretim standartlarında şekillendirmekte, hamur katkı maddelerini belirlemekte, belli biçimlerde form verip, benzer ya da farklı biçimlerde pişirip tüketmektedir. Ekmek denildiğinde, hangi kültürün temsilcisi olursa olsun, bir Dünya vatandaşının anladığı şey bellidir, burada kişinin anlamlandırdığı ekmeğin kendisi değil - ekmek kavramıdır. Çünkü kültürel üretimlerin hepsinde olduğu gibi, ekmekte de onu diğer bir kültürün ürettiğinden ayıran, belirgin bir imza söz konusudur. Meksika çapatası, Trabzon ekmeği, Alman çavdar ekmeği, uzun Fransız francalası, Bolu'nun patatesli köy ekmeği gibi bazı örnekler hemen akla gelenler arasındadır. Bunların tümü temelde ekmek olmakla birlikte, tıpkı geleneksel müzikal–kültürel üretimler gibi, ürünü oldukları kültürlerin kimlikleri doğrultusunda şekillenmişlerdir.}

     Avrupa Birliği'ni oluşturan üye ülkelerin, bir yandan kendi içlerinde ve de aralarında yaşanan sosyo–kültürel ve ekonomik çalkantılarla baş etmeye çalışırken, diğer yandan yeni katılımcıların Birliğe dahil olması ile meydana gelebilecek deyim yerindeyse küçük çaplıkültürel depremlere hazırlıklı olup olmadıkları bilinmemektedir. Bu bağlamda, 2007 yılında Birliğe resmen katılımları planlanan ve Balkan kültür çevresinin en renkli temsilcilerinden olan Bulgaristan ve Romanya gibi ülkelerin, AB'nin dingin ve nispeten oturmuş Orta Avrupa kültür kalıbında yaratabilecekleri değişimlerin sosyal yansımaları, bizim gibi aday ülkeler tarafından dikkatle takip edilmelidir.

     Çeşitli platformlarda, kültürel hak ve özgürlükleri tartışmaya açan Avrupa Birliği'nin, bu anlamda ulaşmak istediği nokta açıkça ifade edilmelidir. Amaç, farklı etno–kültürlerin egemen Avrupa kültürü içerisinde, "entegrasyon" adı altında zamanla eritilip adeta "gri–bulanık" bir hale getirilerek yok edilmeleri mi yoksa farklı etno–nüanslar taşımalarına rağmen, uyumlu ve bütünleşik bir kültürel mozaik tasarımıiçerisinde özgünlükleri ile hak ettikleri yeri almalarını sağlamak mıdır?

     Bu ve benzeri soruların yanıtı ne olursa olsun, her etnik bileşim, toplum ya da topluluk kendine özgü müzikal kültürel kimliği koruyabilmeli, bu kimliğin içeriğini gelecek kuşaklara yine kendine özgü geleneksel yöntemleri ile aktarabilmelidir. Dolayısıyla sahip olduğu özgün müzikal kültürel değerleri ve maddi–manevi kültürel birikimleri çeşitli ulusal ve uluslar arası bilimsel–sanatsal platformlarda tanıtma ve ilgililerle paylaşma gibi hak ve özgürlüklere sahip olmalıdır. Kültürler arası iletişimin ilerlemeler kaydedebilmesi için gerekli bu ve benzeri girişimlerin çoğalması ile kültürel temelli oldukları bilinen çeşitli sosyal çatışma ve çekişmelerin bir ölçüde önüne geçilebileceği umut edilmektedir.

_________________________________________________

[1]Etnomüzikolog, Trakya Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Öğretim Üyesi

[2] Daha geniş bilgi için bkz: Canatan, K., "Avrupa Birliğinde Azınlık Hakları", rapor, İnsan Hakları ve Onuru Derneği Genel Kongresi, 2001, Duisburg, Almanya.

[3] Tylor’un bu ve benzeri görüşleri hakkında daha geniş bilgi için bkz: Tylor, E. B., “Primitive Culture : Researches into the Development of Mythology, Philosophy, Religion, Lenguage, Art and Custom”, London, J.Murray, 1871.

Avrupa Birliği Haritası - 2004




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5790015
Online Ziyaretçi Sayısı:20
Bugünlük Ziyaret :942

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.