06.11.2011 / Zülfü Livaneli - Edebiyat ve Oyun

     Her rejim ve lider, kendine uygun bürokratlarla çalışır. Rusya’da devrimden sonra “Sovyetler Birliği” kurulduğunda, kültür işlerinin emanet edildiği kişi, önemli bir aydın olan Anatoli Lunaçarski idi. Lunaçarski, kendisinden bekleneceği gibi düzeyli bir politika yürüttü.

     Ama Stalin başa geldiğinde, kendi korkunç siyasetini kültür alanında yürütecek bir isim seçti. Bu kişinin adı Andrei Jdanov’du. Düşünce ve yaratım özgürlüğüne inanmayan, Sovyet sanatçılarının sadece rejim propagandası yapması gerektiğini düşünen korkunç bir adamdı. “Kültür Komiseri” olur olmaz Mihail Zoşçenko’nun, Anna Ahmatova’nın da aralarında olduğu yazar ve şairlere acı çektirmeye başladı. Prokofiev, Şostakoviç, Haçaturyan gibi büyük bestecilerin gözden düşmelerine ve rejim düşmanı gibi görülmelerine neden oldu, yurt dışına çıkışlarını yasakladı.

     Çünkü Jdanovcu anlayışa göre sanatçılar, birer propaganda ögesi olmalı ve hükümetin ideolojik tutumunu destekleyen ürünler vermeliydi.

     Jdanov döneminin sonucunda adına “Sosyalist gerçekçilik” denilen bir roman türü doğdu ve rejime hoş görünmeye çalışan yazarlar düşük düzeyli propaganda kitapları yazdılar.

     Bu dönem, 19. yüzyılda doruğa erişen büyük Rus edebiyatının sonu oldu. Direnen yazarlar ise ya sürgüne gönderildi ya idam edildi ya da başlangıçta inandıkları rejimin dehşet verici politikalarına katlanamayarak intihar ettiler.

     Türkiye’de komünizm propagandası yaptığı düşünülen ve bu yüzden mahkum edilen Nazım Hikmet bile Sovyet rejiminin düşman ilan ettiği yazarlar arasındaydı.

     Bu idelojik baskı döneminin aynısını Adolf Hitler de uyguladı. “3. Reich”ın iğrenç politikalarını övmeyen her sanat türünü “entartate kunst” (yozlaşmış sanat) ilan etti. Yüzlerce değerli Alman sanatçı ülkelerini terketti.

     Nazi sanatı, ari ırkı yücelten, gayriinsani, hatta insanı ezen bir güç gösterisinin kanlı panayırına döndü.

     Savaştan sonra bu “modern” ideolojik tutuma tepki duyan, sözüm ona “yüksek idealler” (!) uğruna kitleleri yönlendirmeye kalkan sanat akımlarına karşı büyük bir tepki oluştu. Sanatı özgürleştirip, ideallerin ve ideolojinin boyunduruğundan kurtarmak isteyen yaratıcılar, kendilerine post-modern sığınma limanları yarattılar.

     Bu limanlarda sanatın tekrar insan doğasıyla, insan psikolojisiyle ve estetikle uğraşması, sadece bunlarla ilgili olarak kaygılanması, genel geçer kitle ideolojilerine ise sırt dönülmesi temel kuraldı.

     Böylece birey tekrar sanatın merkezine oturdu.

     Çünkü “İkinci Dünya Savaşı”nda 50 milyon insan can vermişti ve bu korkunç kıyım “yüksek idealleri” (!) savunan zanaatkarlar tarafından beslenmişti.

     …………………………………………………

     Gazete Vatan - 06.11.2011, Pazar




Son Güncelleme:02.08.2021 22.17
Toplam Ziyaret:5686285
Online Ziyaretçi Sayısı:7
Bugünlük Ziyaret :232

Bu Site En İyi Firefox,Chrome,Safari'de ve 1024x768 Çözünürlüğünde Görünür.